بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Son Veli Son Peygamberden Üstün (!)
Vahdeti vücut ilminden söz eden İbn Arabî şöyle der: "Bu ilim ancak son peygamber ve son velide olur. Peygamberlerden kim görürse onu ancak son peygamber penceresinden gördüğü gibi peygamberlerden de onu ancak son veli penceresinden görür. Hatta peygamberler onu gördükleri zaman ancak Hatemu'l-Evliya (son veli) penceresinden görürler. Çünkü teşri risalet ve nübüvveti kesilir, ama velayet hiçbir zaman kesilmez. Peygamberler veli oldukları için söylediğimizi ancak Hatemu'l-Evliya penceresinden görürler."
Yukarıda naklettiğimiz ibarede İbn Arabi peygamberlerin en üstün ilimlerini ancak son veli (Hatemu'l-Evliya)'dan aldıklarını iddia etmektedir. Bu da son velinin genel olarak bütün peygamberlere ve dolayısıyla Hz. Peygamber'e üstünlüğünü gerektirmektedir.
İbn Arabî şöyle diyor:
"Rasûlullah peygamberliği kerpiç bir duvara benzetmiştir. Bir yeri dışında bu duvarın tamamlandığını ve tamamlayıcı kerpicin de kendisi olduğunu bildirmiştir. Rasûlullah bunun ancak bir tek kerpiç olduğunu söylemektedir. Son velinin de bu görüşte olması ve Rasûlullah'ın benzettiği gibi benzetme yapması gerekir. Ancak bu duvarda iki kerpiç yerinin boş olduğunu ve kendisinin bu iki kerpiç yerini doldurduğunu söylemesi lazımdır ki bu eksiklik tamamlanmış olsun. Meleğin peygambere vahiy getirdiği kaynaktan kedisi(son veli) direkt olarak alır."
Yine , "Aramızda öyleleri var ki bunu doğrudan doğruya Allah'tan alır ve bu hükümle Allah'ın halifesi olur."
Son velinin iki şeyle son peygamberden üstün olduğunu ifade etmektedir: Birincisi, direkt Allah'tan almasıdır. Son peygamber ise, melek aracılığıyla Allah'tan alır. İkincisi, onun eliyle dinin tamamlanmış olmasıdır. İbn-i Arabî bu saçmalıklarıyla Hz. Peygamber'in peygamberliği benzettiği ve eksik kalmış kerpicin yerini kendisinin tamamladığını bildirdiği sahih hadise işaret etmektedir. Yani İbn-i Arabî, yüce Allah'ın müminlere dinlerini kendisiyle tamamladığı son peygamber olduğunu belirtmektedir.
İbn-i Arabî dinin iki kerpicinin eksik olduğunu, Rasûlullah'ın birinin yerini doldurduğunu, son velinin ise hem bunu hem diğer kerpici tamamladığını ve Allah'ın dininin ancak son veli eliyle tamam olduğunu iddia etmektedir. Bu saçmalıklar nerede, yüce Allah'ın şu açık ve kesin ifadesi nerede!
"Bugün size dininizi tamamladım, nimetimi size ikmal ettim ve İslâm'ı size din olarak seçtim."
Her Şeyh Hatemu'l-Evliya Olduğunu İddia Ediyor!
İbn Teymiyye şöyle diyor:
"Hatemu'l-Evliyalık gerçeği olmayan bir hayal olmuştur. Her zümre kendileri veya şeyhleri için iddia etmektedir. Birçok kişiler kendileri için iddia etmiş, ancak sözlerinde Yahudi ve Hıristiyanların bile söylemediği batıl şeyler bulunanlar buna sahiplenmek istemişlerdir. Fususu'l-Hikem sahibinin kendisi için iddia ettiği gibi."
İbn Teymiyye'nin söyledikleri tamamen doğrudur. İbn Arabi Futuhat-ı Mekkiye'de bir rüya gördüğünü iddia ediyor ve şöyle diyor: "Sonra velayetin benimle son bulacağı yorumu ile rüya yorumlandı." Ticani tarikatı da şeyhi Ahmet için son velayeti iddia etmiştir. Mensuplarından biri şöyle diyor: "Otuz altıncı bölüm, şeyhimizin fazileti, hatemu'l-evliya, sadıkların imamı, gavs ve kutupların kaynağı olduğuna dairdir."
Hatemu'l-Evliya Neden Üstün?
İbn Teymiyye şöyle diyor:
"İbn Arabî ve benzerleri bu üstünlüğün velinin direkt Allah'tan alması, peygamberin ise melek vasıtasıyla alması sebebiyle olduğunu söylüyorlar. Hatemu'l-Evliya bu bakımdan onlara göre peygamberden üstündür."
İnce kavrayışı, emin nakli ve gerçekçi ifadeleriyle bu sözlerinde gerçeğin kendisini ortaya koymaktadır. İbn Teymiyye'nin bu söylediklerini destekleyen ve haklı çıkaran İbn Arabî’nin sözlerini yukarıda nakletmiştik. Onun söylediklerini yeterli görmeyenlere el-Bistami'nin şu sözlerini de aktaralım. "İlminizi ölenlerden aldınız, biz ise ilmimizi hiç ölmeyen (Allah)'dan aldık." Yine "Öyle bir denize daldık ki peygamberler onun sahilinde kalmışlardır" demektedir.
İbn Arabî bu görüşü şöyle pekiştirmektedir:
"Rüsum ehli (şeriata bağlı olanlar) kıyamet gününe kadar öncekilerden alırlar. Böylece aradaki nispetler uzak olur. Evliya ise doğrudan Allah'tan alırlar. Kendisinden bir rahmet olarak onların kalbine bırakır. Bu da Rablerinden gördükleri bir yardımdır."
Demek istiyor ki İslâm'a bağlı olanlar ölüme mahkûm olmuş ve toprağa karışmış kişilerden dinlerini ve ilimlerini alırlarken, tasavvufçular Allah ile olan direkt irtibatlarından dolayı melek veya nebi yahut resul aracılığı olmadan direkt Allah’tan alırlar. Onun için Muhammed'in şeriatını tanımamış, mensuplarına bu şeriata küfretmenin yollarını hazırlamışlardır. İsterseniz toplumdaki veli inancı ve anlayışının oluşmasında eski Türk dinlerinin rolünü bir örnek olarak verelim.
Eski İran, Yunan ve Ortadoğu inançlarının bu anlayış ve inancın oluşumundaki rollerini bunlara kıyas ederek anlamak mümkündür. Eski Türk dinlerinin bu konudaki rolünü bu sahanın uzmanı sayılan A. Yaşar Ocak'tan dinleyelim:
"Müslüman Türklerin yaşadıkları bütün mıntıkalarda ve bu arada tabiatıyla Anadolu'da veli kültü tahlil edildiği zaman, bunun kaynağını İslâm öncesi eski Türk inançlarının teşkil ettiği daha ilk bakışta dikkati çekecek kadar sarihtir. Tasavvufun veli telakkisi, tabir caizse buna bir kılıf hizmetini görmüştür. Bilindiği gibi Türkler Müslüman olmadan önce çeşitli velilerle temasta bulundukları kültür çevrelerinde, Şamanizm, Budizm, Zerdüştlik, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi, birbirinden mahiyet itibariyle hayli farklı dinlere girmişlerdir. Bunlardan önce ise, uzun yüzyıllar kendilerinin sahip oldukları belli birtakım inanç sistemleri vardı. Orta Asya gibi muazzam bir coğrafi sahada, yüzlerce yıldır muhtelif Türk toplulukları zikredilen inanç sistemlerinden birini veya birkaçını benimsemişler, zamanla birini bırakıp bir başkasını kabul etmişlerdir.
Bu değişiklikler esnasında bir önceki din, yenisinin gelmesiyle tamamen ortadan kaybolmamış, çoğu defa kendini yeni dinin kalıplarına uydurarak varlığını sürdürmüştür. Bu sebeple Türk zümrelerinin girdiği her yeni din, onlara yeni bir şeyler öğretip belli ölçüde düşünce ve hayat tarzlarına etki ederken, diğer yandan da o zümrelere uygun birer yapı kazanmışlardır. İşte bundan dolayıdır ki, günümüzde bile Orta Asya'dan Balkanlar'a kadar bütün Müslüman Türk topluluklarında bile bildiğimiz en eski inançları olan tabiat ve atalar kültlerinden yukarıda sayılan dinlere kadar, çok çeşitli kalıntıları tespit mümkün olmaktadır.
Aşağıda açıklamaya çalışacağımız İslâmî devir veli kültü, işte bu uzun maceranın izlerini taşır. Türklerdeki veli kültünün temelinin Şamanist dönemde atıldığı söylenebilir. Eski Türk Şamanları incelendiği zaman, bunların Türk veli imajına çok benzediğini fark etmemek mümkün değildir. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felaketleri önleyen yahut düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan Türk Şamanları, bu hüviyetleriyle âdeta Bektaşi menakıpnamelerinde ve kısmen de öteki tarikat çevrelerinde yazılmış menakıpnamelerde yeniden hayat bulmuş gibidirler.
Bu eserlerde anlatılan Türk velileri, işte böyle özelliklere sahip kişilerdir. Şamanist Türkler, Şamanların harkülade insanlar olduklarına, ruhlar, gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Hatta şamanlar gök tanrı ile de temasa geçip ondan mesajlar getirebilen şahsiyetlerdir. Onlar bu kabiliyetleri elde etmek için, tıpkı velilerin yaptığı gibi, inzivaya çekilerek kendilerini sıkı bir riyazete tabi tutarlardı. Ancak burada, Şamanizm öncesi eski Türk inançlarından atalar kültünün veli kültünün temelinin hazırlanmasındaki önemli rolüne de dokunmak gerekiyor. Muhtelif Türk zümreleri arasında en eski ve köklü inançlardan biri olduğu bilinen atalar kültü genel olarak ecdadın takdisine dayanır. Ancak atanın bizzat kendine tapınma mahiyetinde olmayan atalar kültü, atanın öldükten sonra üstün birtakım güçlerle mücehhez hale geldiği ve bu sayede ailesine yardım edebileceği inancından doğan, korku ve saygı karışık bir telakki hâsıl etmiştir. Bu sebeple ataların ruhlarına kurban kesilir ve eşyaları mukaddes sayılır, mezarları da mukaddestir....
Şamanist dönemde ve özellikle Budizm'e geçtikten sonra Türk veli kültünün İslâm öncesi temeli, daha da takviye gördü. Çünkü bu devrede Budist azizlerin çok eskilere inen ve Budizm'in yayılmasında önemli bir propaganda aracı olan kerametlerini anlatan metinler bol bol tercüme edildi. Zaten halk için ayinlerde okunmak üzere meydana getirilen bu tercümeler, çabucak ve hayli geniş bir tabana yayıldı. Öylece, Şamanların üstün ruhani güçlerle donanmış şahsiyetlerine, Budist azizlerininkiler ilave edildi. Artık Türk din adamlarının yukarıda sayılan vasıflarına hayvan kalıplarına girmek, eşyaları ve cisimleri kendi kendilerine yürütüp harekete geçirmek gibi başka özellikler eklendi.
Bu suretle İslâmiyet'in Türkler arasında yayılmaya başladığı dönemlere, yani onuncu yüzyıla gelindiğinde, artık İslâmî Türk veli tipinin teşekkülüne zemin hazırlanmış oluyordu. Bu üstün ruhani kuvvetlerle donanmış insan tipi, Müslümanlıkla bağdaşmakta güçlüğe uğramadı. Kur'ân-ı Kerim’deki muhtelif mucizeler gösteren peygamberlerle Hz. Muhammed'in şahsiyeti, Müslüman olan Türkler'e hiç de yabancı gelmedi. Onlar, kendi din adamlarıyla bu zikredilenler arasında pek çok benzer noktalar buldular ve İslâmiyet'e çabuk ısındılar.
Biz, Türk veli imajının prototipini meşhur Dede Korkut'un şahsında buluyoruz. Aşağıya aldığımız pasaj bu itibarla aynı zamanda tarihi bir belge niteliğini de taşımaktadır:
"Rasûl aliyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata dirler bir er kopdi. Oğuzun ol kişi tamam bilicisiydi. Ne dir ise, olur idi. Gaybdan dürlü haber söyler idi. Hak Taala anın gönlüne ilham ider idi... Korkut Ata Oğuz kavminin müşkilini hall ider idi. Her iş olsa Korkut Ata'ya tanışmayınca işlemezler idi."
Bu satırlarda Dede Korkut'un her ne kadar veli kelimesiyle nitelendiğini görmüyorsak da, sayılan vasıfları kendisinin böyle telakki edildiğini açıkça gösteriyor. Aslında gerçekten yaşayıp yaşamadığı, eğer yaşadıysa, zamanı belli olmayan bu şahsiyet Oğuz'un, yani bütün Oğuz boylarının bilicisidir, söylediği her şey gerçekleşir, gayb dan haber verir, geleceği bilir, Allah'ın ilhamlarına mazhar olmuştur, Oğuz kavminin bütün güçlüklerini çözer, kendisine danışılmadan iş yapılmaz.
Şu sayılan nitelikler Dede Korkut ile şamanlar arasındaki büyük benzerliği de ortaya koyuyor. Bilhassa gayb dan ve gelecekten haber verişi, bir iş yapılacağı zaman kendine danışılması bunu pek açık gösteriyor. Metinde dikkati çeken bir başka nokta, bu zatın Hz. Muhammed'in zamanına yakın bir devirde yaşadığının söylenmiş olmasıdır. Bu, onun gerçekten yaşamış tarihi bir şahsiyet olmadığının bizce en açık delillerinden biridir...
Anadolu'nun tedricen fethedilmeye başladığı XI. yüzyıldan itibaren buraya yerleşmeye gelen ve çoğunluğunu Oğuzlara mensup boyların oluşturduğu muhtelif Türk toplulukları, kendileriyle beraber bu telakkiyi ve kültü de getirdiler. Özellikle XIII. yüzyılda Moğol istilası arifesinde ve bu istilanın önünden kaçarak Anadolu'ya yerleşen bazı tarikatlara mensup şeyh ve dervişler bu konuda başrolü oynadılar. Selçuklu hükümeti onlara birtakım imtiyazlar ve tekkelerini kurup rahatça faaliyet gösterecek yerler tahsis etti.
Vefailik, Yesevilik, Kalendirilik ve Haydarilik gibi gayri sünni mahiyetteki tarikatlara ait tekkeler daha ziyade köy ve göçebe muhitlerini tercih ederken, Kübrevilik, Sühreverdilik, Rıfailik ve Kadirilik gibi sünni eğilimli olanlar şehirlerde geliştiler.
Zamanla her iki çevredeki tekkelerin başında bulunan Hacı Bektaşı Veli, Mevlana ve benzerleri gibi, sade çevrelerinde veya bütün Anadolu'da büyük veli olarak şöhret yapmış kişilerin ölümü ile birtakım türbeler ortaya çıktı. Bu velilerin heririnin türbesi, özelliğine ve maksada göre kendine mahsus ziyaret ve kurban usullerinin gelişmesine ortam hazırladı. Hiç şüphesiz ki bu, Orta Asya'daki tatbikatın bir devamından başka bir şey değildi.
Bu türbelerin etrafında eskiden mevcut ve yani imal edilip yayılan menkabeler, kendilerini yarı mukaddes, fevkalade güçlerle donanmış ve hastalıkları iyileştiren ve çeşitli dileklerin gerçekleşmesine yardım eden manevi şahsiyetler Anadolu'nun pekçok yerlerinden gelen değişik tabakalara mensup insanlar bunları ziyarete başladılar. Kendilerini yazılı kaynaklardan tanıdığımız velilerden başka, yazılı kaynaklara geçmemiş daha başkaları da vardı. Bu suretle Anadolu'nun pekçok yerinde, hemen her kasaba ve köyde, şehirlerde, evliya, ermiş ve yatırlar meydana geldi. Her birinin etrafında birer kült oluştu. Bu kültlerin bir kısmı zaman içinde giderek mahallileşirken, bir kısmı da tersine, şöhretlerinin daha büyük oluşu sebebiyle bütün Anadolu'ya yayıldı.
Burada önemli bir nokta üzerinde durmak gerekiyor. O da, vaktiyle Orta Asya da vuku bulan bir olayın, Anadolu'da da tekrarlanmış olmasıdır. X-XII. yüzyıllarda İslâmiyet Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu, eski Budist manastırlarının yerine yahut yakınlarına inşa ediliyor, zamanla bu manastırlar çevresinde mevcut, oradaki azize ait menkıbeler İslâmileştiriliyordu. Böylece o bölgedeki eski kültür kendine mal edilmesi suretiyle yerli halk ile bir bağ kurularak İslâmlaştırma kolaylaştırılmış oluyordu.
İşte aynı olay, Türkler Anadolu'ya yerleştikleri sırada burada da meydana geldi. Genellikle gayri Sünni tarikatlara mensup şeyh ve dervişler, tekkelerini terkedilmiş yahut henüz faaliyette olan kilise ve manastırların yerine ve civarına kuruyorlardı. Bundan maksat, orada eski dinin merkezi ile doğrudan karşılaşarak onun kullandığı vasıtaları aynen kullanıp tesirini zamanla zayıflatarak yerine geçmekti. Öyle de oluyordu.
Nitekim bu şeyh ve dervişler, yerleştikleri yerlerde kökü Hıristiyanlık, hatta Hıristiyanlık öncesi devirlere çıkan mahalli aziz kültleriyle karşılaştılar. Bu kültler, keramet hikâyeleri (menkıbeler) aracılığıyla rahatça İslâmileştiriliyor, bu vesile ile bölgedeki Hıristiyan halkın Müslümanlığa kolayca ısınması sağlanıyordu. Çünkü Müslüman olduktan sonra da, bağlı oldukları eski kültü, bir Türk velisi adına İslâmileşmiş kılıkta sürdürüyorlardı. Buna XIII ve XIV. yüzyıllara ait bazı örnekler vermek mümkündür. Mesela, Hacı Bektaş'ın XIII. yüzyılda Suluca Karahöyük'te kurduğu tekke, bu havali Hıristiyanlarının takdis ettiği Sait Charalambus kültürünü İslâmileştirerek kendine mal etmiş, böylece Hacı Bektaş Hıristiyanlarca da benimsenmiştir. Yine aynı yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar'daki Dobruca bölgesinde bir Türkmen kolonisinin iskânını sağlayan Türkmen babası Sarı Saltık da aynı şekilde, orada eskiden mevcut Saint Nicolas kültü ile özdeşleştirilmiştir.
Son olarak Mecitözü yakınındaki Elvan Çelebi tekkesinde Baba İlyas kültünü örnek verebiliriz. XIV. yüzyılda Elvan Çelebi tarafından Saint Theodore ve Saint Georges kültünün yaygın bulunduğu eski Eukhaita köyü civarında kurulan tekke, bu kültlerin Baba İlyas'a mal edilmesine yardımcı oldu. Öyleki, XVI. yüzyılda tekkede misafir kalan Avrupalı seyyahlar Baba İlyas'ın kim olduğunu öğrendikleri zaman şaşırıp kalmışlardı. Zira anlatılanların, yukarıda zikredilen azizlerinkinden farkı yoktu. Bu sebeple Baba İlyas ile bu azizlerin arkadaş olduğunu söylemek zorunda kalmışlardı. İşte Hasluck'un "İki taraflı perestişgahlar" dediği pek çok türbe, bu anlatılan tarzda, yani eski Hıristiyan aziz kültlerinin Türk veli kültleriyle birleşmesinden doğmuştur..." (1)
İslâm öncesi Türklerin Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Manihaizm ve Mazdeizm dinlerinden beraber getirdikleri dağ ve tepe, taş ve kaya, ağaç, sihir ve büyü, hastaları iyileştirme, gaipten ve gelecekten haber verme, tanrının insan gibi görünmesi, tabiat kuvvetlerine hâkimiyet, ateşe hükmetme, kemiklerden diriltme, kadın-erkek ortak ayinler, tahta kılıçla savaşma, tenasüh inancı, hulûl inancı, don değiştirme, ejderha ile mücadele, havada uçma, dört unsur inancı, ateş kültü için bakınız. (2)
Puran Tilmiz, 24.02.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
(1) - A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri, 7–12, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1984.
(2)- Age. 71-72.