15 Ocak 2015 Perşembe

SA1095/KY5-PT41: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ A-Nazarî Tasavvuf- Hakikat-i Muhammediyye

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

Hakikât-i Muhammediyye

Tasavvufçular onu şöyle tanımlarlar:"İlk taayyünle beraber olan zattır. Esmau'l-Hüsna'sı vardır ve Allah'ın ismi azamıdır." Tasavvufçuların Muhammed'i, beşer (insan) ve resul değil, en üstün mertebelerinde ilahi zatın kendisidir.

Ed-Demirtaşî de şöyle der: "Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri kapsayan ilahi kemalli insani mertebedir. Hazratu'l-Cem', Ehadiyyetu'l-Cem' diye isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda (gaybinde) taayyun eden ilk mertebedir ve o Hakikat-i Muhammediyye'dir."

Yine Gümüşhanevi şöyle diyor: "Hakkın suretleri Muhammed'in kendisidir. Çünkü ehadiyyet ve vahdaniyyet hakikati ile taayyun etmiştir."

Görüldüğü gibi tasavvufçulara göre Muhammed İsm-i Âzamdır. İsm-i Âzam nedir? "Bütün isimleri kapsayandır yahut mutlak ilahi zatın ismidir" diye tanımlamışlardır.

Ehadiyyet nedir? İlahi zatın açığa çıkmasıdır. İsimlerin, sıfatların veya başka bir şeyin onda hiçbir tesiri yoktur. Hakkiyet (ulûhiyet) ve halkiyyet (beşeriyet) özelliklerinden soyut salt zatın ismidir.

Muhammed vahidiyyettir. Vahidiyyet nedir? İlahi zatın sıfatı olarak ve sıfatın onda zat olarak açığa çıkmasıdır, diye açıklamışlardır. Ehadiyyet ile vahidiyyet arasındaki fark da şudur: Ehadiyyette isim ve sıfatlardan bir şey zahir olmaz. Vahidiyyette ise isim ve sıfatlar zahir (açığa çıkmış) olur.

Tasavvufçular Muhammed'in zat ve sıfat olarak Allah'ın kendisi olduğuna, evvel ve ahir, batın ve zahir olduğuna, mutlak varlık (vücut) ve mukayyed varlık (vücut) olduğuna, o varken ondan önce veya onunla beraber başka bir şeyin bulunmadığına, sonra maddi suretlerde taayyün ettiğine ve birinde cansız (cemad), birinde canlı olarak isimlendirildiğine ve isminin bütün varlıkların ismini kapsadığına ve mahiyetinin bütün mahiyet (kimlik ve kişilik)lerle aynı olduğuna inanırlar.

İbn Arabî şöyle der:

"Âlemin başlangıcı hava (boşluk)tur. Âlemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerine istiva ile nitelenen rahmani hakikati Muhammediyye'dir. Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı bir varlık söz konusu olmadığı için onu ihata etmek de söz konusu değildir. O neden var olmuştur? O, varlık veya yoklukla nitelenemeyen malum hakikatten var olmuştur. Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da var olmuştur. Ne şekilde var olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen Hak (Allah)'ta mevcut olan misal (şekil) üzere var olmuştur. Niçin var olmuştur? İlahi hakikatleri izhar etmek için. Gayesi nedir? Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her âlemin yaratıcısından nasibini almasını sağlamak. Gayesi, hakikatlerini izhar etmek ve en büyük âlemin feleklerini bilmektir."

Yine şöyle der:

"Nuru içinde bir lamba bulunan kandile benzer. Lambaya benzetilmiştir. O boşlukta akılla adlandırılan Hakikati Muhammed'den daha çok kabul edeceği bir şey yoktu. Akıl denilen bu Hakikati Muhammed bütünüyle âlemin başlangıcı ve varlık olarak ilk zahir olandı. Onun varlığı o ilahi nurdan, boşluktan ve küllî hakikattandı. Boşlukta kendisi var olmuş ve âlemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur. Onun en yakını âlemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı (sırdaşı) Ali İbn Ebi Talib'dir."

Yine şöyle der:

"Yüce âlem de Hakikati Muhammediyye'dir. Feleği de hayattır. İnsanlardan benzeri ise Latife ve Kutsi ruhtur."

Dr. Zeki Mübarek Hakikati Muhammediyye inancının temel olarak Hıristiyanlık inançlarına dayandığını söylemekte ve şöyle demektedir:

"Açıkça anlaşılıyor ki müfrit tasavvufçuların Hakikati Muhammediyye inançları Hıristiyan kaynaklarından alınmıştır. Hıristiyanlar'a göre Hz. İsa Allah'ın oğludur. Yani Hz. İsa Allah ile insanlar arasında bir vasıta kabul edilmiştir. Hakikati Muhammediyye inancına göre de Muhammed taayyünlerin ilkidir ve Hz. İsa'nın üstünde baba Allah'tan başka bir şey bulunmadığı gibi Muhammed'in üstünde de zatı ehadiyyetten başka bir şey yoktur. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya seslendikleri zaman Allah'ı gözlerinin önünde canlandırırlar. İsa olmasaydı varlık olmazdı, derler. Tasavvufçular da Muhammed'e seslendikleri zaman Allah'ı gözlerinin önünde canlandırırlar. Muhammed olmasaydı varlık olmazdı, derler. Hıristiyanlar'a göre İsa Allah'ın oğludur. Ancak bir insan suretinde ortaya çıkmaktadır yahut bir insan suretinde var edilmiştir. İsa olmasaydı Allah ile varlıklar arasında bağ kopar ve âlem yok olurdu. Muhammed de olmasaydı ne yeryüzü, ne ufuk, ne zaman, ne insan, ne de nesil olurdu. İsa Allah'ın kelimesidir. Onun davetini tebliğ eden mensubu elçiler de kelimelerdir. Tasavvufçulara göre Muhammed de Allah'ın kelimesidir ve bütün peygamberler onun kelimeleridir. Onların hususiyetleri vardır ve Muhammed'in tabilerinin de hususiyetleri vardır."

Gerçek şu ki; Hakikati Muhammediyye inancı hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Gördüğümüz kadarıyla Hıristiyan teoriden alınmıştır. Hıristiyan teori de kuvvetleri akıllara taksim eden Yunan felsefesinden alınmıştır. Özellikle bu nazariyeyi savunan İbn Arabi'nin şu sözlerini hatırlarsak, söylediklerimizin ne kadar doğru olduğunu anlarız.

Şöyle diyor İbn Arabî:

"Yunan felsefesinden, Yahudi, Hıristiyan ve İslâm dininden okuduklarını özümledim, sonra bu karışımı başkasının rahatlıkla ve kısa bir zamanda elde edemeyeceği felsefi bir karışım haline getirdim."

 Ve Allah'ın Dininde Hz. Muhammed

Tasavvufçuların Muhammed'i işte budur. Ama peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i yüce Allah bize şöyle tanıtır:

"De ki; ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor." (Fussilet 6)

"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir." (Zümer 30)

"Kâfirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da; "Bu şaşılacak bir şeydir" dediler." (Kâf 2)

"Ümmiler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur." (Cuma 2)

"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de kıyamet günü Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız." (Zümer 30-31)

"Onlar "Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı. Öyle ki içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri şahit getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayacağız." (İsra 90-93)

Bütün bu isteklere ve şartlar koşmalarına karşılık Hz. Peygamber'in cevabına bakınız:

"De ki; Rabbimi tenzih ederim, ben sadece beşer (insan) bir elçiyim."

Yüce Allah yine Hz. Muhammed'in ancak bir insan olduğunu ve ulûhiyetle bir ilişkisi bulunmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır:

"Bir gece kulunu Mescidi Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra 1)

"Ve Allah'ın kulu O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. (Başına üşüşeceklerdi). De ki; ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam. De ki; doğrusu ben size ne zarar verme, ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki; gerçekten beni Allah'a karşı kimse himaye edemez. O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam." (Cin 19-22)

Bütün bunlar ve Kur'ân-ı Kerim’in diğer bütün ayetlerinde acaba Muhammed'in Allah'lıkla, ilk yaratık olmakla yahut Allah'ın ruhundan veya nurundan yaratılmış olmakla veya Allah'ın şu veya bu şekilde tecellisi, taayyünü veya görünümü olmakla bir ilgisi olduğunu gösteren bir şey var mıdır?

Bu ayetlerin tümünde Muhammed'in Allah'ın kulu ve resulü olduğu, diğer insanlar gibi sonradan yaratılıp öleceği anlatılmıyor mu? Şunu da sormak lazım? Acaba Allah'ın zatı ve ismi azamı olmak her insan için olur mu?

Doğrusu, tasavvuf dini bu zındıklığı gerektirmekte, hatta bu isim ve sıfatların Firavn, Ebu Cehil ve benzeri küfür tağutlarına da verilmesini gerektirmekte, her birinin ilk taayyunda ilahi varlığın kendisi olarak nitelenmesini zorunlu kılmaktadır. Çünkü onlar da birer beşer, yani insandır. Ama biz inanıyoruz ki, Kur'ân ve sahih sünnetin ifadesiyle Allah'ın ilk yarattığı şey kalem veya arştır. O halde Hakikat-i Muhammediyye hurafesi ne zaman uydurulmuştur?

Biliyoruz ki; Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah Vehbi’n kızı Âmine ile evlenmiş ve bunların da Muhammed adında bir çocukları dünyaya gelmiştir. Muhammed iyilik, temizlik, şeref ve hayır terbiye ile yetişmiş, çocukluğu aydın olduğu gibi gençliği ve delikanlılığı da tertemizdir. Gençliğine ve delikanlılığına herhangi bir leke veya şüphe düşmemiş, heva ve hevesleri onu karanlık yollara yahut haram fiillere götürmemiştir.

Bütün dünyası sabah ve akşamıyla, seher ve yatsısıyla bütün vakitleri Allah'ın zikri ile tertemiz geçmiştir. Hayatta çobanlık yapmış, ticaret yapmıştır. Her ikisinde de salih ve güçlü bir ferd olarak ideal örnek olmuştur. Takva ile korunan emanet, bütün dünya işlerinin yürütüldüğü serapa hikmet, emanet bilinciyle hakkı ve görevi kutsallaştıran gözetme ile görevini yapmıştır. Hayatının bütün aşamalarında edep ve ahlakta, akli hikmet ve duygu üstünlüğünde, düşünce üstünlüğü, irade kuvveti, kararlılıkta, yüce şeref ve izzette, insaf ve merhamette, diğerkâmlık ve hayırseverlikte, tolerans ve güzel muamelede eşsiz bir örnekti. Kalbini sadece Allah sevgisiyle doldurmuş, iradesini daima hayra yöneltmiş, duygularını her zaman yüceliğe ve düşüncesini Allah'ın rızasını kazanacak şeylere çevirmiştir. Mertlik ve cömertlikte, Allah'ın kendisine verdiği bütün nimetlerde eli açık ve gönlü zengindi Sadece hak için kızmış, sadece kötülük ve günahlardan çekinmiş, yalnızca Allah'ın vereceklerine heves etmiştir.

Yüce Allah onu peygamberlerin sonuncusu olarak seçmiştir. Allah yolunda cihadın tam anlamıyla cihad etmiş, Allah'ın kendisine indirdiklerinin tümünü insanlara tebliğ etmiş, yüce Allah da buna şahit olmuştur. Allah'ın sözü üstün olduktan ve kâfirlerin mağlubiyeti gerçekleştikten sonra Rabbine kavuşmuştur. Hz. Peygamber'in hayatında belirgin çizgiler olarak bunları görüyoruz ve kendimize rehber ediniyoruz.

Gerçek böyleyken, söyleyin bakalım, Hakikatı Muhammediyye uydurmasını nasıl yakıştırıyorsunuz? 

Başlangıcı karanlık ve ne idüğü karanlık olan bu tasavvuf mitolojisini nereden uyduruyorsunuz? Bu efsanenin anası kim? Babası kim? Neden yaratılmış ve kime gönderilmiştir? Size getiren bir melek veya peygamber midir, yoksa zihinlerinize sokan Şeytan-ı Ekber midir?

Hz. Muhammed hakkında tasavvufçuların zındıklıklarını sergilemeye devam ediyoruz. Tasavvufçular Muhammed'in durumunu Allah'ın durumunun aynısı olduğunu iddia ediyor. Hiç böyle bir şey olur mu?, diyeceksiniz.

İşte size delili ve örneği:

"Bütün tasarruflarında Muhammed'in durumu Allah'ın durumu gibidir. Âlemde Muhammed'den başka yoktur."

"Hakikatinin sonu bilinmez ve nihayeti idrak edilmez. O, iman ettiğimiz gaiptendir."

"Beşeriyeti salt nur olduğu için onun artıkları (gaita ve idrarı) tertemiz ve mukaddesti. Vücudunun diğer cisimler gibi gölgesi yoktu. Âdem'e üfürülen Allah'ın ruhundan kastedilen, bu Muhammedî nurdur. Allah'ın ruhu Muhammed'in nurudur."

Mekke'den Medine'ye Hicret Eden Allah mı, Muhammed mi?

İbn Arabî şöyle der:

"Allahım, salavatanın bağı (sılası)nı ve selamlarının selametini rabbani körlük  (boşluk)'tan doğan taayyunatın ilki ve insan türüne katılan tenezzulatın sonuncusu üzerine saç. Mekke'den Medine'ye hicret eden Allah’tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu. Daha önce ne ise şimdi de odur. Varlığında beş âlemin hadaratını toplamaktadır. Hüviyet sırrı her şeyde sirayet etmiştir. Ubudiyetle rububiyeti şahsında toplamış, imkân ve vücudiyeti kapsamıştır."

Tasavvufçuların en büyük tağutunun bu edepsizce şirkiyle Muhammed’in Allah olduğunu nasıl iftira ettiğini görüyor musunuz?!

Küfrünü dile getirdiği şu sözlerindeki düşmanlığın ve şeytanlığın derecesine bakınız:

"Mekke'den Medine'ye hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu."

İnsan bu cümleyi okuduğu zaman bir eksikliği veya yanlışlığı olduğunu sanır ve "Hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu" ibaresinin öncesi ve sonrasıyla bir bağlantısı olmadığı zannedilir.

İtiraf edeyim ki; ben de bu şekilde sandım ve bu cümlenin ibareye sonradan karıştırıldığını sandım ve İbn-i Arabî’nin apaçık bir gerçek ile ayan beyan bir batıl arasında böyle bir cümleyi koymasından maksadının ne olduğunu bir türlü kavrayamadım. Ama ibareye dönüp tekrar tekrar okuduğum ve İbn-i Arabî’nin dinini göz önüne getirdiğimde bundan maksadının ne olduğu gözümün önünde canlandı ve bütün çıplaklığıyla açığa çıktı.

O zaman kesin olarak anladım ki bu cümle sonradan karıştırılmamış, belki onun dininin eti ve dokusunu ifade etmiştir. Cümlenin Arap dil kurallarına göre kelimelerini tekrar düzenleyip okuduğumuzda, yerlerini yeniden ayarladığımızda değişen hiçbir şey olmamıştır.

Ve anlıyoruz ki İbn-i Arabî bir iftirada bulunarak Mekke'den Medine'ye hicret edenin Muhammed değil, Allah'ın kendisi olduğunu söylemektedir. Allah Muhammed adındaki surette tecelli etmiş ve hicret etmiştir.Hâlbuki bütün dünya biliyor ki hicret esnasında Hz. Peygamber'in arkadaşı Hz. Ebu Bekir'di. Ama buna rağmen İbn-i Arabî onunla beraber başka kişinin bulunmadığını iftira etmekte ve Ebu Bekr'in de aslında adı Ebu Bekir olan bir surette tecelli eden Allah'tan başka bir şey olmadığını söylemektedir.

Ondan sonra Hz. Muhammed öldü ve Hz. Ebu Bekir de daha sonra öldü. Soruyoruz, acaba ölüm acısını iki defa tadan hangi ilahtır bu? Her an binlerce defa ölüp dirilen ilah mı olur? Bu şekilde tasavvufçular en büyük ilahın yaratıkların aynısı olduğuna inanmışlardır.

Geçen her anda bir hayat ölür ve bir hayat doğduğuna göre, vay tasavvufçuların başına gelenlere! Her anda binlerce defa ölen ve binlerce defa doğan bir tanrıya nasıl inanıyor, nasıl tapıyorlar?! Tasavvufa göre Muhammed'in iki görünümü veya iki itibarı vardır. Zahiri itibariyle kul ve yaratıktır. Batını itibariyle de rab veya hak (Allah)'dır.

Onun için İbn-i Arabi zahiri itibariyle onu "ubudiyet sahibi" olarak nitelerken, batını itibariyle de "uluhiyet sahibi" olarak tavsif etmektedir. Nasuti (insan) olması itibariyle mümkün varlık olduğunu söylerken, lahuti (ilahi) olması itibariyle de vacip varlık olduğunu belirtmektedir.

İbn-i Beşiş'in selatını şerhederken en-Nablusi de şöyle diyor:

"Muhammed'e ancak Muhammed salât okumuştur. Çünkü kulların ona salâtı isminin suretinden bir emriyle kullardan sadır olmuştur. (Yani Kur'ân'da Allah müminlere Muhammed'e salât okumalarını emrederken, gerçekte emreden Muhammed'in kendisiydi ve Allah bu salâtı okuyan kulların suretine bürünmüştü.)"

Hak Gelir, Batıl Yok Olur!

Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in kim olduğunu yüce Allah bize bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz?" (Âl-i İmran 144)

"Kendisinden önce peygamberler gelip geçmiştir"

Sözleri batılı yıkan kesin birer hüccettir.

Müminlerin Hz. Muhammed hakkında inançları da şudur: Bizim gibi bir insandır, sadece ona vahyedilir. Allah'ın kelamı, vahyi ve hidayeti olan Kur'ân onların bu şekilde inanmalarını farz kılmaktadır. Kalp, fikir ve şuur ile Allah'a yönelmek, ondan korkmak ve rahmetini ummak farzdır. 

Kur'ân gerçeği bize anlatarak hakkı bulmamızı sağlamaktadır. Hz. Muhammed'in beşeriyetinin bizim beşeriyetimiz gibi olduğunu son derece beliğ ve fasih, veciz ve eşsiz bir üslupla kararlaştırmaktadır. Cahil ve okur yazar olmayanlara bile kapalı kalmayacak şekilde Kur'ân bunu açık seçik belirtmekte ve hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır.

Şöyle buyuruyor:

"De ki, ben ancak sizin gibi bir insanım, ilahınızın ancak tek ilah olduğu bana vahyolunuyor."(Fussilet 6)

Son derece açık seçik net ve sağlam, hikmet ve belagat dolu bir üslup içinde sunulan hak, hikmet ve hidayet! Müminin kesin inancına arız olacak en ufak bir şüpheye bile yer bırakmamakta, âyetin manasını bozabilecek en ufak bir gizlilik veya kapalılık bulunmamaktadır.

"Sizin gibi bir insan" sözünü düşünen herkes, yüce Allah'ın hikmetinin etrafındaki her şeyi doldurduğunu ve iman edilmesi vacip olan hakka ilettiğini görür. Zira bizim insan oluşumuzu, Hz. Muhammed'in insan oluşunu ölçeceğimiz ölçü yapmakta ve "Sizin gibi bir insan" demektedir. Böylece bu tertemiz ve sevimli insanın sevgisinde aşırılığa kaymamız ve onu beşer üstü başka bir kimlikle tevehhüm etmemiz önlenmiş bulunmaktadır.

Gerçeğinde bizim beşeriyetimizden farklı bir yaratılışı olduğu yahut onda herhangi bir şekilde ulûhiyetin bir özelliğinin bulunduğunu tevehhüm etmemek için tedbir alınmış olmaktadır. Künhünü kavramadığımız ve ancak bir tek kişide gerçekleştiğini tevehhüm edeceğimiz birtakım düşüncelerin zihnimize gelmesi önlenmektedir.

Bunu ifade etmek için belki, "Deki, ben insanım" yahut "Siz benim gibi insansınız" denilebilirdi. Ama âlim ve hâkim, habir ve basir olan yüce Allah Hz. Muhammed'in kimliğini ve beşeriyetini bizim sahip olduğumuz ve bildiğimiz beşeriyetle bize tarif etmek istemiş, bu beşeriyetin taşıdığı bütün duygu ve güdüler, kıymet ve değerlere sahip bizim gibi bir insan olduğunu anlatmayı dilemiştir.

Bu beşeriyetin başlangıcını ve sonunu, sevgi ve nefretini, kısaca bütün olumlu ve olumsuz yönlerini biliyoruz. Onun için yüce Allah Hz. Muhammed'in beşeriyetini bize benzeterek bizlere anlatmaktadır.
Beşer olarak bizim gibi bir insan olduğu için yemiş içmiş, evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş, acıkmış, doymuş, hastalanmış, üzülmüş, gözlerinden yaşlar akmış, ağlamış ve Allah'ın bu hayatta insanoğlu için takdir ettiği bütün beşeri özellikler ondan sadır olmuştur. Nihayet insanların ruhunu kabzeden ölüm meleği onun da ruhunu almış ve böylece yüce Rabbine kavuşmuştur.

Ancak Hz. Muhammed'in beşeriyeti Allah'ın kendisine verdiği hidayetle ona kesin iman ile inanmış, üzerindeki hak ve şükür borcunu kâmilen yerine getirmiş, en yüce insani üstünlüğün zirvesine çıkmış ve eşsiz en üstün parlayan yıldız olmuştur insanlar arasında. Katıksız tevhidin en üstün ufkuna çıkmış, günah dürtüsü onu saptırmadığı gibi haram güdüsü de onu yoldan çıkarmamıştır.

Çünkü Hz. Muhammed sadece Allah'ı kendine rab edinmiş, ona daveti ve hoşnutluğunu kazanmayı cihad ve mücadelesinin hedefi, dünya hayatının yüce gayesi ve şaşmaz ekseni yapmıştır. Sonra "Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor" diyen müşrikler hakkında yüce Allah'ın şu hükmüne bakınız.

Yüce Allah bunların sapıttıklarını ve doğruyu bulamadıklarını belirtiyor. Bundan da anlıyoruz ki müşriklerin yadırgadıkları bu olayın insanlar hakkında yüce Allah'ın hikmet ve adalet, âlemde paylarına düşen bir paydır. Beşer (insan) olmanın da peygamberlik makamına hiç bir şekilde gölge teşkil etmemektedir. Çünkü her şeyden önce peygamber bir insandır. İnsanlar da yemek yer ve çarşılarda yürürler.

Yine yüce Allah'ın bütün peygamberlerini nitelediği şu hükmüne bakalım:

"Biz onları yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık, onlar ebedi de değillerdir." (Enbiyâ 8)

"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de istisnasız yemek yerler, çarşılarda yürürlerdi." (Furkan 20)

Bu ayetleri düşünelim ve Muhammed'in dünyada ebedi kalacak hayatın yıldızı olduğunu iddia eden ve pisliklerinin tertemiz ve kutsal, rabbani nurun parıltıları olduğunu iftira eden putperestliğin yalanlarını yüzlerine vuralım. Onların iddia ettiği yahut iftira ettiği gibi olsaydı, o zaman Hz. Muhammed neden abdest alır veya teyemmüm yapardı? Neden yıkanır ve temizlenirdi?

Sonra yüce Allah'ın peygamberine olan şu hitabını düşünelim:

"Şüphesiz öleceksin ve onlar da öleceklerdir." (Zümer 30)

Hz. Peygamber'in ölümü belirtildikten sonra bizlerin de ölümü belirtilmiştir. Bundan da anlıyoruz ki hakkımızda kararlaştırılan ölüm Hz. Peygamber hakkında kararlaştırılan ölümün aynısıdır. Bütün bunlar apaçık ve seçik olduğu halde Muhammed'in ölümünün sonsuz hayat olduğunu, söyleyen, söze anlamının tam zıddı mana veren yahut işkembesinden mana giydirenler çıkmış ve hakla batılı tersyüz etmiştir. İşin tuhaf yanı, bu gibilerin saf Müslümanlara en büyük veli, yüce kutup ve Müslümanlık örneği olarak gösterilmesidir.

Tasavvufçular şöyle derler:

"Muhammed ruhu ve cesediyle her yerde ve her mecliste hazır bulunur, yerde ve göklerde dilediği zaman tasarruf eder ve dolaşır. Şimdi de ölmeden önceki durumunda olup onda hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir."

Tasavvufçuların bu inancına karşılık yüce Allah'ın şu ayetlerine bakalım:

"Müşrikler sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve o zaman seni candan dost kabul edeceklerdi. Şayet seni sabit kılmasaydık, gerçekten neredeyse onlara birazcık meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün katmerlisini tattırırdık, sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." İsra 73-75)

Kahhar ve Cebbar olan yüce Allah'ın tehdidi! Bu tehdit bir tanrının kendisi veya benzeri bir tanrı için midir yoksa yerin ve göklerin hâkimi, kahhar ve muktedir olan Allah'ın en şerefli kuluna bir tehdidi midir?

Muhammed rububiyeti ve ulûhiyette tasavvufçuların iddia ettiği gibi -Allah'ın ortağı olsaydı, nefsi korku ve dehşetle dolduran, tüyleri ürperten böyle bir tehditle onu dener, sadece Allah'a boyun eğerek onun sevgisiyle dolmaya yönlendirir, çizdiği sınırları bir an ve bir kıl kadar aşmamasını ister miydi?
Allah'ın bir mümini yardımcıyı kaybetmek ve hem dünyada hem ahirette katmerli azaba uğratmakla tehdit etmesinden daha açıklı ve çetin bir azap düşünülebilir mi?

Muhammed'in tanrılığına inanan tasavvuf dininin mensupları! Söyler misiniz; Allah'ın kendi kendini tehdit etmesi, dünya ve ahiret azabını katmerli bir şekilde tattıracağını söylemesi, kendi kendini yardımcısız ve dostsuz bırakmakla cezalandırmasını aklınız kabul ediyor mu?

Hz. Peygamber'in En Şerefli Makamında En Şerefli Sıfatları

 Yüce Allah Hz. Peygamber'i makamlarının en şereflisi, en kalıcısı, etki ve gaye bakımından en önemlisi olan ubudiyet sıfatıyla nitelemekte ve "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" (İsra 1) buyurmaktadır.

En büyük yüceliğin zirvesine çıktığı ve en kalıcı hatıralarla dolduğu o mübarek gecede yüce Rabbi onu katıksız kullukla (kul olmak)la tavsif etmekte ve "kulunu" diye anmaktadır. Bunun yerine "Muhammed'i götürdü" denilseydi, Allah bilir, tasavvufçular bunu basamak yaparak ne şirkler ortaya atar ve haltlar karıştırırlardı.

Böyle bir şey olsaydı, tasavvufçular, kelimelerden dağıtacak güçlü nuru bulamayan ne fitneler alevlendirir ve şirkler koşarlardı! O takdirde, "Muhammed ne bir beşer, ne de bir kuldur, kudretine bütün ufukların musahhar olduğu, uçsuz bucaksız fezaların kuvvetine müyesser bulunduğu ilahi bir ruhtur" der çıkarlardı.

Onun için ayette "Kulunu" kelimesi, bütün şüpheleri dağıtan ve fitnesiyle akılları olmadık vehimlere kaptıran bütün zanları yok eden hakkın parlak delili ve hücceti olmuştur. Hz. Muhammed'in kendisine vahyolunan ve beşerden başka bir şey olmadığını ispat eden rabbani bir delil olarak gelmiştir. Hatta yüce Rabbinin arşı yanında durup Allah'ın nur ve hidayetinden aldığı o mübarek gecede bile Muhammed'in kendisine vahyolunan bir kuldan başka bir şey olmadığını anlatan iptali imkânsız ilahi bir delildir.

O gecede bir kuldan başka bir şey olmadığına göre, ömrünün geri kalan gece ve gündüzlerinde bir kuldan öte başka bir şey nasıl olabilir?!

Yüce Allah onu davet makamında iken de kul olmakla tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın kulu, O'na davet edince, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi (üzerine üşüşeceklerdi)" (Cin 19)

Ayette "Kul" kelimesinin "Allah" kelimesine izafetini düşünün. Muhammed'in kul oluşu ile yüce Allah'ın ulûhiyet ve rububiyetiyle bir ilişkisi bulunmadığı açık gerçeği bütün zihinlerinizi doldursun ve aklınıza gelebilecek bütün şüpheleri dağıtsın. Muhammed'in Allah olduğunu iddia eden ve gerçeği altüst eden tasavvufçuların fitnesine böylece kapılmaktan kurtulmuş olun.

Yine yüce Allah Hz. Muhammed'i kul olarak nitelemektedir. Kur'ân mucizesiyle inanmayanlara meydan okuduğu bir makamda onun ancak bir kul ve bir insan olduğu gerçeğini şu ayet açık bir delil olarak ortaya koymaktadır:

"Kulumuza indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun benzeri bir sure getirin." (Bakara 23)

Bunlardan başka Hz. Muhammed'in kendisi de bize yol işaretleri dikmekte ve ışıklar koyarak haktan sapmamızı ve yoldan çıkmamızı önlemektedir. Aşırı sevgi taşkınlığıyla ölçüyü kaybetmemek için bize rehberlik etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı çok övdükleri gibi beni abartarak övmeyiniz. Ben ancak bir kulum. Allah'ın kulu ve resûlü, deyiniz."
 
"Sen bizim seyidimizsin" diyen sahabeyi irşat ederek o gür sesi ve parlak beyanıyla nesiller boyu gelecek insanlara yol göstermek ve haktan sapmalarını önlemek için şöyle buyurmuştur: 

"Seyyid ancak Allah’ı Teâlâ'dır." 

Sahabinin sözü daha ağzından çıkıp etrafa yayılmaya başlar başlamaz Rasûlullah onu susturmuş ve devamını bile söylemesine engel olarak ölçüyü kaçırmaması gerektiğini söylemiştir.

Bugüne kadar da müminlerin kalpleri Muhammed'in sevgisi ve büyüklüğüyle dolu olmakla beraber bu ölçüyü hiçbir zaman göz ardı etmemiş ve Allah'ın sıfatlarını ona vermeye yeltenmemişlerdir. Kulun sevgisinin en açık ifadesi olan namazda Rasûlullah Allah'ın emrini bize öğreterek Muhammed'in Allah'ın kulu ve resulü olduğuna şahadet etmemizi istemiştir.

Ama tasavvufçular ne olursa olsun, bu gerçeği yalan ve yanlış olduğunu söylemekte ısrar ederek Allah'ı ve resulünü yalanlamaya çalışmakta ve Muhammed'in Allah'ın kulu değil, belki Allah'ın kendisi olduğunu iftira etmektedir. Şefaat hadisinde kendisinden şefaat isteyen insanları Hz. İsa Hz. Muhammed'e gitmelerini söylemekte ve şöyle demektedir:

"Muhammed'e gidiniz. Allah'ın bütün günahlarını bağışladığı bir kuldur."

Ama tasavvufçular ne olursa olsun, Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'e kin besleyip faziletini inkâr ettiğini iddia etmekte ve "Muhammed, ibadet ettiğimiz rabbin kendisidir, sadece Allah'ın sahip olduğu şeyleri vermesi için kendisine yalvardığımız tanrıdır" diye iftira etmektedir. Bütün müminler şefaatin ancak Allah'ın izniyle olabileceğine inanırken, tasavvufçular ille de "Şefaat ya Muhammed!" diye seslenmekte ve onun Allah gibi fail-i muhtar olduğunu ileri sürmektedir. Kelime-i şahadette, tahiyyatta, ezanda ve diğer yerlerde Müslümanların her defasında ilan ettikleri Muhammed'in kulluğunu, tasavvufçular ille de inkâr ve tevil etmekte, onu Allah'ın bütün sıfatlarına sahip bir tanrı olarak ilan edip Allah'ın dinini değiştirmeye çalışmaktadır.

Hz. Muhammed'in ulaştığı yücelik, üstünlük ve büyüklüğe ancak dini Allah'a halis kılarak, kendisine vahyedilen bir kul olduğunu söyleyerek, tasavvufçuların iftira ettiği gibi ilah veya ilahın ortağı değil, sadece Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu bütün insanlığa ilan ederek kazandığını görmek ve kabullenmek için yukarıda belirttiğimiz ayetleri iyice düşünmek yeterlidir.

Bunun dışında Kur'ân ve Sünnet sayısız yerde bu gerçeği vurgulamakta ve müminleri uyarmaktadır. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu veya bir parçası sayan hıristiyanlarla Hz. Uzeyr'i Allah'ın oğlu kabul eden Yahudilerin kâfir olduklarını açıklamaktadır.

Bir de Oryantalistleri Dinleyiniz!

İslâm'a düşmanlıklarına rağmen oryantalistler bu gerçeği kavradıkları halde kendilerini İslâm'da imam ve Gavs-ı Âzam sayan, görünen âlemi bildikleri gibi gaybı da okuduklarını iddia eden tasavvufçuların bu açık gerçeği görmemeleri veya anlamamaları kalbi hüzün ve âlemle doldurmaktadır.

İslâm'a inanmadıkları halde oryantalistlerin bu gerçeği görmesine rağmen tasavvufçuların onu inkâr etmekte ısrar etmeleri çok acı değil mi? İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor ister istemez:

"Acaba bu tasavvufçuların İslâm'a düşmanlıkları oryantalistlerin düşmanlıklarından daha mı çok ve basiretleri kâfirlerin basiretlerinden daha mı kapalıdır?"

Oryantalist Nicholson'u dinleyelim:

"Hakkında Kur'ân'da varit olan ayetlerde ve birinci asırda kendisinden nakledilen hadislerde Muhammed'in şahsiyetini incelediğimiz zaman, o dönemde tasvir edilen şahsiyeti ile tasavvufçuların velilerini yahut Şia'nın imamlarını tasvir ettikleri şahsiyet arasında farkın çok büyük olduğunu görürüz. Yapılan karşılaştırma sonunda Muhammed'in anlatılan şahsiyeti, tasavvufçuların velisi yahut Şia'nın imamının şahsiyetinden, daha aşağı kalmıyorsa, ondan üstün olmadığı anlaşılmıştır. Tasavvufçuların velisi ile Şia'nın masum imamı Allah'ın bütün sıfatları ile tavsif edilirken, Kur'ân'da Muhammed insanın bütün özelliklerine sahip sadece bir insan ve zaman zaman kendisine vahiy inen bir kul olmakla tanıtılmıştır. Vahyi de doğrudan Allah'tan değil, melek aracılığıyla almış, Allah'ı hiç görmemiş veya sırlarına muttali olmamış, gaybten haber vermemiş, Allah'ın izni dışında mucizeler veya harikuladelikler göstermemiş, sadece Allah'ın kullarından bir kul ve peygamberlerinden bir peygamber olarak bildirilmiştir."

Nicholson, tasavvufçulara göre Muhammed'den söz ederek şöyle devam etmektedir:

"O halde Muhammed bütün peygamberlerin ve evliyanın Allah'a dair bilgilerini kendisinden aldıkları bir kaynak olmaktan ibaret değil, aynı zamanda bütün kâinatta sirayet etmiş olan ilahi hakikat ve her mahlûkun yaratılmasında ilk sebep olduğu gibi, mutlak varlık olan Allah ile tabiat âlemini birbirine bağlayan küllî akıldır da. Âlem de Hakikati Muhammediyye'nin suretinden ibaret olduğu gibi Hakikati Muhammediyye de Allah'ın suretinden başka bir şey değildir."

Goldziher de şöyle diyor:

"Sünnette çizilen peygamberin resmi, evliyayı kutsallaştırma ile uyum sağlaması için tadil ve tahvile uğramıştır. Bunun neticesi olarak halk kitlelerinin inançlarında İslâm'ın ilk kurucusuna dair Kur'ân ve Sünnet'in çizdiği beşeri karaktere tamamen aykırı düşen bir resim ortaya çıkmıştır."

Henrich Bicr de şöyle demektedir:

"Agnostizmin İslâm ortaçağının geç dönemlerinde Muhammed için çizilen resimde etkili olduğu kesindir. Muhammed'e bir nevi tapma olan durumun oluşmasında da etkili olmuştur. Bu tapma ve Muhammed için çizilen resim İslâm'ın ilk şekline tamamen aykırı bulunmaktadır. İslâm'da Allah'ın velileri ise, Helenizm'deki kutsal ruhların bir nevi karşılığıdır. (Agnostizmde bu kutsal ruhlar tanrının zatı ile madde arasında vasıta olan ruhi varlıklardır.) Öyle ki Muhammed -ki ideal örnekleridir- kendisi ezelden mevcut olan akıl olmakta, rahim ve kadir kurtarıcı varlık durumuna geçmektedir. Bu yolla orijinal İslâm'da bulunan vahiy düşüncesi taban tabana zıddına dönüşmüş olmaktadır."

Philip Hitti ise şöyle demektedir:

"İman kısmında ikinci inanç esası, Muhammed'in Allah'ın resûlü ve son peygamber olduğuna inanmaktır. Kur'ân'ın ilahi bilgisinde Muhammed bir insandan başka bir şey değildir ve Allah Kur'ân'ın icazı dışında onun eliyle harikuladelikler meydana getirmemiştir. Ancak gelenekler ve avam halkın sonradan uydurduğu hurafeler Rasûlullah'ın şahsiyeti etrafında ilahi nurdan bir hale oluşturmuştur."

Bu şekilde Yahudi ve Hıristiyanlardan gayr-i müslimler İslâm'ın gerçeklerini kavrıyor da, tasavvuf kâhinlerinin bu gerçekler karşısında gözleri köreliyor. Bu oryantalistler bir dereceye kadar tarafsız olmuşlar ama çok şeyi isabetli bir şekilde anlamış ve hakkı bazı sıfatlarıyla tavsif etmişlerdir.
Batıl ve hurafe inançlarını bilmeseydik, bu sözlerine bakarak onları mihraplarda Kur'ân'ın nuru altında ibadet eden Müslümanlar sanacaktık.

Şimdi soruyoruz, Allah'ın dinine henüz kalpleri teslim olmamış birtakım insanlar bu gerçeği açıkça ilan ve itiraf ederken, tasavvufçuların hurafelere tapması, batıla secde etmesi, hurafelerini kutsallaştırması, İslâm'ın imam ve önderleri olduğunu iddia etmeleri hoşunuza gider mi?

Ne yazık ki şeyh efendiler, batılın sersemleştirdiği bu topluluğun başına geçmiş bulunmaktasınız. 

Onlara Allah'ın hidayetini gösterip doğru yola iletmeye, buna inanmaya ve teslim olmaya davet etme gereğini duymuyor musunuz?!

Her Şey Muhammed'in Nurundan mıdır?

Tasavvufçuların inandıkları ve dillerine doladıkları budur. Her şey Muhammed'in nurundan meydana gelmiştir.

Abdülaziz ed-Debbağ bu hurafeyi şöyle dile getirir:

"Arş ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üsttekileriyle ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed'in nurundan bir parça olduğu görülür. Muhammed'in bütün nuru bir araya getirilip arşa konulsa arş erir, arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilirse, parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar."

Ticani tarikatının mensuplarından biri de şöyle dile getirir:

"Muhammed'in nuru yaratıldığı zaman, taayyün eden kâinatta dağılmadan önce bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlük bu Muhammed'i nurda toplanmıştır. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur." 

"El-Müstecîra" ünvanlı kasidesinde el-Hulvani de şöyle der:

"İnsanlar yok iken bütün varlıklardan önce fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir. Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük bir şereftir! Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin günde sana sığınır. Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer yaratıklar da dâhil, hepsinin sıkıntısını giderirsin. Bana cömertlik yap, şüphesiz Rahman'ın hazineleri sağ elindedir ve sen dağıtanların en cömerdisin." 

Yüce Allah ise şöyle buyurur:

"And olsun, biz insanı çamurdan bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta bir nutfe haline getirdik." (El Mu'minun 12-14)

Şüphe yok ki Muhammed bir insandır. Aksini iddia ediyorlarsa, onun başka bir sıfatını söylesinler. İşte Rasûlullah kendisi bunu dile getiriyor:

"Melekler nurdan, cinler alevli ateşten ve Âdem size anlatılan (çamur)dan yaratılmıştır."

Rasûlullah nurdan ve kendisinin yaratıldığı şeyden söz etmiş, ama meleklerin nurdan yaratıldığını belirttiği halde kendisinin nurdan yaratıldığını söylememiştir. Yine insanların atası Hz. Âdem’den söz etmiş ve Kur'ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi balçıktan yaratıldığını anlatmıştır. Muhammed de Âdem’in oğludur. O halde tasavvufçuların Hakikati Muhammediyye'si kime aittir?!

Kur'ân-ı Kerim’den tek başına şu ayet, tasavvufçuların bu hurafe için diktikleri bütün putları yıkmaya yeterlidir. Yüce Allah, "Bu işte senin yapacağın hiçbir şey yoktur"  buyuruyor.

"Şey" kelimesi Arapçada genellik ve kapsamlılık yönünden en geniş ve kapsamlı bir kelimedir. Hatta bazıları onu mevcut olan ve olmayanı kapsadığını bile söylemiştir.

Nitekim İbn-i Arabî bunun delaletini o kadar genişletmektedir ki zihinsel tasavvurları bile kapsadığını belirtmektedir. Üstelik ayette "Şey" kelimesi olumsuz bir cümlede nekre olarak gelmiş, böylece kapsam ve şümulü daha da büyümüştür. Bütün bu kapsam ve şümulü ile Hz. Muhammed'in elinde bir şey bulunmadığını ifade etmektedir.

Bir de şu ayete bakalım:

"De ki, ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım ve ben apaçık bir uyarıcıyım." (Ahkâf 9)

Muhammed diğer peygamberlerden farklı ve onların ilki olmadığına göre, acaba tasavvufçular onun hakkında inandıklarını diğer peygamberler hakkında da inanırlar mı?

Yüce Allah'ın peygamberine şu hitabını da düşünelim:

"De ki, doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki, gerçekten beni Allah'a karşı kimse himaye edemez. Ondan başka sığınacak kimse de bulamam." (Cin 21-22)

 Kur'ân'ın açıkladığı gerçekler ve ortaya koyduğu hidayet budur. Bunu, tasavvufçuların her şeyin Muhammed'in nurundan yaratıldığı iftiralarıyla karşılaştırınız. Göreceksiniz ki Allah'ın gösterdiği gerçekler ve insanlara gösterdiği yol ile tasavvufçuların uydurduğu ve sapıttıkları yol arasında hiç mi hiç bir ilişki ve yakınlık yoktur. Allah'ın buyurduklarını düşününüz. Onlarda apaydınlık gerçeği, yüce hakkı ve ilahi nuru içinde hikmeti göreceksiniz. Diğer yanda tasavvufçuların küfür kusmuklarını görüp tiksineceksiniz.

Hz. Muhammed Vahyedilmeden Önce Kur'ân'ı Bilir miydi?

Tasavvufçuların iftiralarından biri de şudur: Cebrail Kur'ân'ı öğretmeden önce Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı okuduğunu görünce hayret etmiş ve bunun nasıl olduğunu sorunca şöyle demiş: "Sana vahiy geldiğinde perdeyi bir defa kaldır." Cebrail kaldırmış. Bir de ne görsün vahyi kendisine Muhammed gönderiyor. O anda "Ey Muhammed! Senden ve sana!" diye feryat etmiş!

Evet, yukarıda okuduğunuz saçmalığı ne yazık ki Ezher'in çatısı altında Kur'ân ve Sünnet'e karşı miras aldığı düşmanlık savaşını sürdüren bir zavallı geveleyip durmakta ve zihinleri bu hurafelerle sulandırmaktadır. Bu hurafeyi putperest hamiyetleri tuttuğu ve şeytanlar gibi bir araya geldiklerinde tasavvufçular birbirinden kutsal bir nas gibi nakletmekte ve yaymaya çalışmaktadır.

Niçin olmasın ki?! Zira bu iftirayı tasavvufun en İbn-i Arabî ortaya atmıştır. Allah'ın kelamından şu "Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı (okumakta) acele etme." ayetini güya tefsir ederken şöyle diyor:

"Bil ki ayet ve sureleri tafsil edilmeksizin Kur'ân Cebrail'den önce Muhammed'e mücmel (toptan) olarak verilmiştir. Ona, Cebrail'den önce Kur'ân'la acele edip ümmete mücmel (toplu) olarak sunma. Tafsil edilmediği (ayet ve sure şeklinde kısımlara bölünmediği) için senden kimse onu anlamaz, denilmiştir."

 Bunun düpedüz bir iftira ve düzmece olduğunu kalbinde zerre kadar imanı olan herkes kabul eder. Ama buna rağmen tasavvufçular gözündeki perdeler bu gerçeği görmelerini engellemiş ve bütün varlıkların rabbinin eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sadece Allah olduğu gerçeğini görmelerine engel teşkil etmiştir. Bu kadar perde arasından bu iftiranın batıl olduğunu nasıl göreceklerdir ki?!

Onun için yüce Allah'ın bu konuda buyurduklarını hatırlatmakta yarar vardır. Yüce Allah buyuruyor:

"Ona kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti ki o aklında ve davranışında kâmil bir melektir. Hemen kendi asli suretine girip doğruldu. İşte o zaman en yüksek ufuktaydı." (Necm 5-7)

Apaçık ayetler! Hz. Muhammed'e Kur'ân-ı Kerim’i öğretenin Cebrail meleği olduğunu açık seçik anlatıyor. Cebrail Kur'ân-ı Kerim’i getirmeden önce Hz. Muhammed'in bir bilgisi olmadığını ayan beyan söylüyor:

"Kâfirler, "Kur'ân ona topluca indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve onu tane tane okuduk. Onların sana karşı getirdikleri hiçbir mesel yoktur ki sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim." (Furkan 32-33)

İbn-i Arabî Hz. Muhammed'e Kur'ân'ın topluca ve bir defada indiğini söylüyor ki yukarıda gördüğümüz gibi kâfirlerin de olmasını istedikleri budur.

"Biz onu Kadir Gecesi'nde indirdik" (Kadir 1) ayetinden inanıyoruz ki Hz. Muhammed Allah'ın kitabından daha önce hiçbir harf bilmiyordu ve onu ancak Kadir Gecesi'nde öğrenmiştir. O halde Hz. Muhammed Kur'ân'ı ne zaman toplu halde bir defada öğrenmiş ve almıştır? Kadir gecesinden önce mi, sonra mı? Onu kendisine toplu öğreten Cebrail mi, başkası mı?

Ey tasavvufçular! Söylediklerinizde doğru ve elinizde bir belgeniz varsa getirin! Ama getiremezsiniz.
O halde hakkın sesine kulak veriniz:

"İşte böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur'ân'ı) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin." (Şura 52)

Acaba tasavvufçular bu sözleri anlıyor mu, yoksa batıl inadlarında ısrar mı ediyorlar?

Yüce Allah buyuruyor:

"Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir" dediler. De ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım. De ki, eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum, hala akıl erdiremiyor musunuz?" (Yunus 15-16)

Tasavvufçuların iftirası ise yüce Allah'ın kulu Muhammed hakkındaki bu sarih delillere tamamen aykırı bulunmaktadır.Tasavvufçular hiç hatırlamıyorlar mı? Hz. Muhammed'e Cebrail ilk defa vahiy getirip "oku" diye sıkıştırdığında Hz. Muhammed "Ben okuma bilmiyorum" dediğini hiç akıllarına getirmiyorlar mı?

Hemen ardında müminlerin annesi Hz. Hatice'ye korku ve telaş içinde döndüğünü, Hz. Hatice'nin ona "Allah'a yemin ederim ki Allah seni utandırmaz" meşhur sözünü söylediğini tasavvufçular hiç bilmiyorlar mı? Şayet Hz. Muhammed kendisine vahiy nazil olmadan önce Kur'ân'ı bilseydi veya ondan haberdar olsaydı, bütün bunlar meydana gelir mi? Niçin üç defa " Ben okuma bilmiyorum" dedi? Niçin korku ve telaş içinde döndü ve örtmelerini istedi, onlar da üzerine örtü attılar? Niçin içinde olup bitenleri ve başından geçenleri Hz. Hatice'ye anlattı? Niçin onunla beraber Varaka İbn Nevfel'e gitti?

Bütün bunlar kendisine vahiy indikten sonra başından geçmiş olaylardır. Acaba bütün bunlar Kur'ân'ı daha önce bilmesi ve Kadir Gecesi'nde Cebrail'in ona getirmesinden önce meydana gelmenin delaletleri midir, yoksa daha önce bilmediği ve Rabbinden kendisine aniden gelen şeyler karşısında iman ve takva sahibi bir kişinin duyguları mıdır?

Yazıklar olsun tasavvufçulara! Güneş ışıklarının dört bir yanı aydınlattığını görüyor, buna rağmen "Ne de karanlık!" diyorlar. Tıpkı ışıktan gözleri rahatsız olan yarasalar gibi! Bilindiği gibi, müşrikler ve onların işbirlikçileri ehli kitap Hz. Peygamber'i güç durumda bırakmak, insanlara müfteri ve yalancı göstermek gayretiyle ona birtakım sorular soruyor, kendisi de cevabını bilmediği için Cebrail'in gelip kendisine cevap vermesini bekliyor ve ondan sonra sorulara cevap veriyordu.

Mesela ruhu, Ashab-ı Kehf'i, Zulkarneyn'i kendisinden sordular. Yarın size cevap veririm, dedi onlara. Onlara delilleri göstermek ve biran önce hidayete gelmelerine yardımcı olma gayesi "İnşaallah" dememesine sebep oldu ve çok zor bir duruma düşecek şekilde kendisine bir süre vahiy gelmedi. Nasıl güç durumda kalmasın ki? Düşmanı ona pusu kurmuş, yalancı göstermek ve halka teşhir etmek için can atıyor, risaleti hakkında şüpheler yaymak için tetikte bekliyor.

Bütün bu çetin şartlarda ondan vahiy kesiliyor. İnsanı kahreden o çetin manzarayı düşünebiliyor musunuz? Ondan sonra yüce Allah ona lütfetti ve sorular soruların cevabını Cebrail vasıtasıyla kendisine bildirdi.

Rasûlullah, Cebrail'e "Bana öyle geç geldin ki müşrikler her türlü zanna kapıldılar" buyurdu. Bunun üzerine "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önünüzde, arkanızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Senin Rabbin unutkan değildir" (Meryem 64) ayeti indi.

Tekrar soruyoruz, Hz. Peygamber vahiy gelmeden önce Kur'ân'ı bilmiş olsaydı bütün bunlar meydana gelir miydi? Biliyor idiyse neden sorulara cevap vermedi? Cevap vermedi, çünkü cevabı bilmiyordu.

Ama İbn-i Arabî bütün bu delilleri duymamazlıktan gelerek hurafesini iftira etmekte, o da kuru otlarda ateşin yayıldığı gibi süratle tasavvufçular arasında yayılmakta, veba gibi ortalığı doldurmakta, Şarani'nin kitaplarda yazdığı ve ahmak tasavvufçuların dillerine doladığı bir din haline gelmektedir.

 Müslümanlar arasında sayılan ve imamları olduklarını iddia eden bir topluluğun dini olan bu iftirayı ret etmek için sözü belki de biraz uzattık. Ama bütün bunlara rağmen Allah'ın dinine muhalefeti kendisine din seçen mahut kişi Ezher'in çatısı altında bu saçmalıkları yaymağa çalışmakta, müezzin minarelerden Allahu Ekber, derken, o hurafesini insanlara yaymaktadır.

Ortak Kelimeye Geliniz!

Acaba şeyh hazretlerinin bu putperestlikler hakkında şimdi görüşleri nedir? Bugüne kadar hiçbir ilhadın set çekemediği ve hiçbir inadın önleyemediği hakka karşı tasavvufçuların bu şekilde hakkı gizlemeleri, zıddını kendilerine din edinmeleri, bile bile ona haksızlık etmeleri vicdanını sızlatmıyor, yüreğini yakmıyor mu?

Artık sana ve benzerlerine gösterdiğimiz bunca delil ve döktüğümüz bunca dilden sonra herhalde uykunu feda ederek ve vakitlerini hibe ederek bize karşı delil toplama ve karşı koyma yoluna gidecek değilsin. Artık levmedenlerin levminden korkmadan Allah için hakkı teslim ve Allah'ın dinine bağlı kalmak gerektiğine herhalde siz de inanmışsınızdır.

 Onun için inadı ve haksızlığı bırakıp aramızda ortak bir kelimeye gelmek gerekir.

"Sana bu ilim geldikten sonra seninle tartışanlara "Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim ve "Yalancılar üzerine Allah'tan lanet" diyelim, de. ......Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi tanrılaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman "Bizim Müslüman olduğumuza şahitler olur" deyiniz." (Âl-i İmran 64)

Aramızda Kur'ân ve Sünnet hakem olsun istiyoruz. Falan kişi şöyle dedi, demeyiniz. Size ancak Allah'ın buyurduğunu hatırlatıyoruz.

Bu ümmetin fazilet ve üstünlüğünde ittifak ettiği Abdullah İbn Abbas'ın, bir sözü Ebu Bekir ve Ömer'e nispet etmeye çalışan kişilere söylediği şu mübarek sözünü sizlere hatırlatıyoruz:

"Neredeyse üzerinize Allah gökten ateş yağdıracak ve siz i yakacak! Ben size Allah buyurdu, diyorum, siz Ebu Bekir dedi, Ömer dedi, diyorsunuz, öyle mi?"

İbn Abbas'ın kendisiyle tartışan insanların başına gelmesinden korktuğu şeyin başınıza gelmesinden korkunuz.

Şeyh efendi, münazara yapmak için uygun göreceğin her yerde seninle tartışmaya hazırım. 

Münazaradan önce "Ben haklıyım" demeyeceğim, sana peygamberinin kalbini nur ve hidayetle dolduran yüce Allah'ın ona öğrettiği şu hitapla sesleniyorum:

"O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir."(Sebe 24)

Ama hakkın açığa çıkmasından korkarak yüz yüze gelmek yerine kalkar bizi savcılığa şikâyet edersen, bil ki -savcılığa saygımız yanında- bu senin yaptığın haktan korkan korkakların kaçışı ve görüşünü delillerle savunamayacak kadar zelil insanların acizliği olur.


<<Önceki                Sonraki>>

Puran Tilmiz, 15.01.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü




Seçkin Deniz Twitter Akışı