8 Mart 2015 Pazar

SA1205/KY1-CÇ106: Anakronik Sergüzeşt; Nargile ve Çay-1


-1-
Yorgundum. Hem pek bir yorulmuştum. Yorgunluğumu atmak için kaçıp gitmeye karar verdim. Nereye gideceğime henüz karar vermemiştim. İlk aklıma gelen Babil’in Asma bahçeleriydi. Ve fakat bu mevsim pek gürültülü pek bir kalabalık olduğunu anımsadım oranın. 

Sartre ve gölgesi hatta Camus ve aveneleri de mutlak orada olurlar genellikle bu mevsimde. Marks, Proudhon, Althusser yetmemiş gibi birkaç Frankfurt okulu ( ki, Adorno, Marcuse, Oppenheimer, Honnetht mutlaka oradadırlar)  kaçkını da oradadır şimdi. Tek dertleri Sokrates’e dil çıkarmak onu biraz sinirlendirmektir. Aristo eline bir değnek alıp önüne katmıştır, elli altıya veriyorlardır Babil’in o güzelim asma bahçelerini. İskenderiye’yi mahvettiler, artık oraya alınmıyorlar. Bu yüzden vazgeçtim. 

Aradığım dinginlikti. Çoluk çocuğun şımarıklıklarıyla uğraşacak ne halim ne zamanım vardı. Var.

Nil geldi aklıma. Nil kenarı da fena değildir bu mevsimde. Fakat Cleopatra’nın kaprislerini sineye çekecek, Antonious’un sızlanmalarını dinleyecek havada değilim. Oradan da bu yüzden vazgeçtim. 

Belh’e uğrasam, dedim. Sadra’nın söyledikleri düştü aklıma. Pek bakımsızmış. Bağbanlar grevde miymiş ne? Ya da eski şevkleri kalmamış.. yani öyle bir şey imiş işte. Taç Mahal’de ise çay haneleri tadilatta imiş. Öyle söyledi Unamuno. Gerçi genelde Unamuno’nun latife mi yaptığı yoksa gerçek mi söylediği pek anlaşılmadığı için az biraz kuşkulanmadım değil. Yine de onca yolu gitmeyi göze alamadım.

En iyisi Biskra bahçeleri, diye düşündüm. Nietzsche bile bilmez orayı. Bilmediği için de gelemez. Yok, bu sıralar kötü nöbetler geçiriyor. Gölgesinin kendisini takip ettiğinden söz edip duruyordu son gördüğümde. Beni görünce öyle bir hızla kaçıp gitti ki, anlatamam. Rastlaşmamızdan birkaç gün sonra gölgesinden kaçmak için dur durak bilmeksizin koşarken bulmuşlar Yarkent’in arka sokaklarında. Kendisi bile kendisine katlanamaz durumdaymış. Öyle ki Hafız bile yaka silkerek anlatıyordu. 

Yalom’a telefon edip durumunu sordum Nietzsche’nin. Biraz dinlenmeye ihtiyacı olduğunu, bu yüzden tek kişilik bir odaya aldırdığını söyledi. İkbal dayım götürmüş hasta haneye. Zaten ondan başkasını dinlemezdi amcam. Buruciye şifahanesine götürmüş. Biruni başhekimi Buruciye’nin. Biraz sert mizaçlıdır Biruni. Sanırım sertliği görme üzerine yaptığı çalışmalardan kaynaklanıyor. Kaç kez, “Ya abi bırak görmeyi, konuşma üzerine, ses telleri üzerine çalışsan daha iyi olmaz mı?” demişimdir. “Hele şunu bir bitirelim de!” diye terslemiştir hep.

Biskra hem mevsim olarak uygun hem de fazla kimse bilmez burayı. Bu yüzden şöyle nargile eşliğinde çay içip bir yorgunluk atayım, diyerek gittim. Bahçenin en güzel kahvehanelerinden Bab el Debre den içeri girdim. Her zamanki yerime –en arkada, söğüt ağaçlarına yakın sağ taraftaki kerevet oturdum. 

Ben söylemeden nargilem geldi. Ne içtiğimi, ne istediğimi iyi bilirler. Efendim, beşinci bardak çayımı bitirdim, garson boşu alıp gitmeye davrandığında kim burnunu çeke çeke gelip karşımda durdu dersiniz? Dünya da inanmazsınız. Ben bile inanamıyorum. Hala inanamıyorum. Gide. 

Ya arkadaşım bula bula bugünü mü buldun? Ya da bula bula bu kahvehaneyi mi buldun? Üst baş pejmude.. salya sümük.. gözler dışarı fırlamış, saçlar tarumar, ayakkabıların burunları delil, gömlekte vişne suyu lekeleri, ağzını yaya yaya “ışığı mı verin! Işığım Blida’da kaldı! Işığımı verin! Işığımı Leo Tsu çaldı! Işığımı verin!” 

Garsonlar bir ona bir bana baktı uzun uzun. Bakışlarından “Ya abi ne diye böyle toyları tutup tutup mekânımıza getirirsin? Aha bak yandaki kerevette Vang Yang-Ming sabahtan beri sıkıntılı bir şekilde düşünüp duruyor. O da yorgunluk atmak için geldi.. oluyor mu şimdi?” dediklerini anlıyordum. 

Omuz silktim. Başka ne yapabilirdim ki? Kapıya da atamazsın ki bir insanı bu halde. Allah’tan geçen seferki gibi çürümüş şeftali gibi kokmuyordu. Yanıma oturttum. Işığını geri alacağımı söyledim. "Nargile içen mi?" dedim. "Açım!" dedi. Simit poğaça ısmarladım. Tutturdu, "Sucuklu tost yok mu?" diye. "La havle" deyip başımı salladım. "Misafir umduğunu yer.. otur zıkkımlan!" diye karşılık verdim. 

Son söylediğim 'zıkkımlan' sözcüğü üstüne kahvehane de yorgunluk atan tanıdık bilgeler kaşlarını çattı -hele Buda’nın kaş çatışı pek bir şiddetliydi.- görmezden geldim. Zırıl zırıl çocukları gibi ağlayan birine başka ne diyebilirdim ki? 

Uddalaka sessizce yanıma geldi. Gide uykuya dalmıştı. Uddalaka “La gardaş bu adam sen olmasan buraya adımını atmaz. Senin peşinden geldi.. valla ya sen de gelme bir daha buraya, ya da buna mani ol. Bak geçen sefer nasıl çürük şeftali kokusuyla boğulmuştuk. Şimdide horultusundan ne edeceğimizi şaşırdık.” 

Doğru diyordu. Adam günlerce uyumamıştı sanki. Öyle de bir horultulu ki, mecburen bağırarak “Haklısın la Ud.. bunu mayaların oraya götürüp bırakacağım.. dolanıp dursun” deyip ayağa kalktım. Gide’da aldım yanıma. Ayakta uyuyor. 

Hesabı ödemek için elimi cebime soktum, kasiyer, “Abi Şandilya ödedi.” dedi. Utandım. Yok her defasında aynını yapıyor. Kasiyere teşekkürlerimi iletmesini, bir daha ki sefere para verirse almamasını söyledim. Hoş umursamaz Şandilya.. aynı şeyleri geçen sefer de söyledim. Dinlemiyor. 

Çıktık Bab el Debre’den. Biraz bahçede dolaştırdım Gide belki kendine gelir diye. Yok. Sanki zil zurna sarhoş. İçkili olmadığı belliydi. Yok aslında çok içer de bu kere içmemişti. Fakat sarhoştan daha sarhoş olması pek tuhaftı. 

Güya dinlenmeye geldim. Ağızsız dilsiz kaldım. Bir adım daha atacak durumda değildim. Ne yapacaktım bu adamla! Dere kenarına inip orada ayaklarını suya sokup bırakıp kaçtım. Şandilya'yı bulmak için Himalayalar'a doğru yürüdüm. 

Himalayalar'ın eteğinde bir servi altına uzandım. 

Biraz kestirip yola öyle devam edeceğim.





Cemal Çalık, 08.03.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Deneme, 


Seçkin Deniz Twitter Akışı