"Kendimi bir
Suriyelinin yerine koyuyorum. Ya bir ülkede mültecisin, ya ülkende kafana her
an yağacak bombaları bekliyorsun, ya
mezardasın veya mezarsız yok olup gitmişsin."
Şam Emevi Câmii
Aslında
bu yazımda size Kahire yazımın devamı olarak Yukarı Mısır, Nil Nehri ve
Kızıldeniz'i anlatacaktım. Ama gelin görün ki; gördüğüm yıkık dökük bir Halep
resmi beni darmadağın etti ve birden içimden Mısır'ı bırakıp, Suriye'yi
anlatmak geldi.
Duygunuzu
katacağınızı hissettiğiniz yazılara başlamak ve bitirmek çok daha kolay oluyor.
Tıpkı Mısır gibi Suriye için de anlatacak bir dolu anım var aslında.
Suriye..
Bizim bahtsız komşumuz... Önceleri, yıllarca Hafız Esad denen bir tiranın
ayakları altında ezildin. Sonra tam her şey düzeldi derken alçak bir iç savaşa
seni halkından söküp aldı. Birbirimize bu kadar yakınken, politika denen illet
ne kadar da uzak tuttu seni bizden. Ve evet tam yakınlaşmışken, yine ansızın
mazide yok olup gittin. Allah bizlere, emanetin olan halkına en iyi şekilde ev
sahipliği yapacak maddi ve manevi gücü verir inşallah. Tünelin ucu henüz
görünmese de, Allah'tan ümidimizi kesmiyoruz elbet... Dualarımız daima
seninle...
Çocukluğumda
Adana'dayken arada bir Suriye televizyonu seyrederdim. Aklımda o günlerden bir
marş dizesi: 'Na'am ilelebed, ya Hafiz al Asad / Sonsuza dek Esad'a evet'..
Çocukluk
bakış açımla "Bu kocaman alınlı, küçücük gözlü, çirkin adam için neden
böyle şarkılar söylüyorlar?" diye düşünürdüm. Allah rahmet eylesin, benim
her sorumu çok ciddiye alan bir babam vardı. O küçük kız çocuğuna, aslında o
insanlara sorsak bu adamı hiç sevmediklerini, o adamın bir katil olduğunu ve
zorla ülkeyi yönetmeye çalıştığını uygun bir dille anlatmaya çalışırdı.
Herkesin
malumu, Türkiye ve Suriye yıllarca birbirlerine kapalı yaşadılar. Ne zamanki
diplomatik bir yakınlaşma sağlandı vize uygulamaları da gevşetildi. İki ülke
arasındaki kalın duvarlar da böylelikle yıkıldı.
Suriye
seyahatlerim genelde Cilvegözü sınır kapısından geçerek başlardı. İlk dönemler
Cilvegözü'nü, ardından da Suriye sınırı Bab-al Hawa Sınır Kapısı'nı geçmek hiç
kolay değildi. Sınırdan Halep sadece 40 km. iken, sınırı geçmek en az 2 saat
alıyordu... Sonraları işlemler biraz daha kolaylaştı.
Şunu
belirtmek isterim, bu yazıyı yazarken '-di'li Geçmiş Zaman' kullanmak zorunda
olmak kederli bir duygu... Hiçbir şey bıraktığım gibi değil ve yazdıklarım
seyahat etmeyi düşünenlere bir tavsiye olamayacak maalesef. Ama ne yapalım,
kader işte...
Halep...
Dünyanın en eski yerleşim yeri olarak bilinen bir zamanların güzel şehri. Hz.
İbrahim'in bugünkü Kale'de süt sağmasından esinlenerek süt sağma manasına gele
'Alap' kelimesinden gelmiş adı.
Halep
Şehre
girerken dikkatinizi ilk çeken durum, binaların aynı renk olmasıydı. Hemen
hepsi taş renginde. Ülkenin doğasıyla o kadar uyumluydu ki. Şehre kuzeyinden
girerdik ve ilk olarak üniversitelerin ve lüks evlerin oldu Hamidiye bölgesini
ziyaret ederdik.
Üniversite
binaları dışında hiç bir bina 3 kattan yüksek değildi. Yeni yapılan binaların
hepsi yasa gereği taşla kaplanmıştı... İşlemeler muhteşemdi...
Halep
kalışlarım, genelde Ermeni Mahallesi olarak bilinen eski şehir civarında oldu. Ermeni
Mahallesi muhteşem bir yerdi... Dar sokakları, avlulu evleri, taş binaları ile
sanki tarihin içinde dolaşmak gibiydi sokaklarında yürümek.
Binaların
önemli bir kısmı butik oteller ve restoranlardı. Akşamları bu restoranlarda
keyifli yemekler, Ud'dan çıkan büyülü ritmlerle daha da doyumsuz olurdu. Beit
Wakil, Kan Zaman, Sisi.. Bu restoranların en meşhurlarıydı.
Suriye'de
'Kız alacaksan Halep'ten al' derlermiş.. Nedeni ise mutfağı. Bizim Adana'da
kebapçılarda 'Masayı donatmak' diye bir kültür vardır. İnanın Halep'teki
restoranlar bu masa donatma işinin piri. Çeşit çeşit mezeler, ara sıcaklar..
Mis gibi zeytinyağı kokusu hala burnumda. Sonrasında yenen kebaplar ve en son
Suriye'nin doyumsuz tatlıları...
Halep'i
gezerken, Müze, Kale, Eski Çarşı ve Emevi Camii'ne uğranırdı. Müze muhteşemdi.
Özellikle de girişi.. Tel Halaf'daki bir tapınağın girişine benzer şekilde
yapılmıştı. Müzede Ugarit, Hitit ve Pers dönemi eserler bulunuyordu.
Duyduğuma
göre savaş sebebiyle müzelerdeki eserler talan edilip el altından satılıyormuş...
Yüzlerce, binlerce eser böyle uçup gitmiş. Zaten bombardımanlarda çoğu tarihi
eser ya yıkıldı ya da zarar gördü.
Bugünlerini
yok ederlerken, tarihlerini de yok oluyor maalesef. Yok olan tarih sadece
onların da değil, bir dünya mirası...
Suriye
sınırına yakın yaşayanlar, Halep'e genellikle alışveriş için giderlerdi. Kumaşları,
terlikleri, baharatları gerçekten çok uygun fiyatlara satılırdı. Alışverişin
adresi ise Hamidiye Çarşısı'ydı. Şimdi yıkık dökük olan güzelim tarihi çarşı...
Ve Halep
Kalesi... Bir tepenin üzerinde, eski bir Hitit tapınağının üstüne inşa edilmiş,
etrafı derin bir hendekle çevreli, Selahaddin-i Eyyubi'nin oğlu Malik el Zahir
Gazi döneminde yapılmış, dünyanın en büyük kalelerinden biri olan muhteşem
eser.
Taht
Salonu, hamamı, camisi, zindanlarıyla kale değil, tam bir şehirdi aslında. Ve
doyumsuz bir Halep manzarası vardı kaleden...
Umarım
kale yerindedir hala..
Eskiye
dönüş yapınca sadece gezdiğiniz yerler değil, oralar da tanıdığınız insanlar da
aklınızdan geçiyorlar. Suriye söz konusu ise, içiniz ayrı bir burkuluyor tabii
ki. 'Acaba yaşıyorlar mı? Yaşıyorlarsa
nerelerdeler kim bilir?' diye soruyor, merak ediyorsunuz tanıdığınız insanların
akibetlerini.
Aklıma
özellikle bir kişi takılıyor. Çeçen bir butik otel&restoran müdürü bey
vardı. İşini ciddiye alan, her zaman şık, orta yaşlı Hollywood starı
karizmasında bir adamdı. Ailesini alıp taa Çeçenistan'dan gelip Halep'e
yerleşmişti.
Her
gittiğimde sohbet ederdik. Halep'te çok mutlu olduğunu söylerdi, zor bir hayatı
olmuştu, Beşar Esad'ı çok takdir ediyordu. Şimdi kim bilir nerede?
Halep'ten
sonra gezme sırası Şam'a gelirdi... Şam'dan Halep'e yaklaşık 4 saatlik bir
yolculuktan sonra varılır normalde. Ama yol üstünde çok güzel 3 yer vardır
uğramanız gereken. Su değirmenleri ile ünlü Hama, Halid bin Velid kabri ile
Humus. Ve Hz.İsa'nın dili olan Aramice'nin dünyada konuşulduğu tek köy olan
Maloula...
Girip
defalarca dua ettiğim Halid bin Velid kabri ve Camii'nin savaşta büyük hasar
gördüğünü biliyorum. Su değirmenlerinin akıbetini de bilmiyorum.
Malula
Maloula
Suriye'de görebileceğiniz en enteresan yerlerdendir. Buraya ziyaretlerim gün
batımlarına denk geldiği için bu şehri hep bir gün sonu kızıllığında
hatırlarım. Göğe uzanan haçlar, yaşlı Hristiyanlar ve güzelim manastırdaki
rahibeler... Hepsi dekorun birer parçasıydılar. Maalesef savaşın oraya da
sıçradığını okumuştum.
Ve Şam,
yani Dimaşk.. İsmi, Habil ve Kabil'in savaşı sırasında Habil'in dökülen
kanından dolayı 'Akan Kan' anlamına
gelmektedir. Başkent olmasının da verdiği bir etkiyle Suriye'nin gördüğüm en
düzgün şehridir.
Şam
deyince aklıma hep İranlılar gelir nedense. Hz.Muhammed'in torunu Seyyide
Zeynep'in türbesine akın eder İranlılar, Türkiye üzerinden yapılan uzun bir karayolculuğu ile gelirler Şam'a.
Türbeye
girdiğinizde ağlayan simsiyah çarşafları içinde İranlı kadınlar hep
oradadırlar. Türbenin içinde otururlar saatlerce... Eğer bu türbelere yakın
otellerde kalıyorsanız, odanızda seccadenin yanında bir de üzerine secde
edilmesi için mühür taşı mutlaka vardır.
Şam'ın
bizler için ayrıcalığı da Padişah Vahdettin'in Sultan Selim Camii bahçesindeki
kabridir. Hani şu ilkokul kitaplarındaki günah keçisi ilan edilen padişah. Yüzyıllarca
kıtalara hükmetmiş anlı şanlı bir saltanatın son temsilcisinin kabri insanın
yüreğini burkar. Dirisine sahip çıkamadığımız değerlerin keşke kabirlerine daha
iyi sahip çıkabilseydik.
Jüpiter Tapınağı sütunlarının hemen ardında Emevi Câmii
Ve Emevi
Camii.. Sultan II. Abdulhamid'in yaptırdığı upuzun Hamidiye Çarşısı'nın sonunda
bulunan Camii. Hem de Jüpiter Tapınağı sütunlarının hemen ardında... Müthiş bir
kontrasttır.
Burası
aslında eski bir Hristiyan bazilikasıdır. Zaten bunu dış yapısından hemen
anlarsınız. İçinde de Hz.Yahya'nın kesik kafasının bulunduğu kabir vardır.
Caminin
etrafı küçük kafelerle ve dükkanlarla doluydu. Zevkle zaman geçirdiğimi
alışveriş yapmaktan pek hoşlanmayan benim bile dükkanlarını gezdiğim bir
bölgeydi.
Casion Dağı'ndan Şam
Casion
Dağı'na çıkıp tüm Şam'ı seyretmek de ayrı bir zevkti. Gündüz ayrı, gece ayrı
güzeldi.
Kendimi
bir Suriyelinin yerine koyuyorum. Ya bir ülkede mültecisin, ya ülkende kafana
her an yağacak bombaları bekliyorsun, ya
mezardasın veya mezarsız yok olup gitmişsin.
O
insanların nasıl huzurlu bir hayat sürdüklerini görmemiş olsam, sakin
yapılarını bilmesem, ülkemde çıkan her huzursuzlukta belki bu kadar
gerilmezdim.
Ortadoğu'da
huzur aslında pamuk ipliğine bağlı. Bakalım daha ne kadar sürecek bu anlamsız
savaş.
Bugün
dahi bitse, gerçek şu ki; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Nehir Nil, 26.01.2015,
Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Gezi Notları
Not: Fotoğraflar -Malula ve Jüpiter tapınağı hariç- Nehir Nil tarafından çekilmiştir.