"Hiç kimse
ne annesinin ne babasının beşiğini tıngır-mıngır salladı! Su katılmış yalan bu!
Saf bir yalan bile değil yani! Ne altı ay gündüz gidildi, ne altı ay gece..
düpedüz yalan. "
“Saran
kimdir?”
İşte
böyle şaşırırsınız!
“Bakındı
şuna! Memuriyetin erken dönemlerindeki taze hevestir bu bayım!” dediğinizi
duyar gibiyim. Gerçekten! Şimdi buradaydı ve hatta imzasını bile atmıştı ve
acemiliğine verilmesi isteniyordu. Fakat soruşturma açılacaktı. Bürokrasi bunu
gerektiriyordu ve anlamsızlığın pençesine düşmek üzereydi ve fakat teselli
verecek olanlar nerede?
Kulaklarında
en son kalan bir telefon konuşmasıydı. Bu on adımlık penceresiz demir kapılı
odada ayaklarının karıncalanmasını gidermek için yürürken konuşmayı mırıldandı
aklında kaldığı kadarıyla:
“Alo!
Efendim.. hayır Hanım Efendi burası ev değil.. iyi ama ev olmadığını söyledim..
iş yeri.. evet.. niye yalan söyleyeyim.. lütfen! Cenk diye biri yok.. öyle
birini de tanımıyorum.. bu ana kadar hiç olmadı.. efendim.. bakın Hanım Efendi
sanırım yalnızlık canınızı sıkıyor olmalı.. lütfen.. benim ağzımı bozduğum
yok.. terbiyesiz sensin.. şıllık!”
Gerisi
yok. O konuşmadan sonra kendini bu daracık odada bulmuştu.
Develer
tellal değildi. Yani bir yalandı bu!
Pireler
berber değildi. Yani bu da bir yalandı!
Hiç
kimse ne annesinin ne babasının beşiğini tıngır-mıngır salladı! Su katılmış
yalan bu! Saf bir yalan bile değil yani! Ne altı ay gündüz gidildi, ne altı ay
gece.. düpedüz yalan. Katmerli hem de. Hele dönüp arkasına bakan hiç olmadı.
Dönüp arkasına bakan olmayınca bir arpa boyu yol gidildiği de görülmedi. Böyle
bir şey ayrımsanmadı.
Ve
aslında ATLAR denizlerin şaha kalkmış dalgalarıdır. Ufka düşen güneşin yardımına koşarlar. Siz
uyanmadan güneşi düştüğü yerden çekip çıkarırlar. Ve uzaydaki otlaklara
salarlar yeniden.. yeterince otlanır güneş, yeniden gücünü toplar ve şaha
kalkar gökyüzünde. Gücünü tüketinceye kadar. Anlamaz düşüp düşmediğini.
Ayrımsayamaz.
Ve fakat
yine düşer. Deniz atları olan dalgaları salar yeniden.. bunamış insanlar da “
Kıyılarını döven deniz!” der. En çok ta şairler böyle der. Daştan onlar gibi
değildi. O gerçek bir şairdi başlayıp da bitirmemiş olsa bile hiçbir şiirini..
yarım kaldı başladıkları.
“Ve
şimdi bir koru düşle. Bu korku niye.. sen olsa olsa tanıksın. Korkulacak ne
var. Bir koru düşle.. düşledin mi?”
“Düşledim!”
“İyi!”
“Şimdi
bu Düşsel Koru'yu birlikte süsleyelim.. bu bir zaman geçirme edimi değil.
Anlıyorsun ya!”
Anlıyor
muydum? Anlamadığım halde, “Hıhı!” demiştim. Kuşkuyla bakmıştı yüzüme.
Öleceğine dair bir işaret görmüş olsaydım bambaşka bir maskeyle çıkardım
karşısına. Kuşkulanmazdı. Ve içerlemezdi bana. Gerçi içerlediğine dair bir
bilgim yok.. ben öyle sanıyorum. Yani en azından içerlemiş olabilir.
“Hadi
bakalım birlikte süsleyelim.. öyle tembellik yok. Korumuzda tembele yer yok.”
“Keşke
ressam da olsaydı..” demiştim.. kaçırıvermiştim ağzımdan. Özlem dolu bakışlarla
bakmıştı Daştan içini çekmişti ve şöyle demişti:
“Keşke.. demişti. Keşke olsaydı. Ama şimdi o yok diye soluk almayalım mı? Hadi
hiçbir bahaneye sığınamayız.. düşlemiştin değil mi? Bir koru. Sık ve kızıl
çamlardan oluşmuş olsun Korumuz. Ortasında büyükçe bir Göl var. Gökyüzünden ve
kızıl çamlardan alsın rengini. Veya o civarda olmayan veya bu dünyadan olmayan
bir rengi olsun. Renk konusunda niye cimri olalım ki..”
“Olmayalım..
ama kılavuzsuz da olmuyor.. Daştan! Ressamı beklesek mi?”
“Acelem
var.. istiyorsan sen git.. hadi.. defol..”
“Şakaya
da gelmiyorsun.. ya siz beni nasıl kızdırırdınız.. taa altı-yedi yaşlarımdan bu
yana.. unuttunuz mu?”
“Unutmak mı?” demişti hüzünlü bakışlarla.. “Unutmak mı?” diye tekrarlamıştı birkaç
kez. Bir zamanlar plaklar takılırdı her hangi bir sözcük üzerinde.. şimdi
olmuyor sanırım. Daştan bir plak olmuştu. Gözleri tavanda. Hasta yatağında.
Hastahane odasında. Sıra benimdi. Yorganını çekti başına. Sesi hala geliyordu;
“Unutmak!
Keşke unutabilsem Suat! Keşke..”
Suat Ulu
hem yatak hem oturak görevini içkin olan ranzaya önce uzandı. Uykusu yoktu.
Zaman uyku vaktine gelmemiş olmalıydı. Doğruldu. İşte Daştan hemen karşısında.
Düşsel Koru'yu birlikte süslemeye çağırıyor kendini.
“Hadi
Suat.. bir kez olsun kendine güven.. düşsel korumuz sık kızıl çamlardan
oluşuyordu. Ve ortasında bu dünyaya ait olmayan rengin sahibi bir göl. Gölün
ortasında iki insanın oturabileceği, uzanabileceği toprak parçası.. yemyeşil.
Yeşil olmasa oturma ve yatmada problem çıkar. Aklımız hep “bu nasıl çimen?”
sorusunda takılı durur. Huzurumuz kalmaz. Evet o toprak parçasının çimenleri
bildiğimiz yeşil. Kayıklarla raks eden çiftler olsun korumuzun gölünde. Kıyıda
koklaşan çiftler gözetiminde. Kuşkusuz Düşsel Koru’nun büyülü olmasında yarar
var. İnsanlar hangi yönden bakarsa baksın karşılarına bir şelale çıkmalı.
Delişmen bir şelale. Delişmen ve dingin. Yalnız muhabbet kuşlarına ev sahipliği
yapsın kuş milletinden. Başka kuşlar olmasın.. hatta başka canlı da olmasın.
Muhabbet Kuşları ve sevdalılar."
“Daştan!
Ellerini boşuna saklama! Görülüyor!”
“Suat
Ulu! Suat Ulu! Tanık sandalyesine! Tekrarlattırmayın! Tanık sandalyesi dediysem
tanık sandalyesidir. Bir dil sürçmesi yok ortada. Olmaz da! Evet Suat Ulu! Sen
misin Suat Ulu?”
“Evet
efendim. Bana Suat adını koymuş ailem. Soyadımızın niçin Ulu olduğunu
bilmiyorum. Merak etmedim. Çok insan merak eder.. ve her birinin ilginç öyküsü
vardır. Efendim!”
“Demek
Suat Ulu sensin.. pek ala sen konuş bakalım şu serseri hakkında.. bir de seni
dinleyelim.. ayrılmaz dörtlüymüşsünüz..”
“Efendim..
ben.. biz.. doğru. Biz ayrılmaz dörtlüydük dörtlü olmasın ama.. ben. Ben o bizde
pek de önemli biri değildim. Olamadım. Hele ressam bir gün beni jartiyerli
kadın çamaşırları giyinikken ve aynada kendimi izlerken yakaladıktan sonra..
ondan sonra temelli koptuk. Gerçi Allah için kimseye söylemedi. Söyleseydi
bugün herkesin dilinde olurdum. Hem ressam ketumdur. Açmaz ağzını. Her neyse..
bilemiyorum.. sanki bu dava başka bir dava gibi. Başka bir yargıcın bakması
gereken bir dava gibi.. elbette bunun belirleyicisi ben olacak değilim.. ben
kimim ki.. haklısınız. Yine de hani belki gözden kaçmıştır diye belirttim.
Ben..haklısınız efendim. Siz biraz önce Murat’ı gösterip de “Şu serseri” diye
buyurdunuz ya.. işte biz O’na serseri demezdik de Pislik derdik. Yani bütün
tanıdıkları ona Pislik derdi. Bütün bir mahalle.. biz hemen hemen aynı yaştayızdır.
Çocukluk arkadaşıyız da yani. Aynı yaştaydık. Aynı mahallede doğduk. Aynı
sokakta. Ebemiz de aynı, Şaziye.. her birimizin evine birer ikişer saatle
koşmuş.. ve hatta demiş ki “ Bu mendeburlar pek çok iş açar size.. görürsünüz.”
Öyle demiş alnındaki terleri silerken.. aynı sokakta büyüdük. Birlikte oynadık.
Birlikte aynı insanlarla arkadaşlık yaptık. Aynı itlere taş attık. Aynı
sözcüğünü sürekli kullandığımın farkındayım.. sözcük bilgim çok kıttır. Daştan
olsa. .aynı sapanlarla kuş avına çıktık. Aynı kurnalarda aynı güğümleri
yıkardık. Birlikte cam kırdık. Sokağımızdan geçen yabancıları -diş
geçirebileceğimize inanırsak o da- birlikte döver birlikte ağlatırdık. Birlikte
ağlardık. Bir Cahit vardı. Onlar iki kardeşti. Çok güçlüydüler. Hepimizden
iriydiler. Mahallede hemen herkes çekinirdi onlardan ve ailesinden. Kardeşi
Necdet’ten çekinmezdik de Cahit’ten ötürü. O’nu da saymak zorunda kalırdık.
Elimizdeki agidelerden verirdik. Aslında Necdet’i dövmek işten bile değildir.
Hele Daştan bir yumrukta onu yere serebilirdi. Ama işte Cahit. Necdet
çelimsizdi. Ve Cahit’in cüssesi yetiyordu ikisine de. Pislik Murat da tıpkı
bizler gibi, yani benim gibi Daştan gibi, Ressam gibi ve daha nicelerimiz gibi
çekinirdi Cahit ve kardeşinden. Bunu söylememin sebebi biz onlardan dayak
yememişken pislik Murat çok dayak yemiştir. Biz istesek de pek koruyamazdık. Ne
ben ne ressam ne Daştan. Evet.. efendim. Hepimiz gibi Pislik Murat da Medaha
yengenin kuşlarını kaldırırdı bizimle birlikte. Kediler kapmasın diye. Gerçi
mahallemizin köpekleri göz açtırmazdı kedilere ama olsun. Bir tür oyundu bu
Belkide. Kim kuşları kaldırırsa –kız erkek bütün çocuklar bir günde birkaç kere
yapardı bu işi- tıpkı Medaha yenge gibi, “Kortma!” derdik. O korkma diyemezdi.
Belki diyebiliyordu da demiyordu oyunumuzu bozmamak için. Ve efendim bu pislik
Murat yerde ne bulsa ağzına alır çiğnerdi. Lastik naylon parçası, odun
parçası.. mahallemizin ilk sigara içeni o oldu. İzmaritle başladı sigaraya.
Sigarası bitmek üzere olanları izler izmarit yere atılınca koşar yerden alır
keyifle tüttürürdü. Yere atılmış, çamura fazla bulanmamış çiklet görse bir
kartal gibi hamle ederdi. Ve alır zevkle çiğnerdi. Hastalıklıdır falan
dinlemezdi. Öyle bir bilgisi yoktu. Yani o sözcüğün nesnesi yoktu bizim Pislik
Murat’ta. İçimizde her türlü pisliğin ilk yapanı o oldu. Her türlü pislik
nedense ilk önce onun aklına gelirdi. Hatta içimizde her şeyin ilk deneyeni
odur. Toplum tarafından kabul görmeyen hangi eylem hangi davranış biçimi varsa
ondadır. Yine de hakkını yemeyelim onun yapabildiği öyle şeyler var ki yüz yıl
geçse kimse yapamaz.. her şeyden önce aklına gelmez insanın. Şunu da belirteyim
ki Sevinç Hanım'ın suçlamaları yersizdir. İddiaları anlamsızdır. Ne demek
özendirilmiş? Elbet hüküm mercii ben değilim. Ama silah zoruyla mı yaptırmış?
Şakağına Murat silah mı dayamış? Gerçi Sevgi Hanım'a hak vermiyor değilim..
gerçekten Pislik Murat’ın iblisçe bir çekiciliği vardır. Belki kapılmış
olabilir. Yine de zorlama olmadığına göre.. biz niye onun yaptıklarını
yapmadık? Evet.. o beni, Daştan’ın ve Ressamın yaptıklarını taklit ederdi biz
onun davranışlarından uzak dururduk ve hatta Sevinç hanımı uyardım bile. İşte
yüzü, işte yüzüm. Murat serçelerin güvercinlerin bir çekişte kafasını koparırdı
ve bu yüzden de dayak yerdi.. bazen Daştan bile vurmuştur ona ve ressam.. ben
nedense vuramazdım. Gizlide ağlardım. Diyeceğim o ki kimse onun peşine
takılmazken yaptıkları konusunda Sevinç hanım neden takılmıştır? Hadi cevap
versin? Ya.. Sevgi Hanıma itiraz ediyorum. Medeha Yengenin güğümleri
kaybolduğunda da Murat suçlanırken ben savundum. Her kes, “Kesin O çalmıştır!”
diyordu. Sanki görmüşler gibi. Ben, “Hayır o yapmadı!” diyordum ağlayarak. Ve
öfkeyle. Neredeyse ben suçlanır olacaktım. Madem bu kadar emindim onun
çalmadığında.. öyle ise kim.. belki de ben.. aslında mahalleli haklıydı
kuşkusunda. Çünkü ilk hırsızlığı da o yaptı. Hem başkalarının evinden hem kendi
evinden bir şeyler aşıran ilk insandı. Ama Medeha yengenin güğümlerini o
çalmamıştı. Sütçü yalan söylüyordu. Güğümleri görmüştüm. Kimseye söyleyemezdim.
Sütçüde sütçüydü hani. Bana inanmamakta haklıydı mahalleli.. uydururdum.
Masaldaki yalancı çoban gibi. Durup dururken uydururdum. Sayın yargıcım pislik
Murat suçlandığı bu şeyden ötürü mahkum edilemez. Masumdur. Ayağınız kaşınıyor
diyelim. Bu durumda bir kaşağı mı alırsınız tırnaklarınızı yeni kestiniz diye?
Yapmayın! Sevgi Hanım..”
Yağmur
diyordum. Yağmurlar niçin küs? Kanına kim girdi?
Kime
sorsam sırt çeviriyor buna. Tersliyorlar. Tersleniyorum. Ayaklarım ağrıdı
oturmaktan. İşte anlamadığım ŞEY bu? Niçin anlamıyorsunuz? Niçin?
Daştan
ölürken yalnızdı. İşte elim kolum bağlı zamanı izliyorum. Canım yanıyor. Hiçbir
şeye kulak asmamış olmak nasıl rahatlatır ki..
Cemal Çalık, 22.01.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü