بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Kutup ve Yardımcıları
Mitolojik
bir masal! Yüce Allah'ı rububiyet ve ulûhiyetten soyutlama ve felsefede
"aklıevvel", Hıristiyanlıkta "kelime" ve tasavvufta
"kutup" olarak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirmeye yönelik
bir uydurma! Bu masala göre kutup ferdiyet makamına oturan en mükemmel insan
yahut yeryüzünde her zaman Allah'ın nazargâhı olup bütün varlıkların işlerinin
elinde meydana geldiği tek kişidir. Açık ve gizli yardımcılarıyla birlikte
ruhun vücutta yayılması gibi bütün kâinatta sirayet eder, ulvi ve süfli âlem
üzerine hayat ruhunu saçar. Darda kalan kişilerin kendisine sığınması ve ondan
imdat istemesinden dolayı gavs olarak da adlandırılır.
Tasavvufçulara
göre kutup iki türlüdür. Biri hâdis veya duyularla algılanan (nissî)'dir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz kutup budur. Diğeri ise kadim yahut manevi kutuptur.
Bu da Hakikati Muhammediyye'dir.
Eel-Kaşanî
şöyle diyor:
"Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nispetle kutuptur ki
ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şahadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nispetle kutuptur
ki onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar.
Bu da şahadet âleminde birbirini takibenden kutupların kutbudur. Ondan önce ne
bir kutup olur ne yerine başkası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri
yaratmazdım" ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur."
Tasavvufçulara Göre Kutupluk
Ahmet et-Ticani şöyle diyor:
"Kutupluk
bütün ayrıntılarına kadar âlemin tümünde Hakk'a (Allah'a) hilafeti uzmadır.
Rabb'ın ilah olduğu her yerde kutup işlerin idaresi ve Allah'ın ulûhiyeti
altında olan herkes hakkında hükmün yerine getirilmesidir. Allah'tan, ne olursa
olsun, yaratıklara her şey ancak kutbun hükmü ile ulaşır. Zerresine varıncaya
kadar âlemdeki her varlığın varlığını sürdürmesi kutbun ruhaniyeti ile olur.
Kutupsuz bütün kâinat, ruhu olmayan hayaletlerden ibaret olur. Bütün
varlıkların ruh ve hayat kazanmaları ancak kutbun onlarda hâkim olmasıyla
mümkündür. Evliyanın mertebelerinde de kutup tasarruf eder. Onun zevki dışında
ariflerin ve evliyanın hiçbir mertebesi olmaz. Hepsinde tasarruf eden ve
sahiplerine kaynaklık eden odur. Bütün âlem onun sayesinde rahmet görür.
Varlıkların varlıklarını devam ettirmeleri ancak onun sayesindedir. Bu da ondan
bütün kullara bir rahmettir. Âlemde var olması küllî ruhu için bir hayattır.
Allah ulvi ve süfli âlemleri onun nefesiyle destekler. Zatı soyut bir aynadır.
Herkes istediğini onda görür."
"Allah'ın
kutba ikramlarından biri, âlemin varlığından önce ve sonrasının bilgisini
öğretmesi, nihayeti olmayanı bildirmesidir. Bütün varlıkların nizamının
kendisiyle kaim olduğu bütün isimleri ona öğretmesidir. Allah'ın bütün
sırlarına muttali kılması, bütün feyizlerini ona vermesi ve ilminin ihata
ettiği her şeyi ona bildirmesidir."
"Hiçbir
dönemde Kutbu'l-Aktap ile peygamberler arasında bir perde bulunmaz. Allah'ın
peygamberi gayb ve şehadet âleminde nerede olursa olsun Kutbu'l-Aktab'ın gözü
onu görmekte ve ona bakmaktadır. Hiçbir lahza ondan gizli kalmaz."
Kutb'un Yardımcıları
1-
İmâmân (iki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekût, diğeri mülk
âlemi ile görevlidir.
2-
Evtadı Erbaa (dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zamanın kutbu
ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'l-Aktab'tan bir
feyizdir. Bunlar ölecek olursa bütün âlem bozulur.
3- Ebdal
(bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir
hakikattır. Sayıları kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi Irak'tadır.
4-
Nuceba' (soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısır'dır. İşleri
yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.
5-
Nukeba' (başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz omlduğu söylenir. Görevleri,
yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır.
Tasavvufçuların
hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi
bunlardır. İnsanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden
korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında
tasarruf yetkileri olduğunu telkin etmek için uydurdukları masal ülkesi budur.
Yaşayanların iman ve rızıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için
tasavvufçuların Allah'ın egemenliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal
ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların
ruhları, rızkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde
tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah, peygamberlerine ve meleklerine ne
kalmış olur? Başka bir ifade ile Allah'a, peygamberlere ve meleklere ve ihtiyaç
kalır?
İsterseniz
bu masalı bir de Molla Cami'den dinleyelim. Bilindiği gibi Molla Cami nerede
bir Şii batinî varsa hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'l-Üns Min
Hadarati'l-Kuts kitabına almıştır. Günümüz harfleriyle de Türkçe tercümesi
olduğu için vatandaşların bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun
meşhurlarından biri olarak bu masalı bir de ondan dinleyelim:
"Şeyh
Muhyiddin Arabî’den şöyle nakledilmiştir: Hakikatte Hz. Muhammed'in Kutbları
iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi’setinden önce olanlardır. Bunlar sayıları
üç yüz on üç tane olan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir.
Bunlar kıyamet gününe kadar on iki kutbudur. Yani on iki menzil üzerine deveran
ederler. Her biri bir peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir
tarafta, yedi bölgedeki Ebdal gibi, insanlardan bir topluluğun işi bir kutba
havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da o iklimin kutbudur.
Bunlar dört Evtadı gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi
muhafaza eder. Halkı mümin veya kâfir her memleketin bir kutbu olduğu gibi,
Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder. Yine makam sahiplerinden
her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur.
Onlara Kutbu'l-Ârifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'l-Mütevekkilin, Kutbu'z-Zahidin,
Kutbu'l-Âbidin denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir.
Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutup bu ümmetin işlerini
üzerine almışlardır. Nitekim âlemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir.
İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır. Bunlar bir
topluluktur ki kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlardandır.
Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı.
On iki
kutup şunlardır:
1- Hz.
Nuh'un izinde olanlar. (Sıfatları sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla
donatılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutupların da sıfatları sayılmaktadır).
2- Hz.
İbrahim'in izinde olanlar.
3- Hz.
Musa'nın izinde olanlar.
4- Hz.
İsa'nın izinde olanlar.
5- Hz.
Davud'un izinde olanlar.
6- Hz.
Süleyman'ın izinde olanlar.
7- Hz.
Eyyub'un izinde olanlar.
8- Hz.
İlyas'ın izinde olanlar.
9- Hz.
Lut'un izinde olanlar.
10- Hz.
Hud'un izinde olanlar.
11- Hz.
Salih'in izinde olanlar.
12- Hz.
Şuayb'ın izinde olanlar. (Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf
alanları, yetkileri anlatılmaktadır).
Futuhat-ı
Mekkiye'de ayrıca recebiler denilen ehlullahtan bir zümre anlatılır. Bunlar
kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler onlar
üzerine çökmüş gibi bir kenara çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne
ayak üzere durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok
tecelliler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir. (İbn
Arabî’nin onlardan birini gördüğünü, bu Receb'in Rafıziler'i simalarından
tanıdığını kaydeder).
İmâmân;
iki şahıstır. Biri gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları âlemi
melekûtadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Nazarları âlemi melekedir.
Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu İmam Abdurrab'dan daha
faziletlidir.
Evtad:
Âlemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri
batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abdulmürid'dir. Biri de
güneydedir ve adı Abdulkadir'dir." (Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba,
rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır). Üçler, yediler, kırklar gibi
halk arasında yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor.
Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında örülen masallar ve uydurulan hikayeler de
bu inançlara dayanmaktadır. Çünkü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba,
rukeba, evtad, ebdal, aktab, gavs, gavsı azam gibi Batınî Şii memleketin
kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve
bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf Şii-Batıniliğin aldatıcı
maskesinden ibaret değil midir?! (Çeviren)
İbn Arabî En Büyük Kutup!
Aktab,
evlad ve ebdal için İbn Arabî bu nitelikleri saydıktan sonra haliyle kendini bu
ünvanlardan biriyle niteliyecektir. Ne var ki aşağı bir ünvanı yahut küçük bir
mertebeyi kendine kaşıtıracağını sanmayınız. Onun için kendisinden büyük bir
kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak kendini ilan etmekte ve şöyle
demektedir:
"Bu
asırda ubudiyet makamından benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu
bilmiyorum. Çünkü Rasûlullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe
ulaştım. Ben, âlemde hiçbir kimse üzerinde rububiyetin bir hevesi olduğunu
bilmeyen halis ve muhlis bir kulum. (Yahut âlemde rububiyette gözü olan benden
başka kimse yoktur). Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi.
Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın vergisidir."
Görüyorsunuz, İbn-i Arabî kendini hiçbir
zirvenin boy ölçüşemeyeceği bir zirvede koyuyor ve herhangi bir kimse
kendisinden bu tercihin ve seçimin delil ve belgesini sormaması için bunun
kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.
Bu şekilde
İbn Arabî, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde
taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendini
kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgini olarak empoze
ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izleyen bütün tasavvuf şeyhleri de bu
yalanını onaylıyor, kendisine şeyhi ekber ve (kibrit-i ahmer) bulunmaz elmas
diye niteliyorlar.
Felsefeyi,
eski dinleri ve her döneminde cahiliye hurafelerini ezberleyip bir sentezini
yapan bu zındık, bu sapık inançlarını ahmak, putperest ve cahiliye akidesi
halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir ustalıkla ayet ve
hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu putperest inanç cahil
Müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak
yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini
yapmaktadır. Tasavvufçular kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır.
Kimileri bunları gavsı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan
sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'ân-ı
Kerim’den ve Rasûlullah'ın sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir Müslüman
bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın
sünnetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira
olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal,
nuceba, nukeba, urefa gibi isimlerin egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve
bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almak istemişlerdir.
Bu
alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla
insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerini ve esrarengiz hurafe dinlerine
onları nasıl soktuklarını görünce hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde,
gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliğin esrarengiz devletlerinin
yöneticileri olan bu isimlerin elinde olduğunu, onların arzularına boyun
eğmeyen insanları velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin
etmişlerdir.
Hâlbuki
sözünü ettikleri bu veliler bazen hayatta olup okuma yazma bilmeyen koyu
cahiller, bazen ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazen
yollarda ayaklarına işeyen veya kaldırım kenarlarında geceleyen meczuplar ve
bunaklar, bazen zina eden ve içki içen fasıklar, hatta ibadet teklifinin
kendilerinden Hatemu'l-Evliya (Son Veli) Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusu
olduğu gibi velilerin de sonuncusu vardır derler.
Tasavvufçular
peygamberlerin sonuncusu olduğuna bakarak velilerin de sonuncusu olduğu
masalını uydurmuşlardır. Bunun öncülüğünü el-Hakim dedikleri et-Tirmizi yapmıştır. Bu konuda zehirlerini kusmuş ve
kafasında ördüğü örümcek ağlarını "Hatmu'l-Velayeti" kitabında
insanlara inanç olarak sunmuştur. es-Sulemi onun hakkında şöyle der; "Onu
Tirmiz'den sürdüler ve Hatmu'l-Velayeti kitabını yazdığı için küfrüne kail
oldular", "Peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi velilerin de
sonuncusu vardır ve velilik peygamberlikten üstündür" diyor.
İbn-i
Teymiyye de onun için şöyle diyor:
"Sözlerinde
red edilmesi vacip olan yanlışlıklar vardır. Bunların en çirkini
Hatmu'l-Velayeti kitabında zikrettiği sözlerdir. Mesela orada sonra gelenler
arasında Allah yanında derecesi Ebu Bekir, Ömer ve diğerlerinden üstün olan
kişilerin olacağını söylemesi, son zamanda gelecek velinin Hatemu'l-Evliya
olacağı ve diğer bütün velilerden üstün bulunacağı, velilere nispetle
peygamberlerin sonuncusu gibi olacağı sözleri" yer almaktadır. Ondan sonra
tasavvuf örümcekleri bu ağ üzerinde devam etti ve çok insanların nefeslerini
keserek bununla zehirledi.
Vahdeti
vücut ilminden söz eden İbn Arabî şöyle der:
"Bu
ilim ancak son peygamber ve son velide olur. Peygamberlerden kim görürse onu
ancak son peygamber penceresinden gördüğü gibi peygamberlerden de onu ancak son
veli penceresinden görür. Hatta peygamberler onu gördükleri zaman ancak
Hatemu'l-Evliya (son veli) penceresinden görürler. Çünkü teşri risalet ve
nübüvveti kesilir, ama velayet hiçbir zaman kesilmez. Peygamberler veli
oldukları için söylediğimizi ancak Hatemu'l-Evliya penceresinden
görürler."
Puran Tilmiz, 08.02.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü