بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Dinlerin Birliği
Tasavvufçular
yüce Allah'ın yaratıkların bizzat kendisi olduğuna inanırlar. Bu vahdet-i vücut
hurafesi tasavvufçularda ister istemez dinlerin birliği inancını doğurmuştur.
Bunlar ister heves ve işkembe mahsulü mitolojik dinler olsun, ister yüce
Allah'ın insanlara vahyettiği dinler olsun, tasavvufçular hepsinin birliğine
inanırlar. Onun için selefi ve halefi ile tasavvufçular iman ile tevhidin şirk
ve küfrün aynısı olduğunu kabul etmişlerdir. Bütün hidayeti ve kutsallığı ile
İslâm'ın, bütün çirkeflik ve sapıklığıyla Mecusiliğin aynısı olduğuna
inanmışlardır.
İbn-i
Arabî’nin Dini Yaşayanın delil ile yaşaması ve helak olanın da delil ile helak
olması için daha önce yaptığımız gibi burada da tasavvufçuların dinlerin
birliği konusunda uydurdukları hurafeleri yine kendi sözlerinden sergilemeye
çalışacağız.
İbn-i
Arabî şöyle diyor:
"İnsanlar
Allah hakkında türlü inançlara inanmışlardır. Ben ise inandıklarının hepsine
inanırım."
"Bugüne
kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyorum. Ama bugün
kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların çayırı, rahiplerin
manastırı, putların barınağı, tavaf edenin Kâbe'si, Tevrat'ın sayfaları ve
Kur'ân'ın mushafı oldu. Süvarileri ne tarafa yönelirse yönelsin, ben Sevgi Dini'ne
inanıyorum. Din benim dinim ve imanımdır." (4)
İbn-i Arabî, taraftarlarını muayyen, bir dine
bağlı kalmaktan ve onun dışında kalan dinleri kabul etmemekten sakındırmakta ve
şöyle demektedir:
"Sakın
sakın, muayyen bir kayıtla kayıtlı kalıp onun dışındakileri ret etme. Böyle
yaparsan çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi anlamaktan
yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyula ol. Zira Allah
nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla)
sınırlanmayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden
mükâfatını almıştır. Mükâfat alan herkes de mutludur, her mutludan da Allah
razıdır."
Bu
mitolojik din ister istemez ahirette azabın inkâr edilmesini gerektirir. Çünkü
tasavvufçuların dininde onların tanrısı her müşrik ve her muvahhididir.
Tanrının kendi kendine azap etmesi de müstahildir. Onun için İbn Arabî şöyle
der:
"Va'dinde
(sözünde) doğru tek (Allah'dan) başka kimse kalmadı, Hakk'ın vaidi (tehdidi)ni
de gözetleyen bir göz yoktur. Bedbahtlık yurduna (cehenneme) girseler bile onda
bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler. Ebedi cennetlerin nimeti. Emir
birdir, ama tecelli esnasında aralarında farklılık meydana gelir. Tadının
lezzetinden azap diye adlandırılır, hâlbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk
koruyucudur."
Bu
şekilde İbn-i Arabî korkunç çelişkiler içine dalmakta ve Müslümanların kalbinde
kalan iman kırıntılarını da yok etmek ve şirk bataklığına batırmak için bütün
şeytanlıklarını ortaya koymaktadır.
Rabbin
kulun bizzat kendisi ve imanın da küfür ile şirkin tıpkısı olduğuna inanır.
Böyle olunca va'd ile va'idin aynı şey olduğuna inanmaktan ve alıkoyacaktır?
Cennet nimetleri ve kevserinin cehennem azabı ve irinleriyle aynı olduğuna
inanmaktan alıkoyacak nedir? Böyle olunca, onu alıkoyacak elbette bir şey
olmaz. Onun için gördüğünüz şekilde bunu sarahaten bütün insanlara ilan
etmiştir.
Şimdi
Allah için söyleyiniz, din ve ahlakı öldürme açısından bundan daha tehlikeli ne
olabilir? Salih amel ve kötü amel bir olduktan ve faziletle rezalet, hayır ile
şer aynı olduktan sonra, din ve ahlak için bundan daha tehlikeli bir zarar
olabilir mi? İnsanlık bu tasavvufa inancak olursa, söyler misiniz, sonu ne
olur?
Firavn Kurtulandan mıdır?
Bu inançtan hareket eden İbn-i Arabî Hz.
Musa'nın amansız düşmanı tağut Firavn'ın kurtulanlardan olduğuna hükmetmekte ve
"Benim de, senin de gözümüzün nurudur" ayetini izah ederken şöyle
demektedir:
"Kendisine
hâsıl olan kemal ile onun (Âsiye'nin) gözü aydın oldu. (Kızıldeniz'e) boğulma
anında Allah'ın Firavn'a verdiği iman ile de Firavn'ın gözü aydın oldu. Çünkü
kötülükten arınmış ve tertemiz olmuş olarak Allah onun canını aldı."
Yine
Firavn hakkında şöyle der:
"Allah
onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece
maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuş)tur."
Fususu'l-Hikem
kitabında Hz. Musa bölümünde söylediklerini okursanız Firavn'ın Hz. Musa'dan
üstün olduğunu söylediğini göreceksiniz.
İbn-i Arabi'nin kesin ve apaçık Kur'ân ayetlerine aykırı düştüğü ve
onların aksini söylediği yerler burada sayılamayacak kadar çoktur.
Abdulkerim El-Cîlî'nin Dini
Daha önce belirttiğimiz gibi Abdulkerim
el-Cîlî vahdet-i vücuda inanır. Burada da size onun inancını ve dinini gösteren
kendi sözlerinden nakiller yapacağım. Bu sözlerinde açıkça Allah'ın
yaratıkların bizzat kendisi olduğuna inanmaktadır.
Şöyle
diyor:
"Şekil
olarak yaratıklar kar gibidir, sen de o karı oluşturan su gibisin. Kar gerçekte
taşıdığı sudan başka bir şey değildir, ama şeriatlar farklı olduklarına
hükmetmiş. Ama karın erimesiyle kar hükmü kalkar ve su hükmü konur, durum
bundan ibarettir. Zıtlar bir varlıkta toplanmış ve onda yığılmışlardır, onlar
bunun yansımalarıdır."
El-Cîlî
vahdeti vücuda inanmasının bir sonucu
olarak dinlerin birliğine de inanmış ve şöyle demiştir:
"Hevanın
(hevesin) beni götürdüğü yere ben de gittim, sevgilinin hükmüne bir itirazım
yoktur. Bezen beni mescitlerde rüku' ederken görürsün, bazen da kiliselerde
olurum. Şeriatın hükmüne göre asi olursam, hakikatin ilminde itaatkârım."
"La
ilahe illallah" sözünü de tefsir ederek şöyle demektedir:
"İbadet
edilen ilah benden başka bir şey değildir. Çünkü o putlarda, feleklerde ve
tabiatlarda zahir olan (görünen) benim. Her din ve inanç mensuplarının taptığı
bütün şeylerde görünen benim. Bütün bu tanrılar benden başka bir şey değildir.
Onun için bunlara "ilah" adı verilmiştir. Bu lafızla adlandırılmaları
da mecazi değil, hakikatte bulundukları hal itibariyle hakiki adlandırmadır.
(Yani tanrı adı taşıyan bütün şeyler gerçek tanrının kendisidir). Allah insanlara
bütün bu tanrıların birer görünümü olduğunu ve onların gerçek birer ilah
oldukları için böyle adlandırıldıklarını ve bütün bunlara tapan kişilerin ancak
Allah'a taptıklarını göstermek istemiştir. Onun için "Lâ ilahe illâ ene
(benden başka ilah yoktur) demiştir. Yani ilah adı verilen biri yoktur ki o ben
olmayayım. İlah adı verdikleri ne varsa, hepsi benim."
İşte bu
azgın ve katıksız putperestlik olan bu çirkefliği tasavvufçular katıksız tevhit
olarak yaymakta, göğün kutsal mesajları gibi insanlara sunmaktadır. Hatta
bunlara karşı çıkıp tenkit edenlere de her türlü iftirayı yaparak din dışı ilan
etmekte ve boy hedefi yapmaktadır.
Abdulkerim El-Cîlî ve İblis
Tasavvufçuların Firavn gibi, İblis gibi
Allah'ın düşmanlarını kitaplarında kutsallaştırmaları, kutup ve gavslerinin
Allah'ın dostu ve sevgilisi, ulûhiyet ve rububiyetin nur kaynakları, bütün
kâinatı zalim avucuna alabilecek kahhar ve cebbar güce sahip olduklarını iddia
etmeleri, doğrusu, aklın alamayacağı tuhaflıklardandır.
İbn-i
Arabî Firavn'ı göklere çıkarmış ve Allah'ın konuştuğu Hz. Musa'dan üstün
tutacak kadar ileri gitmiş iken, el-Cîlî'nin de Allah'ın ve insanlığın ilk
düşmanı İblis'i temcid ve takdis ettiğini görüyoruz. Yüce Allah İblis'in Hz.
Âdem’e secde etmeyi red etmesini ve "Ben ondan üstünüm" deyişini
Kur'ân'da anlatırken, el-Cîlî inadına bunun aksini savunmakta ve şöyle
demektedir:
"Aslının
gerektirdiklerinden dolayı kıyamet gününden önce İblis'e lanet okunmaz, yani
Allah'ın huzurundan kovulmaz. Bu gerekler, ruhun ilahi hakikatlerle tahakkukunu
engelleyen tabii engellerdir. Ondan sonra ise tabiatlar onun için kamalat
cümlesinden olurlar ki artık hiçbir lanet olmaz. Bilakis mutlak yakınlık olur.
İşte o zaman İblis daha önce bulunduğu Allah'a yakın yerine döner. Denildiğine
göre İblis lanete uğradığı zaman coşmuş ve âlemi kendisiyle dolduracak kadar
başını alıp gitmiştir. Allah'ın huzurundan kovulduğun halde bunu niçin
yapıyorsun? diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: Bu, sevgili (Allah)ın
sadece bana giydirdiği bir elbisedir, onu ne mukarrab bir melek, ne gönderilen
bir peygamber giyer" der.
El-Cîlî'nin
kelimesi kelimesine sözleri bunlar!
İbn El-Fârıd'ın Dini
İbn
el-Farıd meşhur Tâiyye'sinde dinini şöyle anlatıyor:
"Zikir
meclislerinde işiten kulak ve meyhanecinin meyhanesinde gören göz benim. Hükmün
zunnar'ı bağlayan elimden başkası değildir. Benim ikrarımla çözülse bile, o
çözmeyi de yapan benim. Kur'ân ile bir caminin mihrabı aydınlanmışsa, İncil de
kilise mihrabını boş bırakmamıştır. Hz. Musa'nın kavmine getirdiği Tevrat'ın
sayfalarını da hahamlar her gece okumaktadır. Puthanede kimileri puta secde
ediyorsa, bağnazlık yaparak ona karşı çıkmamak gerekir. Her dinin mensupları
doğru yolda olduğu gibi, her inancın sahipleri de doğru düşünmektedir. Gafletle
güneşe tapan kimse de yolunu şaşırmış değildir, çünkü güneşin aydınlatması açık
yüzünün aydınlığındandır. Mecusiler bin yıldan beri yandığı bildirilen ve sönmeyen
ateşe tapsalar da, Görünürde benden başkasına yönelmiş ve bana yönelme niyetini
açıklamamış olsalar bile, hepsi de bana yönelmişlerdir."
Görüldüğü
gibi meyhaneler, genelevleri, puthaneler, Mecusi ve Sabi (yıldızperest)lerin
tapınakları, Hıristiyanların kiliseleri, Yahudilerin havraları ve sadece
Allah'a ibadet edilen Camiler hepsi de İbn el-Farıd'a göre Allah'a hoşnut
olacağı ve seveceği ibadetin yapıldığı yerlerdir.
Çünkü bu
yerlerde ibadet eden ve kendisine ibadet edilen de odur. Sağır taşlara secde
eden şu müşrik, yıldız tapınaklarında yıldızlara tapan şu sabii, ateşe
yalvararak taşınan şu mecusi, ağlama duvarı önünde göz yaşı diken ve Allah'a
karşı kin ateşini alevlendiren şu şaşkın yahudi ve teslise inanan, Hz. İsa'nın
Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden şu hıristiyan, bütün bunlar İbn el-Farıd'a
göre hidayet ve hak yolda, Allah'tan delil ve hüccet üzere bulunmaktadırlar.
İbn el-Farıd'ın dininde bütün bunlar insan suretlerinde ortaya çıkan, görünen,
Allah'ın zatından başka bir şey değildir.
Puran Tilmiz, 24.01.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü