"Her neyse, bayağı olana bunca rağbetin olması şaşırtmıyor artık beni..."
Bugün parmaklarımda hâl yok, ufalanmış cam parçaları gibi hissettiğim ellerim epey acı veriyor; yıllar önce Selda için yazdığım yazıyı buldum şimdi ve o günden bugüne ne değişmiş diye baktım... Epey hüzün biriktirmişiz hayatımızda...
Değişen fazla bir şey yok aslında; alçaklar aynı, savaş sevdalıları aynı ve şeref ve haysiyetiyle yaşayanlar onlar da aynı...Yalnızca adları değişmiş hepsinin, o kadar...
"Selda'ya,
Sen de hatırlıyorsun biliyorum; sabah akşam bağıra bağıra kulaklarımızı kirletenleri dinlemektense, her birine bir ad koyduğumuz bulutların peşinden gittik daha çok.
Senenin nazenin yağan ilk karında, Balo Sokağı’nın ıssızlığına saklandık. Ellerimizde çıtır çıtır kar taneleri.
Umuda dair ne varsa gözlerimizde hep ardımızda bıraktık. Ve, geçip gittiğimiz yerlere eski bir kesenin içinde lavanta kokulu rüyalarımızı.
Analarımızın, ancak bir gaz lambasıyla aydınlatabildiği tahta tavanlı odaların loşluğunda bulduk huzuru.
Koyu lacivert gecelerden ve o lacivert gecelerin uzaklarında yanıp sönen yıldızlardan üzerimize elbise yaptık.
Ormandaki en yalnız ağaçtık biz.
Uzun yaz gecelerinin koynunda rüzgarın şarkısına kulak kesildik sabaha kadar.
Çocuklarına, ancak bir bayram sabahının ilahi makamında şefkatle sarılan babaların şefkatiyle sarıldık bütün dostlarımıza.
Gök kubbeye yayılan sabah ezanlarının ışığında ve dahi kurt kuş uykudayken daha, bir caminin taş avlusunun serinliğinde açtık ellerimizi duaya.
Daha çocukken yüreğimize ilmik ilmik nakşedilen değerler, terk ve yok edilirken uluorta, yüreğimizi tertemiz avuçlarımızda koruduk.
Ve o temiz avuçlarımıza kir bulaştırmadık hiç.
“Bizim nesil; yani mahcubiyeti bir nişan gibi gözbebeklerinin tam ortasında taşıyanlar; hasretlerine, acılarına, isyanlarına, sevdalarına Karakoç’un şiirlerini tercüman ettiler. Kimi soytarıların olur olmaz her yerde ‘Mihriban’ı okumaları tam da bu yüzdendir.” Diyordu ‘Bacı bey’ diye başladığı mektubunda kadim dostumuz Naci.
Evet aynı acıları, aynı kaygıları taşıdık yıllarca hepimiz.
Ve bir tek şeyin aşığı ve arayanı olduk; hakikatin.
Zaman zaman sustuğumuz oldu. Ve hatta yanlış olan bazı şeyleri bir sükutla tasdik bile ettik.
Neticesi ne oldu biliyor musun?
Günlerce, haftalarca, aylarca ve hatta yıllarca, aklımıza geldikçe kendimize küfrettik.
Ama ben, artık kendimize küfretmek istemiyorum.
Söylediklerinin hepsini layıkıyla anlamasam da; sana, gece sabahlara kadar dinlediğim bazı arkadaşlarımdan bahsetmek istiyorum. Bunu söylemek zorundayım. Hani kişi arkadaşından bilinirmiş ya...
Uykularımızı haram eden Necip Fazıl ve Sezai Karakoç; Türkiye gerçeğini bize öğreten ‘vefasızlarım’, Cemil Meriç, Alev Alatlı, Kemal Tahir; nefsimin, pis tarafımın ve toprak tarafımın ve bahse değmez tarafımın ve fani tarafımın ve dünyaya ait tarafımın ve maveraya değil masivaya ait tarafımın hikayecileri...
Ve dahi, yağan her yağmuru içine alan küflü çadırlarda yaşayabilen kaya gibi sağlam yürekli insanların onurlu seslerini yüzümüze haykıran Steinbeck, Raskolnikov’un ruhumuzu ezip geçen sarsıntılarını günlerce evlerimizin içinde, bacalarımızda ürpertiyle dolaştıran Dostoyevski, hayatım boyunca yiyemem dediğim kapuskayı bana bir çırpıda sevdiren Şolohov, yazdığı her satırında insanı en yalın haliyle gözümün önüne seren Çehov, kitabının daha ilk sayfalarında beni atlasla tanıştırmayı başaran Mark Twain, ve bir ömrü hakikat arayışına adamış Tolstoy ve kalemini kimi zaman yüzüme çarpan okkalı bir şamar gibi kullanan Vahapzade, kadim dostu Samed Vurgun ve o toprakların tılsımlı sesleri iki Cengiz; Aytmatov ve Dağcı, yolumu aydınlatan Edvard Said’den, Gramschi ve Noam Chomsky’ye uzanan entelektüeller...
Neden yazıyorum şimdi sana bunları; bilirsin biz insanları “kaal”den değil “hâl”den tanırdık. Bütün numaraları boş laf olan insan müsveddelerinin arasında kaldık şimdi. İşte bu yüzden usanmış bir ‘hâl’den kopup gelen birkaç iç çekiş varsay yazdıklarımı.
Biliyor olmalısın, durmadan çevrilen dolaplardan artık başı dönen bu dostun, şimdi ‘Alçaklığın Evrensel Tarihi’nin başka eller tarafından yeniden, yeniden ve yeniden yazılıyor oluşuna bakıp bakıp öfkeleniyor ve öfkesinden kahroluyor. Güce, orasından burasından bir şekilde yaklaşanların, değerlerine bir o kadar uzaklaşması tiksintiyle karışık bir öfke ile dolduruyor içini; ‘yakın arkadaşları’, ‘dostları’ menfaat pazarında satışa çıkarılırken suskun kalan alçakların yüzüne tükürmek bile gelmiyor içinden. Güce yaklaşanların bir çırpıda değerli olanla mübadele ettikleri ucuz menfaatleri tiksindiriyor onu. Hele birkaç manyağın illa ‘savaş’ diye pis naralar attığı şu günlerde sulhten yana olması gereken kimi ‘Müslümanların’ menfaate ayarlı ‘duruşlarına’ yakından şahit olmak çileden çıkarıyor dostunu.
Uyumak istiyorum şimdi; kirli sesleri duymamak, kirli yüzleri görmemek için. Yoruldum artık. Bir bayram günü hiç kalkmadan yatıp uyuyanlar var ya, onlar çok daha iyi anlayacaklardır söylediklerimi. Tembellikten, yorgunluktan veya hastalıktan değil. Hani şu “Yorgan Allahsıza kadar sığınak” makamında uyuyanlar. İşte onlar...
Her neyse, bayağı olana bunca rağbetin olması şaşırtmıyor artık beni. Her şeyin ‘piyasası’nın olduğu ve işte o piyasa üzerinden değer bulduğu bir toplumda bizim söyleyecek çok fazla sözümüz var mı gerçekten bunu düşünüyorum.
Cevabın her ne olursa olsun; bir hakikati işaret edeceğini biliyorum ve işte o yüzden artık yazıma son vermek istiyorum. Yoruldum."
Neşe Kutlutaş, 08.01.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 05.05.2012)