“Bizim için 19’uncu asır, bir endişeler ve korkular asrı
olmuştur. Bütün bir asır boyunca devletimizin bekasından şüphe edilmiş,
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin devamı ve geleceği için şüphe içinde yaşamış ve
hep korkmuşuzdur... Bu korku ve endişe: 20’nci asırda başımıza gelecek
olanların bir önsezişinden, müminin ferasetinden ve önceden görülen ve maalesef
sonradan tahakkuk eden bir korkulu rüyadan başka bir şey değildi. 19’ncu asırda
korktuklarımızın hepsi 20’nci asırda başımıza geldi.”
Münevver Ayaşlı
Sultan Abdülhamid dönemi Amerikan elçisi Samuel S. Cox
İstanbul’u tanımlarken, Batı dünyasının bir risk ve düşmanca bir fırsat olarak
değerlendirdiği Osmanlı’yı Osmanlı yapan temel değerin muhteşem bir çoğulculuğa
dayanan toplum yapısı olduğunu ifade eder:
“İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun
payitahtıdır. Muazzam boyutlarda bir imparatorluktur bu. Kentse, merkezi
hükümetin makarr-ı saltanatı. Halkı her ırk ve milliyetten gelir. Yetmiş küsur
diyalekt konuşulur. Bileşimi, dünyanın tüm diğer başkentlerini geride bırakacak
karmaşıklıktadır.”
Osmanlı’nın 600 küsur yıl boyunca başarı ile inşa ettiği ve
her kademede arttırıp derinleştirerek birbirine kardeş kıldığı bu çoğulcu
toplum yapısı, Osmanlı halklar topluluğunu dağıtıp sömürgeleştirmeyi kafaya
koymuş olan Ehl-i Salib için insafsızca ve ahlaksızca kullandıkları bir fırsatı
da içeriyordu. İşte yüzyılın başından itibaren sinsice bu kardeş ve akraba
halklar arasına ektikleri milliyetçi akımlar bu derin birliktelikleri tuz buz
edecek ve ortaya yüzyıldan beri her tarafından kan, terör, fakirlik akan,
ahlaksızca sömürgeleştirilen, süreç içinde
hep daha küçük parçalara bölünen güdümlü/güçsüz devletçikler
doğuracaktır.
Bölünme ve parçalanma, bütün Osmanlı bakiyesi topraklarda
kurulan güdümlü düzenlerin hem varlık sebepleri olmuş hem de işledikleri
ahlaksız ve zalimce suçlarına ucuz bir meşruiyet zemini sağlamış, sağlamaya
devam etmektedir.
Bölünme sorunu aynı zamanda bir beka sorunudur. Beka sorunu sanıldığının aksine devletlerin
değil millet ve toplumların sorunudur.
İslam milleti olmak
Yüzyılı geçen süre boyunca bu beka sorunu/korkusu, milleti,
kifayetsiz muhterislerden oluşan komik ve zalim bir diktatörler galerisine
katlanmak zorunda bırakmıştır. Her biri sömürgenin has evlatları olan bu komik
diktatörler, akıl dışı oyunlarla, zaman zaman çocukça vesilelerle bu kardeş
milletler arasına düşmanlıklar, kalıcı küslüklere sebep olacak zalimlikler
yapmaktan asla geri kalmadılar.
Şimdi Arap Baharı vesilesi ile yüzyıl evvel bu kadim halklar
ve İslam milletinin başlarına örülen bu çorapların tersine bir yapı sökümü
sürecine girdiği görülmektedir. Suriye ve Irak başta olmak üzere bölge çapında
meydana gelmekte olan derin sarsılma ve değişiklikler, bütün o komik/zalim
diktatörler eliyle kurulan derme çatma düzenleri, o düzenlerin bağlı
bulundukları temel aksları tuz buz etmekte, bu düzenlerin kurduğu anlam ve
kavram dünyalarında yaşayan, bu kavram ve anlamlar yolu ile süreci kavramaya
kalkışanları sık sık acınacak durumlara düşürmektedir.
Çünkü beka sorununu İslam milletine ve bölgenin kadim
halklarına bir tehdit olarak dayatan güdümlü düzenlerin anlamadığı, milletin
yeni bir şafağa uyandığı gerçeğidir. Yanı başındaki komşusunu düşman gören,
evinin tam ortasından geçen sınırları kutsal filan zanneden, emperyalizmin
cetvellerle çizip önümüze koyduğu bu çizgileri ciddi ciddi şehit kanı ile
sulanmış mübarek vatan sınırı sanan siyasaların bu komik beka tehditlerinin hiç
bir siyasi rasyonaliteye tekabül etmediğini millet her gün daha bir ciddiyetle
ifşa etmektedir.
Tam bir petrol denizi üzerinde oturan Arabın, Kürdün,
Türkmenin... fukaralıktan, zulüm ve katliamdan beli kırılırken bu zenginliğin
keyfinin Londra’da, Paris’te, Washington’da sürülmekte olduğu her gün daha bir
açıklıkla ifşa olmaktadır. 2000 yıl evvel arenalarda mazlumlara, kurbanlara,
kölelere ve kimsesizlere akla hayale sığmaz zulümler eşliğinde ölüm dayatanlar,
bugün Suriye’de, Irak’da, Afganistan’da ve dünyanın bir çok yerinde mazlumların
kanları üzerinden güç ve iktidar devşirerek, toplumları bir zulüm çemberine
kıstırıp kahramanca ölmek dışında bir seçenek bırakmadan, çocukların,
kadınların bellerine bombalar bağlayıp kendilerini infilak etmeleri üzerinden
yeni bir beka korkusu dayattıkları apaçık ortadadır.
Beyhude sınırlar
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başarılı bir gece operasyonu ile
Suriye içindeki Süleyman Şah Türbesini, İslam fıkhındaki nakl-i kubûr
şartlarına uygun biçimde, yine Suriye içinde daha güvenli bir alana taşıması
son zamanlarda sık sık şahit olduğumuz, güdümlü düzen anlayışı ile süreci
kavramaya kalkışanları yeniden ters köşe yapmıştır. Millet, bu toprakları başka
bir ülke olarak algılamamaktadır. Milletin kendi topraklarında kendine, uçak
düşürülerek, bombalanarak, top ateşine tutularak yapılan tahriklerin ve kurulan
tuzakların gerçek bir tapu belgesi olan KABİR üzerinden yeniden kurulmaya kalkışıldığının
gayet farkındadır. Bu naklin, tarihin derinlerinde kök salmış derin
ittifakların, muhteşem dostluk ve işbirliklerinin canlanmasına önemli fırsatlar
sunduğunun farkındadır.
Milleti tıpkı geçmişte başarı ile yapıldığı gibi, daha büyük
ve geniş paydalar üzerinden ortaklaştırmak dururken, daha küçük paydalar
üzerinden tanımlamak, küçük ve birbirine hasım topluluklar üzerinden yeniden ve
yeniden parçalamak, emperyalizmin Hummer jipler üstüne, aklı zorlayan vahşet ve
zulümlerin üstüne cübbeler atarak sömürgeyi meşrulaştırma girişimlerine çanak
tutmaktan başka bir anlamı bulunmamaktadır.
Bulgar’dan, Yunan’dan, Ermeni’den korkular türetmek,
Türkmen’den, Kürt’ten, Arap’tan kardeşlik yerine husumet türetmek, sadece ehl-i
salibin sapkın aklından çıkabilecek bir şerdir. Yeni bir şafağa uyanmış olan
millet bu korkuları tiye almaktadır.
Millet, varlığının, gövdesinden çok daha
büyük olduğunun gayet bilincindendir. Bu korkuların çizdiği sınırların birer
heyuladan ibaret olduğunun farkındadır. Tarlaya karga kovsun diye dikilen
korkuluklar olduğunun farkındadır. Şimdi kendisini yönetsin diye kurduğu
meclislerin de bunları fark etmesini beklemektedir. Duymasını becerenler için
tıpkı şairin dediği gibi seslenmektedir:
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/ Sönmeden
yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Mustafa Ekici, 02.03.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar