بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Hakikât-i Muhammediyye
Tasavvufçular onu şöyle tanımlarlar:"İlk taayyünle beraber olan zattır. Esmau'l-Hüsna'sı vardır ve Allah'ın ismi azamıdır." Tasavvufçuların Muhammed'i, beşer (insan) ve resul değil, en üstün mertebelerinde ilahi zatın kendisidir.
Tasavvufçular onu şöyle tanımlarlar:"İlk taayyünle beraber olan zattır. Esmau'l-Hüsna'sı vardır ve Allah'ın ismi azamıdır." Tasavvufçuların Muhammed'i, beşer (insan) ve resul değil, en üstün mertebelerinde ilahi zatın kendisidir.
Ed-Demirtaşî
de şöyle der: "Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri kapsayan ilahi
kemalli insani mertebedir. Hazratu'l-Cem', Ehadiyyetu'l-Cem' diye
isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda (gaybinde) taayyun
eden ilk mertebedir ve o Hakikat-i Muhammediyye'dir."
Yine
Gümüşhanevi şöyle diyor: "Hakkın suretleri Muhammed'in kendisidir. Çünkü
ehadiyyet ve vahdaniyyet hakikati ile taayyun etmiştir."
Görüldüğü
gibi tasavvufçulara göre Muhammed İsm-i Âzamdır. İsm-i Âzam nedir? "Bütün
isimleri kapsayandır yahut mutlak ilahi zatın ismidir" diye
tanımlamışlardır.
Ehadiyyet
nedir? İlahi zatın açığa çıkmasıdır. İsimlerin, sıfatların veya başka bir şeyin
onda hiçbir tesiri yoktur. Hakkiyet (ulûhiyet) ve halkiyyet (beşeriyet)
özelliklerinden soyut salt zatın ismidir.
Muhammed
vahidiyyettir. Vahidiyyet nedir? İlahi zatın sıfatı olarak ve sıfatın onda zat
olarak açığa çıkmasıdır, diye açıklamışlardır. Ehadiyyet ile vahidiyyet
arasındaki fark da şudur: Ehadiyyette isim ve sıfatlardan bir şey zahir olmaz.
Vahidiyyette ise isim ve sıfatlar zahir (açığa çıkmış) olur.
Tasavvufçular
Muhammed'in zat ve sıfat olarak Allah'ın kendisi olduğuna, evvel ve ahir, batın
ve zahir olduğuna, mutlak varlık (vücut) ve mukayyed varlık (vücut) olduğuna, o
varken ondan önce veya onunla beraber başka bir şeyin bulunmadığına, sonra
maddi suretlerde taayyün ettiğine ve birinde cansız (cemad), birinde canlı
olarak isimlendirildiğine ve isminin bütün varlıkların ismini kapsadığına ve
mahiyetinin bütün mahiyet (kimlik ve kişilik)lerle aynı olduğuna inanırlar.
İbn
Arabî şöyle der:
"Âlemin
başlangıcı hava (boşluk)tur. Âlemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerine istiva
ile nitelenen rahmani hakikati Muhammediyye'dir. Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı
bir varlık söz konusu olmadığı için onu ihata etmek de söz konusu değildir. O
neden var olmuştur? O, varlık veya yoklukla nitelenemeyen malum hakikatten var
olmuştur. Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da var olmuştur. Ne şekilde var
olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen Hak (Allah)'ta mevcut olan misal
(şekil) üzere var olmuştur. Niçin var olmuştur? İlahi hakikatleri izhar etmek
için. Gayesi nedir? Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her âlemin
yaratıcısından nasibini almasını sağlamak. Gayesi, hakikatlerini izhar etmek ve
en büyük âlemin feleklerini bilmektir."
Yine
şöyle der:
"Nuru
içinde bir lamba bulunan kandile benzer. Lambaya benzetilmiştir. O boşlukta
akılla adlandırılan Hakikati Muhammed'den daha çok kabul edeceği bir şey yoktu.
Akıl denilen bu Hakikati Muhammed bütünüyle âlemin başlangıcı ve varlık olarak
ilk zahir olandı. Onun varlığı o ilahi nurdan, boşluktan ve küllî hakikattandı.
Boşlukta kendisi var olmuş ve âlemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur.
Onun en yakını âlemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı (sırdaşı) Ali İbn Ebi
Talib'dir."
Yine
şöyle der:
"Yüce
âlem de Hakikati Muhammediyye'dir. Feleği de hayattır. İnsanlardan benzeri ise
Latife ve Kutsi ruhtur."
Dr. Zeki
Mübarek Hakikati Muhammediyye inancının temel olarak Hıristiyanlık inançlarına
dayandığını söylemekte ve şöyle demektedir:
"Açıkça
anlaşılıyor ki müfrit tasavvufçuların Hakikati Muhammediyye inançları Hıristiyan
kaynaklarından alınmıştır. Hıristiyanlar'a göre Hz. İsa Allah'ın oğludur. Yani
Hz. İsa Allah ile insanlar arasında bir vasıta kabul edilmiştir. Hakikati
Muhammediyye inancına göre de Muhammed taayyünlerin ilkidir ve Hz. İsa'nın
üstünde baba Allah'tan başka bir şey bulunmadığı gibi Muhammed'in üstünde de
zatı ehadiyyetten başka bir şey yoktur. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya seslendikleri
zaman Allah'ı gözlerinin önünde canlandırırlar. İsa olmasaydı varlık olmazdı,
derler. Tasavvufçular da Muhammed'e seslendikleri zaman Allah'ı gözlerinin
önünde canlandırırlar. Muhammed olmasaydı varlık olmazdı, derler.
Hıristiyanlar'a göre İsa Allah'ın oğludur. Ancak bir insan suretinde ortaya
çıkmaktadır yahut bir insan suretinde var edilmiştir. İsa olmasaydı Allah ile
varlıklar arasında bağ kopar ve âlem yok olurdu. Muhammed de olmasaydı ne
yeryüzü, ne ufuk, ne zaman, ne insan, ne de nesil olurdu. İsa Allah'ın kelimesidir.
Onun davetini tebliğ eden mensubu elçiler de kelimelerdir. Tasavvufçulara göre
Muhammed de Allah'ın kelimesidir ve bütün peygamberler onun kelimeleridir.
Onların hususiyetleri vardır ve Muhammed'in tabilerinin de hususiyetleri
vardır."
Gerçek
şu ki; Hakikati Muhammediyye inancı hurafe ve saçmalıktan başka bir şey
değildir. Gördüğümüz kadarıyla Hıristiyan teoriden alınmıştır. Hıristiyan teori
de kuvvetleri akıllara taksim eden Yunan felsefesinden alınmıştır. Özellikle bu
nazariyeyi savunan İbn Arabi'nin şu sözlerini hatırlarsak, söylediklerimizin ne
kadar doğru olduğunu anlarız.
Şöyle
diyor İbn Arabî:
"Yunan
felsefesinden, Yahudi, Hıristiyan ve İslâm dininden okuduklarını özümledim,
sonra bu karışımı başkasının rahatlıkla ve kısa bir zamanda elde edemeyeceği
felsefi bir karışım haline getirdim."
Ve
Allah'ın Dininde Hz. Muhammed
Tasavvufçuların Muhammed'i işte budur. Ama
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i yüce Allah bize şöyle tanıtır:
"De
ki; ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu
vahyediliyor." (Fussilet 6)
"Muhammed
ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir." (Zümer 30)
"Kâfirler
aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da; "Bu şaşılacak bir
şeydir" dediler." (Kâf 2)
"Ümmiler
arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur." (Cuma 2)
"Muhakkak
sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de kıyamet günü
Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız." (Zümer 30-31)
"Onlar
"Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı. Öyle ki
içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize
gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri şahit getirmelisin. Yahut
da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap
indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayacağız." (İsra 90-93)
Bütün bu
isteklere ve şartlar koşmalarına karşılık Hz. Peygamber'in cevabına bakınız:
"De
ki; Rabbimi tenzih ederim, ben sadece beşer (insan) bir elçiyim."
Yüce
Allah yine Hz. Muhammed'in ancak bir insan olduğunu ve ulûhiyetle bir ilişkisi
bulunmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır:
"Bir
gece kulunu Mescidi Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra 1)
"Ve
Allah'ın kulu O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe
gibi birbirlerine geçeceklerdi. (Başına üşüşeceklerdi). De ki; ben ancak
Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam. De ki; doğrusu ben size ne
zarar verme, ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki; gerçekten beni Allah'a
karşı kimse himaye edemez. O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam." (Cin 19-22)
Bütün
bunlar ve Kur'ân-ı Kerim’in diğer bütün ayetlerinde acaba Muhammed'in Allah'lıkla,
ilk yaratık olmakla yahut Allah'ın ruhundan veya nurundan yaratılmış olmakla
veya Allah'ın şu veya bu şekilde tecellisi, taayyünü veya görünümü olmakla bir
ilgisi olduğunu gösteren bir şey var mıdır?
Bu
ayetlerin tümünde Muhammed'in Allah'ın kulu ve resulü olduğu, diğer insanlar
gibi sonradan yaratılıp öleceği anlatılmıyor mu? Şunu da sormak lazım? Acaba
Allah'ın zatı ve ismi azamı olmak her insan için olur mu?
Doğrusu,
tasavvuf dini bu zındıklığı gerektirmekte, hatta bu isim ve sıfatların Firavn,
Ebu Cehil ve benzeri küfür tağutlarına da verilmesini gerektirmekte, her
birinin ilk taayyunda ilahi varlığın kendisi olarak nitelenmesini zorunlu
kılmaktadır. Çünkü onlar da birer beşer, yani insandır. Ama biz inanıyoruz ki,
Kur'ân ve sahih sünnetin ifadesiyle Allah'ın ilk yarattığı şey kalem veya
arştır. O halde Hakikat-i Muhammediyye hurafesi ne zaman uydurulmuştur?
Biliyoruz
ki; Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah Vehbi’n kızı Âmine ile evlenmiş ve bunların
da Muhammed adında bir çocukları dünyaya gelmiştir. Muhammed iyilik, temizlik,
şeref ve hayır terbiye ile yetişmiş, çocukluğu aydın olduğu gibi gençliği ve
delikanlılığı da tertemizdir. Gençliğine ve delikanlılığına herhangi bir leke
veya şüphe düşmemiş, heva ve hevesleri onu karanlık yollara yahut haram fiillere
götürmemiştir.
Bütün
dünyası sabah ve akşamıyla, seher ve yatsısıyla bütün vakitleri Allah'ın zikri
ile tertemiz geçmiştir. Hayatta çobanlık yapmış, ticaret yapmıştır. Her
ikisinde de salih ve güçlü bir ferd olarak ideal örnek olmuştur. Takva ile
korunan emanet, bütün dünya işlerinin yürütüldüğü serapa hikmet, emanet
bilinciyle hakkı ve görevi kutsallaştıran gözetme ile görevini yapmıştır.
Hayatının bütün aşamalarında edep ve ahlakta, akli hikmet ve duygu
üstünlüğünde, düşünce üstünlüğü, irade kuvveti, kararlılıkta, yüce şeref ve
izzette, insaf ve merhamette, diğerkâmlık ve hayırseverlikte, tolerans ve güzel
muamelede eşsiz bir örnekti. Kalbini sadece Allah sevgisiyle doldurmuş,
iradesini daima hayra yöneltmiş, duygularını her zaman yüceliğe ve düşüncesini Allah'ın
rızasını kazanacak şeylere çevirmiştir. Mertlik ve cömertlikte, Allah'ın
kendisine verdiği bütün nimetlerde eli açık ve gönlü zengindi Sadece hak için
kızmış, sadece kötülük ve günahlardan çekinmiş, yalnızca Allah'ın vereceklerine
heves etmiştir.
Yüce Allah onu peygamberlerin sonuncusu olarak
seçmiştir. Allah yolunda cihadın tam anlamıyla cihad etmiş, Allah'ın kendisine
indirdiklerinin tümünü insanlara tebliğ etmiş, yüce Allah da buna şahit
olmuştur. Allah'ın sözü üstün olduktan ve kâfirlerin mağlubiyeti
gerçekleştikten sonra Rabbine kavuşmuştur. Hz. Peygamber'in hayatında belirgin
çizgiler olarak bunları görüyoruz ve kendimize rehber ediniyoruz.
Gerçek
böyleyken, söyleyin bakalım, Hakikatı Muhammediyye uydurmasını nasıl
yakıştırıyorsunuz?
Başlangıcı karanlık ve ne idüğü karanlık olan bu tasavvuf mitolojisini nereden uyduruyorsunuz? Bu efsanenin anası kim? Babası kim? Neden yaratılmış ve kime gönderilmiştir? Size getiren bir melek veya peygamber midir, yoksa zihinlerinize sokan Şeytan-ı Ekber midir?
Başlangıcı karanlık ve ne idüğü karanlık olan bu tasavvuf mitolojisini nereden uyduruyorsunuz? Bu efsanenin anası kim? Babası kim? Neden yaratılmış ve kime gönderilmiştir? Size getiren bir melek veya peygamber midir, yoksa zihinlerinize sokan Şeytan-ı Ekber midir?
Hz.
Muhammed hakkında tasavvufçuların zındıklıklarını sergilemeye devam ediyoruz.
Tasavvufçular Muhammed'in durumunu Allah'ın durumunun aynısı olduğunu iddia
ediyor. Hiç böyle bir şey olur mu?, diyeceksiniz.
İşte
size delili ve örneği:
"Bütün
tasarruflarında Muhammed'in durumu Allah'ın durumu gibidir. Âlemde Muhammed'den
başka yoktur."
"Hakikatinin
sonu bilinmez ve nihayeti idrak edilmez. O, iman ettiğimiz gaiptendir."
"Beşeriyeti
salt nur olduğu için onun artıkları (gaita ve idrarı) tertemiz ve mukaddesti. Vücudunun
diğer cisimler gibi gölgesi yoktu. Âdem'e üfürülen Allah'ın ruhundan
kastedilen, bu Muhammedî nurdur. Allah'ın ruhu Muhammed'in nurudur."
Mekke'den Medine'ye Hicret Eden
Allah mı, Muhammed mi?
İbn
Arabî şöyle der:
"Allahım,
salavatanın bağı (sılası)nı ve selamlarının selametini rabbani körlük (boşluk)'tan doğan taayyunatın ilki ve insan
türüne katılan tenezzulatın sonuncusu üzerine saç. Mekke'den Medine'ye hicret
eden Allah’tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu. Daha önce ne ise şimdi de
odur. Varlığında beş âlemin hadaratını toplamaktadır. Hüviyet sırrı her şeyde
sirayet etmiştir. Ubudiyetle rububiyeti şahsında toplamış, imkân ve vücudiyeti
kapsamıştır."
Tasavvufçuların
en büyük tağutunun bu edepsizce şirkiyle Muhammed’in Allah olduğunu nasıl iftira
ettiğini görüyor musunuz?!
Küfrünü
dile getirdiği şu sözlerindeki düşmanlığın ve şeytanlığın derecesine bakınız:
"Mekke'den
Medine'ye hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu."
İnsan bu
cümleyi okuduğu zaman bir eksikliği veya yanlışlığı olduğunu sanır ve
"Hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu"
ibaresinin öncesi ve sonrasıyla bir bağlantısı olmadığı zannedilir.
İtiraf
edeyim ki; ben de bu şekilde sandım ve bu cümlenin ibareye sonradan
karıştırıldığını sandım ve İbn-i Arabî’nin apaçık bir gerçek ile ayan beyan bir
batıl arasında böyle bir cümleyi koymasından maksadının ne olduğunu bir türlü
kavrayamadım. Ama ibareye dönüp tekrar tekrar okuduğum ve İbn-i Arabî’nin
dinini göz önüne getirdiğimde bundan maksadının ne olduğu gözümün önünde
canlandı ve bütün çıplaklığıyla açığa çıktı.
O zaman
kesin olarak anladım ki bu cümle sonradan karıştırılmamış, belki onun dininin
eti ve dokusunu ifade etmiştir. Cümlenin Arap dil kurallarına göre kelimelerini
tekrar düzenleyip okuduğumuzda, yerlerini yeniden ayarladığımızda değişen
hiçbir şey olmamıştır.
Ve
anlıyoruz ki İbn-i Arabî bir iftirada bulunarak Mekke'den Medine'ye hicret
edenin Muhammed değil, Allah'ın kendisi olduğunu söylemektedir. Allah Muhammed
adındaki surette tecelli etmiş ve hicret etmiştir.Hâlbuki bütün dünya biliyor
ki hicret esnasında Hz. Peygamber'in arkadaşı Hz. Ebu Bekir'di. Ama buna rağmen
İbn-i Arabî onunla beraber başka kişinin bulunmadığını iftira etmekte ve Ebu
Bekr'in de aslında adı Ebu Bekir olan bir surette tecelli eden Allah'tan başka
bir şey olmadığını söylemektedir.
Ondan
sonra Hz. Muhammed öldü ve Hz. Ebu Bekir de daha sonra öldü. Soruyoruz, acaba
ölüm acısını iki defa tadan hangi ilahtır bu? Her an binlerce defa ölüp dirilen
ilah mı olur? Bu şekilde tasavvufçular en büyük ilahın yaratıkların aynısı
olduğuna inanmışlardır.
Geçen
her anda bir hayat ölür ve bir hayat doğduğuna göre, vay tasavvufçuların başına
gelenlere! Her anda binlerce defa ölen ve binlerce defa doğan bir tanrıya nasıl
inanıyor, nasıl tapıyorlar?! Tasavvufa göre Muhammed'in iki görünümü veya iki
itibarı vardır. Zahiri itibariyle kul ve yaratıktır. Batını itibariyle de rab
veya hak (Allah)'dır.
Onun
için İbn-i Arabi zahiri itibariyle onu "ubudiyet sahibi" olarak
nitelerken, batını itibariyle de "uluhiyet sahibi" olarak tavsif
etmektedir. Nasuti (insan) olması itibariyle mümkün varlık olduğunu söylerken,
lahuti (ilahi) olması itibariyle de vacip varlık olduğunu belirtmektedir.
İbn-i
Beşiş'in selatını şerhederken en-Nablusi de şöyle diyor:
"Muhammed'e
ancak Muhammed salât okumuştur. Çünkü kulların ona salâtı isminin suretinden
bir emriyle kullardan sadır olmuştur. (Yani Kur'ân'da Allah müminlere
Muhammed'e salât okumalarını emrederken, gerçekte emreden Muhammed'in
kendisiydi ve Allah bu salâtı okuyan kulların suretine bürünmüştü.)"
Hak Gelir, Batıl Yok Olur!
Peygamberlerin
sonuncusu Hz. Muhammed'in kim olduğunu yüce Allah bize bildirmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Muhammed
ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o
ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz?" (Âl-i İmran 144)
"Kendisinden
önce peygamberler gelip geçmiştir"
Sözleri
batılı yıkan kesin birer hüccettir.
Müminlerin
Hz. Muhammed hakkında inançları da şudur: Bizim gibi bir insandır, sadece ona
vahyedilir. Allah'ın kelamı, vahyi ve hidayeti olan Kur'ân onların bu şekilde
inanmalarını farz kılmaktadır. Kalp, fikir ve şuur ile Allah'a yönelmek, ondan
korkmak ve rahmetini ummak farzdır.
Kur'ân gerçeği bize anlatarak hakkı
bulmamızı sağlamaktadır. Hz. Muhammed'in beşeriyetinin bizim beşeriyetimiz gibi
olduğunu son derece beliğ ve fasih, veciz ve eşsiz bir üslupla kararlaştırmaktadır.
Cahil ve okur yazar olmayanlara bile kapalı kalmayacak şekilde Kur'ân bunu açık
seçik belirtmekte ve hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır.
Şöyle
buyuruyor:
"De
ki, ben ancak sizin gibi bir insanım, ilahınızın ancak tek ilah olduğu bana
vahyolunuyor."(Fussilet 6)
Son
derece açık seçik net ve sağlam, hikmet ve belagat dolu bir üslup içinde
sunulan hak, hikmet ve hidayet! Müminin kesin inancına arız olacak en ufak bir şüpheye
bile yer bırakmamakta, âyetin manasını bozabilecek en ufak bir gizlilik veya
kapalılık bulunmamaktadır.
"Sizin
gibi bir insan" sözünü düşünen herkes, yüce Allah'ın hikmetinin
etrafındaki her şeyi doldurduğunu ve iman edilmesi vacip olan hakka ilettiğini
görür. Zira bizim insan oluşumuzu, Hz. Muhammed'in insan oluşunu ölçeceğimiz
ölçü yapmakta ve "Sizin gibi bir insan" demektedir. Böylece bu
tertemiz ve sevimli insanın sevgisinde aşırılığa kaymamız ve onu beşer üstü
başka bir kimlikle tevehhüm etmemiz önlenmiş bulunmaktadır.
Gerçeğinde
bizim beşeriyetimizden farklı bir yaratılışı olduğu yahut onda herhangi bir
şekilde ulûhiyetin bir özelliğinin bulunduğunu tevehhüm etmemek için tedbir
alınmış olmaktadır. Künhünü kavramadığımız ve ancak bir tek kişide gerçekleştiğini
tevehhüm edeceğimiz birtakım düşüncelerin zihnimize gelmesi önlenmektedir.
Bunu
ifade etmek için belki, "Deki, ben insanım" yahut "Siz benim
gibi insansınız" denilebilirdi. Ama âlim ve hâkim, habir ve basir olan
yüce Allah Hz. Muhammed'in kimliğini ve beşeriyetini bizim sahip olduğumuz ve
bildiğimiz beşeriyetle bize tarif etmek istemiş, bu beşeriyetin taşıdığı bütün
duygu ve güdüler, kıymet ve değerlere sahip bizim gibi bir insan olduğunu
anlatmayı dilemiştir.
Bu
beşeriyetin başlangıcını ve sonunu, sevgi ve nefretini, kısaca bütün olumlu ve
olumsuz yönlerini biliyoruz. Onun için yüce Allah Hz. Muhammed'in beşeriyetini
bize benzeterek bizlere anlatmaktadır.
Beşer
olarak bizim gibi bir insan olduğu için yemiş içmiş, evlenmiş ve çocuk sahibi
olmuş, acıkmış, doymuş, hastalanmış, üzülmüş, gözlerinden yaşlar akmış, ağlamış
ve Allah'ın bu hayatta insanoğlu için takdir ettiği bütün beşeri özellikler
ondan sadır olmuştur. Nihayet insanların ruhunu kabzeden ölüm meleği onun da
ruhunu almış ve böylece yüce Rabbine kavuşmuştur.
Ancak
Hz. Muhammed'in beşeriyeti Allah'ın kendisine verdiği hidayetle ona kesin iman
ile inanmış, üzerindeki hak ve şükür borcunu kâmilen yerine getirmiş, en yüce
insani üstünlüğün zirvesine çıkmış ve eşsiz en üstün parlayan yıldız olmuştur
insanlar arasında. Katıksız tevhidin en üstün ufkuna çıkmış, günah dürtüsü onu
saptırmadığı gibi haram güdüsü de onu yoldan çıkarmamıştır.
Çünkü
Hz. Muhammed sadece Allah'ı kendine rab edinmiş, ona daveti ve hoşnutluğunu
kazanmayı cihad ve mücadelesinin hedefi, dünya hayatının yüce gayesi ve şaşmaz
ekseni yapmıştır. Sonra "Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda
dolaşıyor" diyen müşrikler hakkında yüce Allah'ın şu hükmüne bakınız.
Yüce
Allah bunların sapıttıklarını ve doğruyu bulamadıklarını belirtiyor. Bundan da
anlıyoruz ki müşriklerin yadırgadıkları bu olayın insanlar hakkında yüce
Allah'ın hikmet ve adalet, âlemde paylarına düşen bir paydır. Beşer (insan)
olmanın da peygamberlik makamına hiç bir şekilde gölge teşkil etmemektedir.
Çünkü her şeyden önce peygamber bir insandır. İnsanlar da yemek yer ve
çarşılarda yürürler.
Yine
yüce Allah'ın bütün peygamberlerini nitelediği şu hükmüne bakalım:
"Biz
onları yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık, onlar ebedi de
değillerdir." (Enbiyâ 8)
"Senden
önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de istisnasız yemek yerler, çarşılarda
yürürlerdi." (Furkan 20)
Bu
ayetleri düşünelim ve Muhammed'in dünyada ebedi kalacak hayatın yıldızı
olduğunu iddia eden ve pisliklerinin tertemiz ve kutsal, rabbani nurun
parıltıları olduğunu iftira eden putperestliğin yalanlarını yüzlerine vuralım.
Onların iddia ettiği yahut iftira ettiği gibi olsaydı, o zaman Hz. Muhammed
neden abdest alır veya teyemmüm yapardı? Neden yıkanır ve temizlenirdi?
Sonra
yüce Allah'ın peygamberine olan şu hitabını düşünelim:
"Şüphesiz
öleceksin ve onlar da öleceklerdir." (Zümer 30)
Hz.
Peygamber'in ölümü belirtildikten sonra bizlerin de ölümü belirtilmiştir.
Bundan da anlıyoruz ki hakkımızda kararlaştırılan ölüm Hz. Peygamber hakkında
kararlaştırılan ölümün aynısıdır. Bütün bunlar apaçık ve seçik olduğu halde
Muhammed'in ölümünün sonsuz hayat olduğunu, söyleyen, söze anlamının tam zıddı
mana veren yahut işkembesinden mana giydirenler çıkmış ve hakla batılı tersyüz
etmiştir. İşin tuhaf yanı, bu gibilerin saf Müslümanlara en büyük veli, yüce
kutup ve Müslümanlık örneği olarak gösterilmesidir.
Tasavvufçular
şöyle derler:
"Muhammed
ruhu ve cesediyle her yerde ve her mecliste hazır bulunur, yerde ve göklerde
dilediği zaman tasarruf eder ve dolaşır. Şimdi de ölmeden önceki durumunda olup
onda hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir."
Tasavvufçuların
bu inancına karşılık yüce Allah'ın şu ayetlerine bakalım:
"Müşrikler
sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni
neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve o zaman seni candan dost kabul
edeceklerdi. Şayet seni sabit kılmasaydık, gerçekten neredeyse onlara birazcık
meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün katmerlisini
tattırırdık, sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." İsra 73-75)
Kahhar
ve Cebbar olan yüce Allah'ın tehdidi! Bu tehdit bir tanrının kendisi veya
benzeri bir tanrı için midir yoksa yerin ve göklerin hâkimi, kahhar ve muktedir
olan Allah'ın en şerefli kuluna bir tehdidi midir?
Muhammed
rububiyeti ve ulûhiyette tasavvufçuların iddia ettiği gibi -Allah'ın ortağı
olsaydı, nefsi korku ve dehşetle dolduran, tüyleri ürperten böyle bir tehditle
onu dener, sadece Allah'a boyun eğerek onun sevgisiyle dolmaya yönlendirir,
çizdiği sınırları bir an ve bir kıl kadar aşmamasını ister miydi?
Allah'ın
bir mümini yardımcıyı kaybetmek ve hem dünyada hem ahirette katmerli azaba
uğratmakla tehdit etmesinden daha açıklı ve çetin bir azap düşünülebilir mi?
Muhammed'in
tanrılığına inanan tasavvuf dininin mensupları! Söyler misiniz; Allah'ın kendi
kendini tehdit etmesi, dünya ve ahiret azabını katmerli bir şekilde
tattıracağını söylemesi, kendi kendini yardımcısız ve dostsuz bırakmakla
cezalandırmasını aklınız kabul ediyor mu?
Hz. Peygamber'in En Şerefli
Makamında En Şerefli Sıfatları
Yüce Allah Hz. Peygamber'i makamlarının en
şereflisi, en kalıcısı, etki ve gaye bakımından en önemlisi olan ubudiyet
sıfatıyla nitelemekte ve "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i
Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" (İsra 1) buyurmaktadır.
En büyük
yüceliğin zirvesine çıktığı ve en kalıcı hatıralarla dolduğu o mübarek gecede
yüce Rabbi onu katıksız kullukla (kul olmak)la tavsif etmekte ve "kulunu"
diye anmaktadır. Bunun yerine "Muhammed'i götürdü" denilseydi, Allah
bilir, tasavvufçular bunu basamak yaparak ne şirkler ortaya atar ve haltlar
karıştırırlardı.
Böyle
bir şey olsaydı, tasavvufçular, kelimelerden dağıtacak güçlü nuru bulamayan ne
fitneler alevlendirir ve şirkler koşarlardı! O takdirde, "Muhammed ne bir
beşer, ne de bir kuldur, kudretine bütün ufukların musahhar olduğu, uçsuz
bucaksız fezaların kuvvetine müyesser bulunduğu ilahi bir ruhtur" der
çıkarlardı.
Onun
için ayette "Kulunu" kelimesi, bütün şüpheleri dağıtan ve fitnesiyle
akılları olmadık vehimlere kaptıran bütün zanları yok eden hakkın parlak delili
ve hücceti olmuştur. Hz. Muhammed'in kendisine vahyolunan ve beşerden başka bir
şey olmadığını ispat eden rabbani bir delil olarak gelmiştir. Hatta yüce
Rabbinin arşı yanında durup Allah'ın nur ve hidayetinden aldığı o mübarek gecede
bile Muhammed'in kendisine vahyolunan bir kuldan başka bir şey olmadığını
anlatan iptali imkânsız ilahi bir delildir.
O gecede
bir kuldan başka bir şey olmadığına göre, ömrünün geri kalan gece ve
gündüzlerinde bir kuldan öte başka bir şey nasıl olabilir?!
Yüce
Allah onu davet makamında iken de kul olmakla tavsif etmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Allah'ın
kulu, O'na davet edince, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine
geçeceklerdi (üzerine üşüşeceklerdi)" (Cin 19)
Ayette "Kul" kelimesinin
"Allah" kelimesine izafetini düşünün. Muhammed'in kul oluşu ile yüce
Allah'ın ulûhiyet ve rububiyetiyle bir ilişkisi bulunmadığı açık gerçeği bütün
zihinlerinizi doldursun ve aklınıza gelebilecek bütün şüpheleri dağıtsın.
Muhammed'in Allah olduğunu iddia eden ve gerçeği altüst eden tasavvufçuların
fitnesine böylece kapılmaktan kurtulmuş olun.
Yine
yüce Allah Hz. Muhammed'i kul olarak nitelemektedir. Kur'ân mucizesiyle
inanmayanlara meydan okuduğu bir makamda onun ancak bir kul ve bir insan olduğu
gerçeğini şu ayet açık bir delil olarak ortaya koymaktadır:
"Kulumuza
indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun benzeri bir sure getirin." (Bakara 23)
Bunlardan
başka Hz. Muhammed'in kendisi de bize yol işaretleri dikmekte ve ışıklar
koyarak haktan sapmamızı ve yoldan çıkmamızı önlemektedir. Aşırı sevgi
taşkınlığıyla ölçüyü kaybetmemek için bize rehberlik etmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Hıristiyanların
Meryem oğlu İsa'yı çok övdükleri gibi beni abartarak övmeyiniz. Ben ancak bir
kulum. Allah'ın kulu ve resûlü, deyiniz."
"Sen
bizim seyidimizsin" diyen sahabeyi irşat ederek o gür sesi ve parlak
beyanıyla nesiller boyu gelecek insanlara yol göstermek ve haktan sapmalarını
önlemek için şöyle buyurmuştur:
"Seyyid ancak Allah’ı Teâlâ'dır."
Sahabinin sözü daha ağzından çıkıp etrafa yayılmaya başlar başlamaz Rasûlullah
onu susturmuş ve devamını bile söylemesine engel olarak ölçüyü kaçırmaması
gerektiğini söylemiştir.
Bugüne
kadar da müminlerin kalpleri Muhammed'in sevgisi ve büyüklüğüyle dolu olmakla
beraber bu ölçüyü hiçbir zaman göz ardı etmemiş ve Allah'ın sıfatlarını ona
vermeye yeltenmemişlerdir. Kulun sevgisinin en açık ifadesi olan namazda
Rasûlullah Allah'ın emrini bize öğreterek Muhammed'in Allah'ın kulu ve resulü
olduğuna şahadet etmemizi istemiştir.
Ama
tasavvufçular ne olursa olsun, bu gerçeği yalan ve yanlış olduğunu söylemekte
ısrar ederek Allah'ı ve resulünü yalanlamaya çalışmakta ve Muhammed'in Allah'ın
kulu değil, belki Allah'ın kendisi olduğunu iftira etmektedir. Şefaat hadisinde
kendisinden şefaat isteyen insanları Hz. İsa Hz. Muhammed'e gitmelerini
söylemekte ve şöyle demektedir:
"Muhammed'e
gidiniz. Allah'ın bütün günahlarını bağışladığı bir kuldur."
Ama
tasavvufçular ne olursa olsun, Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'e kin besleyip
faziletini inkâr ettiğini iddia etmekte ve "Muhammed, ibadet ettiğimiz
rabbin kendisidir, sadece Allah'ın sahip olduğu şeyleri vermesi için kendisine
yalvardığımız tanrıdır" diye iftira etmektedir. Bütün müminler şefaatin
ancak Allah'ın izniyle olabileceğine inanırken, tasavvufçular ille de
"Şefaat ya Muhammed!" diye seslenmekte ve onun Allah gibi fail-i
muhtar olduğunu ileri sürmektedir. Kelime-i şahadette, tahiyyatta, ezanda ve
diğer yerlerde Müslümanların her defasında ilan ettikleri Muhammed'in
kulluğunu, tasavvufçular ille de inkâr ve tevil etmekte, onu Allah'ın bütün sıfatlarına
sahip bir tanrı olarak ilan edip Allah'ın dinini değiştirmeye çalışmaktadır.
Hz.
Muhammed'in ulaştığı yücelik, üstünlük ve büyüklüğe ancak dini Allah'a halis
kılarak, kendisine vahyedilen bir kul olduğunu söyleyerek, tasavvufçuların
iftira ettiği gibi ilah veya ilahın ortağı değil, sadece Allah'ın kulu ve
elçisi olduğunu bütün insanlığa ilan ederek kazandığını görmek ve kabullenmek
için yukarıda belirttiğimiz ayetleri iyice düşünmek yeterlidir.
Bunun
dışında Kur'ân ve Sünnet sayısız yerde bu gerçeği vurgulamakta ve müminleri
uyarmaktadır. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu veya bir parçası sayan hıristiyanlarla
Hz. Uzeyr'i Allah'ın oğlu kabul eden Yahudilerin kâfir olduklarını
açıklamaktadır.
Bir de Oryantalistleri
Dinleyiniz!
İslâm'a düşmanlıklarına rağmen oryantalistler
bu gerçeği kavradıkları halde kendilerini İslâm'da imam ve Gavs-ı Âzam sayan,
görünen âlemi bildikleri gibi gaybı da okuduklarını iddia eden tasavvufçuların
bu açık gerçeği görmemeleri veya anlamamaları kalbi hüzün ve âlemle doldurmaktadır.
İslâm'a
inanmadıkları halde oryantalistlerin bu gerçeği görmesine rağmen
tasavvufçuların onu inkâr etmekte ısrar etmeleri çok acı değil mi? İnsanın
aklına şöyle bir soru geliyor ister istemez:
"Acaba
bu tasavvufçuların İslâm'a düşmanlıkları oryantalistlerin düşmanlıklarından
daha mı çok ve basiretleri kâfirlerin basiretlerinden daha mı kapalıdır?"
Oryantalist
Nicholson'u dinleyelim:
"Hakkında
Kur'ân'da varit olan ayetlerde ve birinci asırda kendisinden nakledilen
hadislerde Muhammed'in şahsiyetini incelediğimiz zaman, o dönemde tasvir edilen
şahsiyeti ile tasavvufçuların velilerini yahut Şia'nın imamlarını tasvir
ettikleri şahsiyet arasında farkın çok büyük olduğunu görürüz. Yapılan
karşılaştırma sonunda Muhammed'in anlatılan şahsiyeti, tasavvufçuların velisi
yahut Şia'nın imamının şahsiyetinden, daha aşağı kalmıyorsa, ondan üstün
olmadığı anlaşılmıştır. Tasavvufçuların velisi ile Şia'nın masum imamı Allah'ın
bütün sıfatları ile tavsif edilirken, Kur'ân'da Muhammed insanın bütün
özelliklerine sahip sadece bir insan ve zaman zaman kendisine vahiy inen bir
kul olmakla tanıtılmıştır. Vahyi de doğrudan Allah'tan değil, melek
aracılığıyla almış, Allah'ı hiç görmemiş veya sırlarına muttali olmamış,
gaybten haber vermemiş, Allah'ın izni dışında mucizeler veya harikuladelikler
göstermemiş, sadece Allah'ın kullarından bir kul ve peygamberlerinden bir
peygamber olarak bildirilmiştir."
Nicholson, tasavvufçulara göre Muhammed'den
söz ederek şöyle devam etmektedir:
"O
halde Muhammed bütün peygamberlerin ve evliyanın Allah'a dair bilgilerini
kendisinden aldıkları bir kaynak olmaktan ibaret değil, aynı zamanda bütün
kâinatta sirayet etmiş olan ilahi hakikat ve her mahlûkun yaratılmasında ilk
sebep olduğu gibi, mutlak varlık olan Allah ile tabiat âlemini birbirine bağlayan
küllî akıldır da. Âlem de Hakikati Muhammediyye'nin suretinden ibaret olduğu
gibi Hakikati Muhammediyye de Allah'ın suretinden başka bir şey değildir."
Goldziher
de şöyle diyor:
"Sünnette
çizilen peygamberin resmi, evliyayı kutsallaştırma ile uyum sağlaması için
tadil ve tahvile uğramıştır. Bunun neticesi olarak halk kitlelerinin
inançlarında İslâm'ın ilk kurucusuna dair Kur'ân ve Sünnet'in çizdiği beşeri
karaktere tamamen aykırı düşen bir resim ortaya çıkmıştır."
Henrich
Bicr de şöyle demektedir:
"Agnostizmin
İslâm ortaçağının geç dönemlerinde Muhammed için çizilen resimde etkili olduğu
kesindir. Muhammed'e bir nevi tapma olan durumun oluşmasında da etkili
olmuştur. Bu tapma ve Muhammed için çizilen resim İslâm'ın ilk şekline tamamen
aykırı bulunmaktadır. İslâm'da Allah'ın velileri ise, Helenizm'deki kutsal
ruhların bir nevi karşılığıdır. (Agnostizmde bu kutsal ruhlar tanrının zatı ile
madde arasında vasıta olan ruhi varlıklardır.) Öyle ki Muhammed -ki ideal
örnekleridir- kendisi ezelden mevcut olan akıl olmakta, rahim ve kadir
kurtarıcı varlık durumuna geçmektedir. Bu yolla orijinal İslâm'da bulunan vahiy
düşüncesi taban tabana zıddına dönüşmüş olmaktadır."
Philip
Hitti ise şöyle demektedir:
"İman
kısmında ikinci inanç esası, Muhammed'in Allah'ın resûlü ve son peygamber
olduğuna inanmaktır. Kur'ân'ın ilahi bilgisinde Muhammed bir insandan başka bir
şey değildir ve Allah Kur'ân'ın icazı dışında onun eliyle harikuladelikler
meydana getirmemiştir. Ancak gelenekler ve avam halkın sonradan uydurduğu hurafeler
Rasûlullah'ın şahsiyeti etrafında ilahi nurdan bir hale oluşturmuştur."
Bu şekilde Yahudi ve Hıristiyanlardan gayr-i müslimler
İslâm'ın gerçeklerini kavrıyor da, tasavvuf kâhinlerinin bu gerçekler
karşısında gözleri köreliyor. Bu oryantalistler bir dereceye kadar tarafsız
olmuşlar ama çok şeyi isabetli bir şekilde anlamış ve hakkı bazı sıfatlarıyla
tavsif etmişlerdir.
Batıl ve
hurafe inançlarını bilmeseydik, bu sözlerine bakarak onları mihraplarda
Kur'ân'ın nuru altında ibadet eden Müslümanlar sanacaktık.
Şimdi
soruyoruz, Allah'ın dinine henüz kalpleri teslim olmamış birtakım insanlar bu
gerçeği açıkça ilan ve itiraf ederken, tasavvufçuların hurafelere tapması,
batıla secde etmesi, hurafelerini kutsallaştırması, İslâm'ın imam ve önderleri
olduğunu iddia etmeleri hoşunuza gider mi?
Ne yazık
ki şeyh efendiler, batılın sersemleştirdiği bu topluluğun başına geçmiş
bulunmaktasınız.
Onlara Allah'ın hidayetini gösterip doğru yola iletmeye, buna
inanmaya ve teslim olmaya davet etme gereğini duymuyor musunuz?!
Her Şey Muhammed'in Nurundan mıdır?
Tasavvufçuların inandıkları ve dillerine
doladıkları budur. Her şey Muhammed'in nurundan meydana gelmiştir.
Abdülaziz
ed-Debbağ bu hurafeyi şöyle dile getirir:
"Arş
ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üsttekileriyle
ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed'in nurundan bir parça
olduğu görülür. Muhammed'in bütün nuru bir araya getirilip arşa konulsa arş
erir, arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilirse, parçalanırlar. Bütün
yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar."
Ticani
tarikatının mensuplarından biri de şöyle dile getirir:
"Muhammed'in
nuru yaratıldığı zaman, taayyün eden kâinatta dağılmadan önce bütün
peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlük bu Muhammed'i nurda
toplanmıştır. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur."
"El-Müstecîra"
ünvanlı kasidesinde el-Hulvani de şöyle der:
"İnsanlar
yok iken bütün varlıklardan önce fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir.
Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük
bir şereftir! Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin günde sana
sığınır. Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer
yaratıklar da dâhil, hepsinin sıkıntısını giderirsin. Bana cömertlik yap,
şüphesiz Rahman'ın hazineleri sağ elindedir ve sen dağıtanların en
cömerdisin."
Yüce
Allah ise şöyle buyurur:
"And
olsun, biz insanı çamurdan bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir
karargâhta bir nutfe haline getirdik." (El Mu'minun 12-14)
Şüphe
yok ki Muhammed bir insandır. Aksini iddia ediyorlarsa, onun başka bir sıfatını
söylesinler. İşte Rasûlullah kendisi bunu dile getiriyor:
"Melekler
nurdan, cinler alevli ateşten ve Âdem size anlatılan (çamur)dan
yaratılmıştır."
Rasûlullah
nurdan ve kendisinin yaratıldığı şeyden söz etmiş, ama meleklerin nurdan
yaratıldığını belirttiği halde kendisinin nurdan yaratıldığını söylememiştir.
Yine insanların atası Hz. Âdem’den söz etmiş ve Kur'ân-ı Kerim’de belirtildiği
gibi balçıktan yaratıldığını anlatmıştır. Muhammed de Âdem’in oğludur. O halde
tasavvufçuların Hakikati Muhammediyye'si kime aittir?!
Kur'ân-ı
Kerim’den tek başına şu ayet, tasavvufçuların bu hurafe için diktikleri bütün
putları yıkmaya yeterlidir. Yüce Allah, "Bu işte senin yapacağın hiçbir
şey yoktur" buyuruyor.
"Şey"
kelimesi Arapçada genellik ve kapsamlılık yönünden en geniş ve kapsamlı bir
kelimedir. Hatta bazıları onu mevcut olan ve olmayanı kapsadığını bile
söylemiştir.
Nitekim
İbn-i Arabî bunun delaletini o kadar genişletmektedir ki zihinsel tasavvurları
bile kapsadığını belirtmektedir. Üstelik ayette "Şey" kelimesi
olumsuz bir cümlede nekre olarak gelmiş, böylece kapsam ve şümulü daha da
büyümüştür. Bütün bu kapsam ve şümulü ile Hz. Muhammed'in elinde bir şey
bulunmadığını ifade etmektedir.
Bir de
şu ayete bakalım:
"De
ki, ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.
Ben sadece bana vahyedilene uyarım ve ben apaçık bir uyarıcıyım." (Ahkâf 9)
Muhammed
diğer peygamberlerden farklı ve onların ilki olmadığına göre, acaba
tasavvufçular onun hakkında inandıklarını diğer peygamberler hakkında da
inanırlar mı?
Yüce
Allah'ın peygamberine şu hitabını da düşünelim:
"De
ki, doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki,
gerçekten beni Allah'a karşı kimse himaye edemez. Ondan başka sığınacak kimse
de bulamam." (Cin 21-22)
Kur'ân'ın açıkladığı gerçekler ve ortaya
koyduğu hidayet budur. Bunu, tasavvufçuların her şeyin Muhammed'in nurundan
yaratıldığı iftiralarıyla karşılaştırınız. Göreceksiniz ki Allah'ın gösterdiği
gerçekler ve insanlara gösterdiği yol ile tasavvufçuların uydurduğu ve
sapıttıkları yol arasında hiç mi hiç bir ilişki ve yakınlık yoktur. Allah'ın
buyurduklarını düşününüz. Onlarda apaydınlık gerçeği, yüce hakkı ve ilahi nuru
içinde hikmeti göreceksiniz. Diğer yanda tasavvufçuların küfür kusmuklarını
görüp tiksineceksiniz.
Hz. Muhammed Vahyedilmeden Önce
Kur'ân'ı Bilir miydi?
Tasavvufçuların
iftiralarından biri de şudur: Cebrail Kur'ân'ı öğretmeden önce Hz. Muhammed'in
Kur'ân'ı okuduğunu görünce hayret etmiş ve bunun nasıl olduğunu sorunca şöyle
demiş: "Sana vahiy geldiğinde perdeyi bir defa kaldır." Cebrail
kaldırmış. Bir de ne görsün vahyi kendisine Muhammed gönderiyor. O anda
"Ey Muhammed! Senden ve sana!" diye feryat etmiş!
Evet,
yukarıda okuduğunuz saçmalığı ne yazık ki Ezher'in çatısı altında Kur'ân ve
Sünnet'e karşı miras aldığı düşmanlık savaşını sürdüren bir zavallı geveleyip
durmakta ve zihinleri bu hurafelerle sulandırmaktadır. Bu hurafeyi putperest
hamiyetleri tuttuğu ve şeytanlar gibi bir araya geldiklerinde tasavvufçular
birbirinden kutsal bir nas gibi nakletmekte ve yaymaya çalışmaktadır.
Niçin
olmasın ki?! Zira bu iftirayı tasavvufun en İbn-i Arabî ortaya atmıştır.
Allah'ın kelamından şu "Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı
(okumakta) acele etme." ayetini güya tefsir ederken şöyle diyor:
"Bil
ki ayet ve sureleri tafsil edilmeksizin Kur'ân Cebrail'den önce Muhammed'e
mücmel (toptan) olarak verilmiştir. Ona, Cebrail'den önce Kur'ân'la acele edip
ümmete mücmel (toplu) olarak sunma. Tafsil edilmediği (ayet ve sure şeklinde
kısımlara bölünmediği) için senden kimse onu anlamaz, denilmiştir."
Bunun düpedüz bir iftira ve düzmece olduğunu
kalbinde zerre kadar imanı olan herkes kabul eder. Ama buna rağmen
tasavvufçular gözündeki perdeler bu gerçeği görmelerini engellemiş ve bütün
varlıkların rabbinin eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sadece Allah olduğu
gerçeğini görmelerine engel teşkil etmiştir. Bu kadar perde arasından bu
iftiranın batıl olduğunu nasıl göreceklerdir ki?!
Onun
için yüce Allah'ın bu konuda buyurduklarını hatırlatmakta yarar vardır. Yüce
Allah buyuruyor:
"Ona
kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti ki o aklında ve davranışında kâmil bir
melektir. Hemen kendi asli suretine girip doğruldu. İşte o zaman en yüksek
ufuktaydı." (Necm 5-7)
Apaçık
ayetler! Hz. Muhammed'e Kur'ân-ı Kerim’i öğretenin Cebrail meleği olduğunu açık
seçik anlatıyor. Cebrail Kur'ân-ı Kerim’i getirmeden önce Hz. Muhammed'in bir
bilgisi olmadığını ayan beyan söylüyor:
"Kâfirler,
"Kur'ân ona topluca indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onu senin
kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve onu tane tane
okuduk. Onların sana karşı getirdikleri hiçbir mesel yoktur ki sana doğrusunu
ve daha açığını getirmeyelim." (Furkan 32-33)
İbn-i Arabî Hz. Muhammed'e Kur'ân'ın topluca
ve bir defada indiğini söylüyor ki yukarıda gördüğümüz gibi kâfirlerin de
olmasını istedikleri budur.
"Biz
onu Kadir Gecesi'nde indirdik" (Kadir 1) ayetinden inanıyoruz ki Hz. Muhammed
Allah'ın kitabından daha önce hiçbir harf bilmiyordu ve onu ancak Kadir
Gecesi'nde öğrenmiştir. O halde Hz. Muhammed Kur'ân'ı ne zaman toplu halde bir
defada öğrenmiş ve almıştır? Kadir gecesinden önce mi, sonra mı? Onu kendisine
toplu öğreten Cebrail mi, başkası mı?
Ey
tasavvufçular! Söylediklerinizde doğru ve elinizde bir belgeniz varsa getirin!
Ama getiremezsiniz.
O halde hakkın
sesine kulak veriniz:
"İşte
böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur'ân'ı) vahyettik. Sen kitap nedir, iman
nedir bilmezdin." (Şura 52)
Acaba
tasavvufçular bu sözleri anlıyor mu, yoksa batıl inadlarında ısrar mı
ediyorlar?
Yüce
Allah buyuruyor:
"Onlara
apaçık ayetlerimiz okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya bundan
başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir" dediler. De ki, onu
kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem, elbette büyük günün
azabından korkarım. De ki, eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım. Allah da
onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum, hala
akıl erdiremiyor musunuz?" (Yunus 15-16)
Tasavvufçuların
iftirası ise yüce Allah'ın kulu Muhammed hakkındaki bu sarih delillere tamamen
aykırı bulunmaktadır.Tasavvufçular hiç hatırlamıyorlar mı? Hz. Muhammed'e
Cebrail ilk defa vahiy getirip "oku" diye sıkıştırdığında Hz.
Muhammed "Ben okuma bilmiyorum" dediğini hiç akıllarına getirmiyorlar
mı?
Hemen
ardında müminlerin annesi Hz. Hatice'ye korku ve telaş içinde döndüğünü, Hz.
Hatice'nin ona "Allah'a yemin ederim ki Allah seni utandırmaz" meşhur
sözünü söylediğini tasavvufçular hiç bilmiyorlar mı? Şayet Hz. Muhammed
kendisine vahiy nazil olmadan önce Kur'ân'ı bilseydi veya ondan haberdar
olsaydı, bütün bunlar meydana gelir mi? Niçin üç defa " Ben okuma
bilmiyorum" dedi? Niçin korku ve telaş içinde döndü ve örtmelerini istedi,
onlar da üzerine örtü attılar? Niçin içinde olup bitenleri ve başından geçenleri
Hz. Hatice'ye anlattı? Niçin onunla beraber Varaka İbn Nevfel'e gitti?
Bütün
bunlar kendisine vahiy indikten sonra başından geçmiş olaylardır. Acaba bütün
bunlar Kur'ân'ı daha önce bilmesi ve Kadir Gecesi'nde Cebrail'in ona
getirmesinden önce meydana gelmenin delaletleri midir, yoksa daha önce
bilmediği ve Rabbinden kendisine aniden gelen şeyler karşısında iman ve takva
sahibi bir kişinin duyguları mıdır?
Yazıklar
olsun tasavvufçulara! Güneş ışıklarının dört bir yanı aydınlattığını görüyor,
buna rağmen "Ne de karanlık!" diyorlar. Tıpkı ışıktan gözleri
rahatsız olan yarasalar gibi! Bilindiği gibi, müşrikler ve onların
işbirlikçileri ehli kitap Hz. Peygamber'i güç durumda bırakmak, insanlara
müfteri ve yalancı göstermek gayretiyle ona birtakım sorular soruyor, kendisi
de cevabını bilmediği için Cebrail'in gelip kendisine cevap vermesini bekliyor
ve ondan sonra sorulara cevap veriyordu.
Mesela
ruhu, Ashab-ı Kehf'i, Zulkarneyn'i kendisinden sordular. Yarın size cevap
veririm, dedi onlara. Onlara delilleri göstermek ve biran önce hidayete
gelmelerine yardımcı olma gayesi "İnşaallah" dememesine sebep oldu ve
çok zor bir duruma düşecek şekilde kendisine bir süre vahiy gelmedi. Nasıl güç
durumda kalmasın ki? Düşmanı ona pusu kurmuş, yalancı göstermek ve halka teşhir
etmek için can atıyor, risaleti hakkında şüpheler yaymak için tetikte bekliyor.
Bütün bu
çetin şartlarda ondan vahiy kesiliyor. İnsanı kahreden o çetin manzarayı
düşünebiliyor musunuz? Ondan sonra yüce Allah ona lütfetti ve sorular soruların
cevabını Cebrail vasıtasıyla kendisine bildirdi.
Rasûlullah,
Cebrail'e "Bana öyle geç geldin ki müşrikler her türlü zanna
kapıldılar" buyurdu. Bunun üzerine "Biz ancak Rabbinin emriyle
ineriz. Önünüzde, arkanızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Senin
Rabbin unutkan değildir" (Meryem 64) ayeti
indi.
Tekrar
soruyoruz, Hz. Peygamber vahiy gelmeden önce Kur'ân'ı bilmiş olsaydı bütün
bunlar meydana gelir miydi? Biliyor idiyse neden sorulara cevap vermedi? Cevap
vermedi, çünkü cevabı bilmiyordu.
Ama İbn-i Arabî bütün bu delilleri
duymamazlıktan gelerek hurafesini iftira etmekte, o da kuru otlarda ateşin
yayıldığı gibi süratle tasavvufçular arasında yayılmakta, veba gibi ortalığı
doldurmakta, Şarani'nin kitaplarda yazdığı ve ahmak tasavvufçuların dillerine
doladığı bir din haline gelmektedir.
Müslümanlar arasında sayılan ve imamları
olduklarını iddia eden bir topluluğun dini olan bu iftirayı ret etmek için sözü
belki de biraz uzattık. Ama bütün bunlara rağmen Allah'ın dinine muhalefeti
kendisine din seçen mahut kişi Ezher'in çatısı altında bu saçmalıkları yaymağa
çalışmakta, müezzin minarelerden Allahu Ekber, derken, o hurafesini insanlara
yaymaktadır.
Ortak Kelimeye Geliniz!
Acaba şeyh hazretlerinin bu putperestlikler
hakkında şimdi görüşleri nedir? Bugüne kadar hiçbir ilhadın set çekemediği ve
hiçbir inadın önleyemediği hakka karşı tasavvufçuların bu şekilde hakkı
gizlemeleri, zıddını kendilerine din edinmeleri, bile bile ona haksızlık
etmeleri vicdanını sızlatmıyor, yüreğini yakmıyor mu?
Artık
sana ve benzerlerine gösterdiğimiz bunca delil ve döktüğümüz bunca dilden sonra
herhalde uykunu feda ederek ve vakitlerini hibe ederek bize karşı delil toplama
ve karşı koyma yoluna gidecek değilsin. Artık levmedenlerin levminden korkmadan
Allah için hakkı teslim ve Allah'ın dinine bağlı kalmak gerektiğine herhalde
siz de inanmışsınızdır.
Onun için inadı ve haksızlığı bırakıp aramızda
ortak bir kelimeye gelmek gerekir.
"Sana
bu ilim geldikten sonra seninle tartışanlara "Geliniz, sizler ve bizler de
dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım,
sonra da dua edelim ve "Yalancılar üzerine Allah'tan lanet" diyelim,
de. ......Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına
tapmayalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz
kimimizi tanrılaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman
"Bizim Müslüman olduğumuza şahitler olur" deyiniz." (Âl-i İmran 64)
Aramızda
Kur'ân ve Sünnet hakem olsun istiyoruz. Falan kişi şöyle dedi, demeyiniz. Size
ancak Allah'ın buyurduğunu hatırlatıyoruz.
Bu
ümmetin fazilet ve üstünlüğünde ittifak ettiği Abdullah İbn Abbas'ın, bir sözü
Ebu Bekir ve Ömer'e nispet etmeye çalışan kişilere söylediği şu mübarek sözünü
sizlere hatırlatıyoruz:
"Neredeyse
üzerinize Allah gökten ateş yağdıracak ve siz i yakacak! Ben size Allah
buyurdu, diyorum, siz Ebu Bekir dedi, Ömer dedi, diyorsunuz, öyle mi?"
İbn
Abbas'ın kendisiyle tartışan insanların başına gelmesinden korktuğu şeyin
başınıza gelmesinden korkunuz.
Şeyh
efendi, münazara yapmak için uygun göreceğin her yerde seninle tartışmaya
hazırım.
Münazaradan önce "Ben haklıyım" demeyeceğim, sana
peygamberinin kalbini nur ve hidayetle dolduran yüce Allah'ın ona öğrettiği şu
hitapla sesleniyorum:
"O
halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir
sapıklık içindedir."(Sebe 24)
Ama
hakkın açığa çıkmasından korkarak yüz yüze gelmek yerine kalkar bizi savcılığa
şikâyet edersen, bil ki -savcılığa saygımız yanında- bu senin yaptığın haktan
korkan korkakların kaçışı ve görüşünü delillerle savunamayacak kadar zelil
insanların acizliği olur.
Puran Tilmiz, 15.01.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf;
Bir Düşünce Virüsü