"Şu anki gözyaşlarının anlamını bile bilmiyordu. Bir el, görünmeyen bir el gırtlağına sarılmıştı sanki."
(Lütfen öyküyü okurken kısık sesle dinleyiniz)
Derinden
Münir Nurettin Selçuk’un sesi geliyordu:
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul”
Demek Mahir bey içerdeydi. Ve kapıyı çaldığını duymamıştı. Bir daha var gücüyle asıldı tokmağa. Ve kuş sesli zilin tuşuna uzun uzun bastı. Ya uyuyordu ya da duymazlıktan geliyordu. Sık sık yapardı Mahir bunu.
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul”
Demek Mahir bey içerdeydi. Ve kapıyı çaldığını duymamıştı. Bir daha var gücüyle asıldı tokmağa. Ve kuş sesli zilin tuşuna uzun uzun bastı. Ya uyuyordu ya da duymazlıktan geliyordu. Sık sık yapardı Mahir bunu.
Öfkeliydi
İlhan. Mahir’i severdi. Pek severdi hem de. Birlikte büyümüşlerdi. Taa ilk
okuldan lise sona kadar aynı sınıfta okumuşlardı. Ve her sabah –cumartesi Pazar
hariç- bu eve gelir Mahir’i uyandırır okula götürürdü. Kendisi okula gitmediği
gün Mahir’de gitmezdi. Bu da pek ender olmuştu.
Rahmetli
annesi Gülhanım İlhan’ın ayak seslerini duyar duymaz açardı kapıyı. Ve
annesinden daha müşfik bir sesle bağrına basar içeri alır, “Benim haylaz hala
uyuyor yavrum!” derdi. Mahir’den çok belki Gülhanım’ın bu sevecenliği alıp
getirirdi kendisini.
İki
katlı kâgir bir evdi burası. Alt katta üç inekleri vardı. 70’lerin başında
inekleri satmışlar orayı da depo olarak kullanmaya başlamışlardı. Üç göz odaydı
ikinci kat. Küçük bir avlusu vardı bu
katın. Tuvalet o avludaydı. Büyükçe bir oda solun olarak kullanılıyordu ve
diğer iki odaya buradan geçiliyordu.
Odanın birinde Mahir ve iki abisi yatıp kalkıyordu. Diğer oda
Gülhanım’la kocası Nuri’nindi.
İlginç
bir aileydi Eşrefoğlu ailesi. İlginçten de öte. Bu evde bir kez olsun birine
bağırıldığını duymamıştı İlhan. Öfkeli bir ses, hiddet, çekiştirme.. nicemiz tarafından
olağan karşılanan dedikodu.. yoktu bu evde. Şikayet. Bu ev insanlarıyla
birlikte huzurun kaynağıydı. İkinci kata çıkan tahta merdivenin çıkardığı ses
kapının açılması için yeterdi. Şimdi yetmiyordu. Yıllar var ki yetmiyordu.
İlhan
kulak kabarttı. Müzik sürüyordu. Utanmasa bağıracaktı. Bir daha hem tokmak hem
de zille duyurmaya çalıştı geldiğini.
“Ölüp-mölmesin!”
diye iç geçirdi. Öfke ve hüzün cirit atıyordu içinde İlhan’ın. Bir daha tokmakla
dövdü kapıyı.. gıcırdayan merdivenlerden aşağıya iniyordu ki sesini duydu
Mahir’in:
“
Jülide.. çocuklar.. yahu birinizden biriniz şu kapıya baksa ya! Sağır mısınız?
Neredeyse kapıyı başımıza yıkacaklar..”
İlhan
başını sallayarak tekrar tırmandı merdivenleri. Kapı tokmağını öfkenin bütün
şiddetiyle tekrar vurdu. Kapı açıldı. Mahir üzerinde ropdöşambrla karşıladı
konuğunu. İlhan öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Mahir hep aynı Mahir’di. Yüzünde
vurdumduymazlık ve alayımsı bir gülüş.
“O İlhan
bey! Siz ha! Buyurun.. buyurun.. ben de daha yeni çay yapmıştım.. bir arkadaş
olsa da içsek diye geçiriyordum içimden.. gel!” dedi.
İlhan
önde kendisi arkada içeri girdiler. Çoktandır kendisine huzur veren evden eser
yoktu artık bu evde. İçine çektiği ağır nem, rutubet kokusu midesini
bulandırdı. Oysa saksıda büyütülen nice çiçeklerle bu ev gül bahçesi gibi
kokardı. Ya şimdi. Hele avlu. Keskin idrar kokusu. Ve odanın içi.. darmadağın.
Rutubet.
İlhan
teklifsizce ve sinirliliğini belli ederek pencereye doğru yürüdü camları açtı:
“Bari
pencereleri açmayı akıl etsen de içeriyi havalandırsan haylaz!” dedi. bu
sözlerde egemen olan latife değildi. Kesinlikle. Öfke.. kızgınlık.
Mahir duymazdan
geldi gramofonu kurdu Münir Nurettin Selçuk yeniden söylemeye başladı:
“Sana
dün bir tepeden baktım aziz İstanbul”
İlhan
burnundan soluyordu. İyice eskiyen konsolun yanında çoktan siyaha dönüşmüş krem
renkli tekli koltuğa oturdu. Mahir dağınık yatağına çöktü. Bir süre bakıştılar.
Ne desindi bu adama İlhan! Söylenmedik bir şey kalmış mıydı? Bir küfretmediği
kalmıştı. Eğer Gülhanım teyzeye söz vermemiş olsaydı.. söz vermişti. Başını
salladı. Mahir gülerek:
“Beyimiz
bu gün pek sinirli neyse. Hayırdır!”
“Beyimiz
pek sinirli.. hayırdır.. hayırdır ya! Sen tırlattın farkında mısın?”
Ayağa
kalktı. Pencereye doğru yürüdü.. camdan dışarı baktı. Tek tük geçen otomobiller
ve yayalar. Bu muhit oldum olası sakindi.. tıpkı bu ev gibi. Derin derin nefes
çekti.
“Jülide
kim Mahir? Kapıyı açacak Jülide, çocuklar kim? Jülide diye biri olmadı. Anlıyor
musun? Çoluk çocuk yok! Yok! Mahir yok!”
Mahir
şaşırmış gibi dinliyordu. Ve o alaylı gülüş daha bir hakim olmuştu yüzüne..
İlhan sustu. Şu vurdum duymaz ve kendini beğenmiş adamın suratının tam ortasına
yumruğu indirmemek için zor tutuyordu kendini. Bu adama vurabilir miydi? Hayır!
Küçümseyen bakışlar aczin eseriydi.
İlhan
tekrar koltuğa çöker gibi oturdu. Bitkindi. Mahir bir yanlış anlamayı düzeltme
gayretiyle konuştu arkadaşına:
“Ne
Jülide’si? Ne çocuğu İlhan?”
İlhan dişlerini
sıktı gözlerini kıstı:
“Bak
arkadaş.. belki on-on beş dakika dövdüm kapıyı ve sen en sonunda Jülide’ye
çocuklara seslendin kapıyı açmaları için.. Jülide şu lise iki de bizim sınıfa
gelen kız.. azıcık cesaretin olaydı gidip gecenin bir yarısı serenat yapacağın
kız.. hiç kuşkum yok muhayyilende evlisin onunla. Sadece muhayyilende. Sen niye
böylesin? Niye?”
“İnan
yanlış anladın.. doğru Jülide’ye aşık olmuştum.. ya da aşık olduğumu
sanmıştım.. ama hepsi o kadar. Bu güne gelince, yeni bir oyun yazdım bitirdim..
yüksek sesle okuyordum. Tam o sırada sen gelmişsin. Kapıyı çalmışsın.
Rastlantıya ne dersin.. hayatta çok oluyor böyle şeyler. Olmaz mı?”
“Olur
tabi! Karşında dört-beş, hatta üç-dört, dikkat et dördün üstüne çıkmıyorum,
evet üç dört yaşında çocuk var.. anlat. Heyecanlı oluyor! Mahir ben sandığın
kadar aptal mıyım sence? Yada düşündüğün kadar aptal olabilir miyim? Öyle mi
gördün hep?”
“Gerçekten!”
diye sözünü kesti İlhan’ın. Ve gramofona doğru yürüdü. Tekrar kurdu. İlhan
artık patlamıştı.
“Hep bir
bahane bayım.. bugün kozumuzu paylaşacağız. Benden kaçamayacaksın. Bu gün sana
izin yok! Anladın mı? Yazık ki o ananın o babanın evladısın. Onlar ne kadar
mütevazi insanlardı. Ne kadar yardımsever insanlardı. Kimseye tepeden
bakmazlardı. Yaptıkları iyilikleri hep bir zorunluluk gereği içine sokarlar
kimseyi minnet altına sokmazlardı. Kimin derdine çare olmadılar ki.. olmazlardı
ki.. nerde bir borçlu, nerde bir dertli bilseler onların yanında biterlerdi.
Evin kapısı herkese açıktı. Bu ev insanlara huzur verirdi. Ya sen beyim? Ya
sen? Sen herkese tepeden baktın. Sabah akşam dinlediğin şu “Sana dün bir
tepeden baktım” şarkısını sırf tepeden bakma ifadesi için dinliyorsun.. a tabi
sen koskoca Eşrefoğulları’ndansın. Eşrfeoğulları.. onlar kimseye tepeden
bakmazlardı ki. Onlar kimseyi hor görmezlerdi ki.. öyle olsa Eşrefoğlu
olmazlardı. Bunu fark edecek zeka, gönül sen de ne arar! Benlik abidesi. Kibir
heykeli. Sen, biz sıradan insanlar gibi olup evleneceksin öyle mi? Şimdi
anlıyor musun Jülide’ye aşık olduğunu sandığını? Sen bizim gibi, sıradan
insanlar gibi birine aşık olacaksın! Estağfurullah! Böyle bir düşünceyi sanmak
bile küfürdür. Annen! O cennetlik kadın. Elinden tespihi düşmeyen önce konu
komşunun ihtiyacını görüp sonra kendi evine koşan.. O kadının kemikleri sızlar
be arkadaş. Hatta yaşıyorken bile sızlıyordu. Ama onun o bakışlarını anlayacak
izan nerde sende? Sen anlayamazdın!"
İlhan
durmuyordu:
"Beyim,
daha yetmişlerde teyp vardı, kaset çalar vardı ama zati aliniz elle kurulan ve
taş plaklar çalan gramofonu yeğlerdiniz! Sizce neden! Bahanen vardır kuşkusuz.
Ama ben senin göremediğin gerçeği söyleyeyim.. o teypler o kaset çalarlar
sıradan insanlar için. Yığınlar için. Şu an cdler, mp3 çalarlar var.. ve sen
arkaik bir kalıntıyla beş on katlı binalar arasında sıkışmış bu evde
İstanbul’dan iki bin kilometre uzakta bir şehirde, “Sana dün bir tepeden baktım
aziz İstanbul!” şarkısını dinliyorsun. çünkü sen bizler gibi sıradan değilsin.
Evet! Hiç kendi kendine sordun mu; “Yahu niye ben ille de topukları deri
ayakkabı aradım durdum eskicilerde.. bulamasam neredeyse ayakkabı
giyemeyecektim!” sormadın değil mi? Soramazsın! Odun topuklu ayakkabılar
sıradanlar için Eşrefoğlu Mahir odun topuklu ayakkabı giyer mi? Ya kruvaze
takım elbise.. ille de İngiliz kumaş olacak. Bu yoksul şehrin hangi mağazasında
bulunur ki..onun da ikinci elini bulurdun. Ve kasım kasım kasılırdın. Hangi
birini sayayım! Hangi birine el atsam kibrin en vahşisiyle yüz yüze geliyorum.
Kibrin yüzünden üniversiteyi bile tamamlamadın. Eh herkes “Helal olsun adam uçak
mühendisliğini kazandı iki yıl okudu, sonrada bırakıp geldi.” diyecekler diye
kurdun. Kurduğun gibi de oldu. Oldu da ne oldu? Kibrin sonu ne oldu? Bak
yapayalnız kaldın..”
Rahatlamıştı
İlhan. Yıllarca içinde biriktirdiklerini birkaç dakika içinde savurmuştu. Mahir
elinde sigara yatağa uzanmış gözleri oymalı tahta tavana mıhlı dinlemişti
İlhan’ı. Müzik susmuştu. Kalkıp kurmadı. Küçük tüp üstünde çaydanlıktan çıkan
buhar suyun kaynadığını gösteriyordu. İlhan kalkıp tüpü kapattı. Arkadaşına
baktı. Yüzündeki alay kaybolmuştu. Hüzün ve öfke egemendi sanki yüzünde. O
insanı çileden çıkaran alaycılık yok olmuştu. İlk kez, ilk kez Mahir’i alt
ettiğini anladı.
Gururlanmıştı.
Neredeyse göbek atacaktı. Kirli bardaklardan temize en yakın olanını sıcak
suyla duruladı kendine doldurdu. Bir bardak ta Mahir’e. Götürüp yatağın baş
ucuna yakın duran bir karış toz içindeki sehpaya bıraktı. Yerine oturdu.
Ceviz
kaplı ahşap kasalı kurmalı saatin tiktaklarinden başka bir ses duyulmuyordu.
Midesini bulandıran rutubet de kaybolmuştu sanki. Pencereden giren temiz hava
odayı bir anda tertemiz havayla doldurmuştu. Bu evde içtiği her çay lezzetli
olurdu. Hiçbir yerde bu lezzeti bulamazdı İlhan.
“Oh be
dünya varmış!” diye iç geçirdi. Bir fırsatını bulup sokağa fırlamalı bu zaferi
kutlamalıydı.
Onu gören hemen herkes
yanındakine, “Bakın, bakın Mahir’in gölgesi geçiyor!” derdi. Her şey de
kabiliyetliydi. Uçurtmada. Topaç oyununda, miskette.. futbolda. Matematikte.
Ortaokulda, lisede taktir almıştı. Ve en itibarlı bir üniversitenin en itibarlı
bölümünü kazanmış üstüne üstlük elinin tersiyle de itmişti.
Kimse
onu biriyle tanıtırken, “İlhan! Demezdi de, Mahir’in arkadaşı!” diye tanıtırdı.
Bütün bunlara da annesi kadar sevdiği Gülhanım’a verdiği sözden ötürü
katlanırdı.
Uyumadığını
bile bile sordu:
“Beyimiz
uyudular mı?”
Mahir
elini yakmak üzere olan sigarayla yeni bir sigara yakıp diğerini kültabağına
bastı. Derin bir nefes çekti. Gözleri hala oymalı tahta tavandaydı. Mahir
zaferinin tadını çıkarmak için boğazını temizleyip:
“Yüzünüzü
dönseniz de bir iki şey söyleseniz!” dedi.
Mahir
başını hafifçe çevirip İlhan’a baktı. Bu bakışlarda acıma vardı. Nefret,
kızgınlık, öfke değil de acıma. Tekrar gözlerini tavana döndürdü.
“Ne
oldu? Çok mu ağırına gitti?” diye devam etti konuşmaya. Mahir bir an güler gibi
oldu.. gülmekten vazgeçmiş gibi buruşturdu yüzünü.
“
Zavallı dostum!” dedi.
Öylesine kısık bir sesle söylemişti ki bu tümceyi..
kendisi bile zor duymuştu. Bir nefes daha aldı sigaradan. Öksürdü.
İlhan
alayla:
“Demek
zavallı benim ha! Elbette.. ben sıradan bir insanım. Doğru zavallıyım. Çünkü
sıradanım.”
Karşılığını
verdi. Mahir daha bir acımıştı İlhan’a. İçinden taşanları söylemek istemiyordu.
Bu zafer kazanmış edasıyla koltukta rahatça oturan adamın rahatını ne diye
bozsundu? Her zamanki gibi, “Ulan ne pejmurde adamsın.. bari şu bardaklardan
bir ikisini yıkasan da gelen giden çay içse!” nakaratını dile getirmeden
bardağa çay doldurmasından belliydi ki müthiş bir üstünlük sağladığı inancıyla
doluydu arkadaşı.
Gözleri
doldu. Demek en sevdiği, en candan bildiği arkadaşı fakında olmadan ezilmişti
karşısında. Küçük görmüştü demek kendini. Küçük düşürmüştü. Bu nasıl bir
körlüktü? Mahir sanıyordu ki yoksulluklarının farkındadır da yüzlerine
vurmuyordu. Sanıyordu ki gücü yetse arkadaşını bu sefaletten çekip çıkarırdı.
Meğer inim inim inliyormuş karşısında.
“Demek
ben kibrim yüzünden, başkaları gibi olmak istemeyişimden deri topuklu ayakkabı
peşinde koşuyordum.. iyi. Oysa ben de isterdim. Ben de bayram günleri gıcır
gıcır olan bir ayakkabıyla yaşıtlarımla birlikte, sizinle birlikte sokakları
arşınlamak isterdim. Kim ister ki başkasının ayak kokusuyla yıpranmış bir
ayakkabı içine soksun ayaklarını? Nasıl aklın alır? Babam kendisine ayakkabı
alamazdı ki biz isteyelim. O eder neder almaya çalışırdı. Annem de “Bey o
naylonlular zararlı.. ne diye boşa para harcayalım.. çocukların, ihtiyacı
olanların ihtiyacını görelim!” sözleriyle babamızı engellerdi kendisine bir şey
almaya kalkıştığında. Biz de annemizden öğrenmiştik. Rahmetli abilerim de ben
de örneğin ayakkabı konusu açıldığında “Ya baba onların topukları odun..
ayaklarını ağrıtıyor insanın. Deri topuklu olsa neyse!” der, eskicilere
götürürdük. Diğerlerinden alacak gücümüz var mıydı? Yok! Peki kim bildi bunu?
Hiç kimse! Hiç kimseye bildirmedik. Biz beş kişi başkaları doymadan karnımızı
doyurmadık hiçbir zaman. Kaç kez soframızda bulundun. Hiç doğru dürüst yemek
var mıydı soframızda? İki salata üç domates biraz biber ve üzerine zeytinyağı..
biraz da peynir.. arada bir yumurta kırdığımız da olurdu. Bense sana hep sağlık
bahanesi sunardım. Evet yağlı yiyecekler, etli yiyecekler dokunuyordu İlhan
bey! Demek İngiliz kumaşı yığınlar giymediği için eskicilerden alınıyordu ha!
Sen feşmekan mağazadan altın yıldız marka elbise giyerken benim çocuk nefsim
hiç mi akmazdı sanıyorsun. Sanırım ilkokul beşinci sınıfta yeni aldığın
pantolonun sıraya takılmış ve yırtılmıştı rahmetli anneme söylemiştim.. o da “
Gözün değmiş oğlum.. kem gözlülük, kıskançlık iyi değildir.. bak o her sabah
hiç üşenmeden gelip seni okula götürüyor” demişti. Ve ben ağlamıştım. Niye
biliyor musun? Benim yüzümden olduğuna inandığım ve seni zarara uğrattığım
için. Lacivert takımın çok hoşuma gitmişti. Şimdi anladın mı? Demek okul da
sıktı canını.. onun da taksitlerini ödeyemecektim. Babam, abilerim kazada
öldüklerinde geri dönmekten başka ne yapabilirdim? Kimse bunu anlamadı. Kimseye
de anlatmadım. Bizden daha kötüler vardı diye. Allah korusun asla gururdan
değil. Kıskançlıktan değil. Kibirden değil. Biz cıbılın kabadayısı değildik.
Olmadık. Beni bir sen anlamışsındır sanıyordum. Meğer.. meğer herkesten çok sen
yabancıymışsın.. yazık!”
Mahir
yeni bir sigara yakmıştı. İlhan şaşkınlığın en uç noktasındaydı. Utançla
dolmuştu. Kazandığı zafer duygusunun yerinde onu ezen dev bir utanç duygusu
egemendi.
Yerinden
usulca kalktı. Ayaklarının ucuna basarak odadan dışarı çıktı. Kapıyı örtmedi.
Her zaman inip çıkarken duyduğu tahta merdivenlerin sesini duymamıştı bile.
Kaçmak,
buraya hiç gelmemiş olmak istiyordu. Bunca zaman gördüklerinin hiç biri gördüğü
gibi değilmiş. Bildiğini, anladığını sandığı hiçbir şey! Şu anki gözyaşlarının anlamını bile bilmiyordu. Bir
el, görünmeyen bir el gırtlağına sarılmıştı sanki.
Cemal Çalık, 31.01.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Takip et: @gezgin07