2 Mart 2015 Pazartesi

SA1193/KY20-MEK15: Nakl-i Kubûr'dan Beka Sorununa...

“Bizim için 19’uncu asır, bir endişeler ve korkular asrı olmuştur. Bütün bir asır boyunca devletimizin bekasından şüphe edilmiş, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin devamı ve geleceği için şüphe içinde yaşamış ve hep korkmuşuzdur... Bu korku ve endişe: 20’nci asırda başımıza gelecek olanların bir önsezişinden, müminin ferasetinden ve önceden görülen ve maalesef sonradan tahakkuk eden bir korkulu rüyadan başka bir şey değildi. 19’ncu asırda korktuklarımızın hepsi 20’nci asırda başımıza geldi.” 
Münevver Ayaşlı


Sultan Abdülhamid dönemi Amerikan elçisi Samuel S. Cox İstanbul’u tanımlarken, Batı dünyasının bir risk ve düşmanca bir fırsat olarak değerlendirdiği Osmanlı’yı Osmanlı yapan temel değerin muhteşem bir çoğulculuğa dayanan toplum yapısı olduğunu ifade eder: 

“İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtıdır. Muazzam boyutlarda bir imparatorluktur bu. Kentse, merkezi hükümetin makarr-ı saltanatı. Halkı her ırk ve milliyetten gelir. Yetmiş küsur diyalekt konuşulur. Bileşimi, dünyanın tüm diğer başkentlerini geride bırakacak karmaşıklıktadır.”

Osmanlı’nın 600 küsur yıl boyunca başarı ile inşa ettiği ve her kademede arttırıp derinleştirerek birbirine kardeş kıldığı bu çoğulcu toplum yapısı, Osmanlı halklar topluluğunu dağıtıp sömürgeleştirmeyi kafaya koymuş olan Ehl-i Salib için insafsızca ve ahlaksızca kullandıkları bir fırsatı da içeriyordu. İşte yüzyılın başından itibaren sinsice bu kardeş ve akraba halklar arasına ektikleri milliyetçi akımlar bu derin birliktelikleri tuz buz edecek ve ortaya yüzyıldan beri her tarafından kan, terör, fakirlik akan, ahlaksızca sömürgeleştirilen, süreç içinde  hep daha küçük parçalara bölünen güdümlü/güçsüz devletçikler doğuracaktır.

Bölünme ve parçalanma, bütün Osmanlı bakiyesi topraklarda kurulan güdümlü düzenlerin hem varlık sebepleri olmuş hem de işledikleri ahlaksız ve zalimce suçlarına ucuz bir meşruiyet zemini sağlamış, sağlamaya devam etmektedir.

Bölünme sorunu aynı zamanda bir beka sorunudur.  Beka sorunu sanıldığının aksine devletlerin değil millet ve toplumların sorunudur.

İslam milleti olmak

Yüzyılı geçen süre boyunca bu beka sorunu/korkusu, milleti, kifayetsiz muhterislerden oluşan komik ve zalim bir diktatörler galerisine katlanmak zorunda bırakmıştır. Her biri sömürgenin has evlatları olan bu komik diktatörler, akıl dışı oyunlarla, zaman zaman çocukça vesilelerle bu kardeş milletler arasına düşmanlıklar, kalıcı küslüklere sebep olacak zalimlikler yapmaktan asla geri kalmadılar.

Şimdi Arap Baharı vesilesi ile yüzyıl evvel bu kadim halklar ve İslam milletinin başlarına örülen bu çorapların tersine bir yapı sökümü sürecine girdiği görülmektedir. Suriye ve Irak başta olmak üzere bölge çapında meydana gelmekte olan derin sarsılma ve değişiklikler, bütün o komik/zalim diktatörler eliyle kurulan derme çatma düzenleri, o düzenlerin bağlı bulundukları temel aksları tuz buz etmekte, bu düzenlerin kurduğu anlam ve kavram dünyalarında yaşayan, bu kavram ve anlamlar yolu ile süreci kavramaya kalkışanları sık sık acınacak durumlara düşürmektedir.

Çünkü beka sorununu İslam milletine ve bölgenin kadim halklarına bir tehdit olarak dayatan güdümlü düzenlerin anlamadığı, milletin yeni bir şafağa uyandığı gerçeğidir. Yanı başındaki komşusunu düşman gören, evinin tam ortasından geçen sınırları kutsal filan zanneden, emperyalizmin cetvellerle çizip önümüze koyduğu bu çizgileri ciddi ciddi şehit kanı ile sulanmış mübarek vatan sınırı sanan siyasaların bu komik beka tehditlerinin hiç bir siyasi rasyonaliteye tekabül etmediğini millet her gün daha bir ciddiyetle ifşa etmektedir.

Tam bir petrol denizi üzerinde oturan Arabın, Kürdün, Türkmenin... fukaralıktan, zulüm ve katliamdan beli kırılırken bu zenginliğin keyfinin Londra’da, Paris’te, Washington’da sürülmekte olduğu her gün daha bir açıklıkla ifşa olmaktadır. 2000 yıl evvel arenalarda mazlumlara, kurbanlara, kölelere ve kimsesizlere akla hayale sığmaz zulümler eşliğinde ölüm dayatanlar, bugün Suriye’de, Irak’da, Afganistan’da ve dünyanın bir çok yerinde mazlumların kanları üzerinden güç ve iktidar devşirerek, toplumları bir zulüm çemberine kıstırıp kahramanca ölmek dışında bir seçenek bırakmadan, çocukların, kadınların bellerine bombalar bağlayıp kendilerini infilak etmeleri üzerinden yeni bir beka korkusu dayattıkları apaçık ortadadır.

Beyhude sınırlar

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başarılı bir gece operasyonu ile Suriye içindeki Süleyman Şah Türbesini, İslam fıkhındaki nakl-i kubûr şartlarına uygun biçimde, yine Suriye içinde daha güvenli bir alana taşıması son zamanlarda sık sık şahit olduğumuz, güdümlü düzen anlayışı ile süreci kavramaya kalkışanları yeniden ters köşe yapmıştır. Millet, bu toprakları başka bir ülke olarak algılamamaktadır. Milletin kendi topraklarında kendine, uçak düşürülerek, bombalanarak, top ateşine tutularak yapılan tahriklerin ve kurulan tuzakların gerçek bir tapu belgesi olan KABİR üzerinden yeniden kurulmaya kalkışıldığının gayet farkındadır. Bu naklin, tarihin derinlerinde kök salmış derin ittifakların, muhteşem dostluk ve işbirliklerinin canlanmasına önemli fırsatlar sunduğunun farkındadır.

Milleti tıpkı geçmişte başarı ile yapıldığı gibi, daha büyük ve geniş paydalar üzerinden ortaklaştırmak dururken, daha küçük paydalar üzerinden tanımlamak, küçük ve birbirine hasım topluluklar üzerinden yeniden ve yeniden parçalamak, emperyalizmin Hummer jipler üstüne, aklı zorlayan vahşet ve zulümlerin üstüne cübbeler atarak sömürgeyi meşrulaştırma girişimlerine çanak tutmaktan başka bir anlamı bulunmamaktadır.

Bulgar’dan, Yunan’dan, Ermeni’den korkular türetmek, Türkmen’den, Kürt’ten, Arap’tan kardeşlik yerine husumet türetmek, sadece ehl-i salibin sapkın aklından çıkabilecek bir şerdir. Yeni bir şafağa uyanmış olan millet bu korkuları tiye almaktadır. 

Millet, varlığının, gövdesinden çok daha büyük olduğunun gayet bilincindendir. Bu korkuların çizdiği sınırların birer heyuladan ibaret olduğunun farkındadır. Tarlaya karga kovsun diye dikilen korkuluklar olduğunun farkındadır. Şimdi kendisini yönetsin diye kurduğu meclislerin de bunları fark etmesini beklemektedir. Duymasını becerenler için tıpkı şairin dediği gibi seslenmektedir:


Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.



Mustafa Ekici, 02.03.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar 



Seçkin Deniz Twitter Akışı