16 Mart 2015 Pazartesi

SA1216/KY5-PT51: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ B- Amelî Tasavvuf- Tasavvufçuların Dünya'dan Nefret Etmeleri

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

Tasavvufçuların Dünya'dan Nefret Etmeleri 

Dünya hayatı için can atmayı ve ona üşüşmeyi nehyeden bazı ayet ve hadisler vardır. Tasavvufçular bunlara bakarak İslâm'ın dünyayı mutlak olarak kötülediğini ve terk edilmesini istediğini sanmış, bunun neticesi olarak tembelliğe ve dünyadan el etek çekmeye gitmiş, tekke ve zaviyelere kapanmışlardır. Bununla da yetinmeyerek dünyadan nefret ettirmek için hadisler uydurmuş ve insanları ondan soğutma yoluna gitmişlerdir. 

Mesela, "Dünya'yı terk etmek sabretmekten daha zor ve Allah yolunda kılıç darbesinden daha çetindir. Kim dünyayı terk ederse Allah ona şehitlere verdiğinin aynısını verir. Dünyayı terk etmek de az yemek ve az doymak, insanların övgülerinden nefret etmektir."  

"Dünyada iyilerin en büyük süsü, dünyaya iltifat etmemeleridir." 

"Dünya sevgisi her günahın başıdır."  

"Rasûlullah bir çöplüğün başında durmuş ve şöyle buyurmuştur: Gelin dünyaya bakın! Sonra çöplükte çürümüş bir bez parçası ve çürümüş kemikler eline almış, "Dünya işte budur" demiştir." 

"Yüce Allah yarattıkları arasında en fazla dünyadan nefret eder. Yarattığı günden beri ona bakmamıştır." "En büyük gayesi dünya olan kimsenin Allah'la bir ilişkisi yoktur" gibi.

Ne üzücüdür ki tasavvufçuların hücceti olarak el-Gazali İhya kitabını dünyadan soğutan ve onu kötüleyen haber, hikâye ve bu kabilden hadislerle doldurmuş ve Müslümanların dünyalarını ihmal ederek emperyalizme yem olmalarına, hayatta gerileyip ayaklar altında ezilmelerine bir nevi ortam hazırlamıştır.

"Tasavvufçuların Anlayışında Dünya" konulu bir araştırmasında Dr. Zeki Mübarek şöyle diyor: 

"Tasavvufçuların dünyadan ve dünya ehlinden kaçmaları üç şeye delalet eder:

a- Ahlaki sorumluluk taşımaya yanaşmamaları,
b- Sosyal bozukluklara karşı koymaktan aciz olmaları,
c- Yaşadıkları ekonomik ve dini çevrelerin bozukluğu,

Okuyucu bunun ahlak üzerinde etkilerini soracak olursa, şu cevabı verebiliriz: Tasavvufçuların yenilginin sebeplerini örtbas etmeleri dünyadan kaçışlarını kendilerine makbul bir amel suretinde göstermiş ve bu yolla kendilerini tatmin etmişlerdir. Bunun neticesi olarak onlara insanlardan çok kişi uymuş, dünyanın güzellikleri ve nimetlerine iltifat etmeme, onları hor görmeme olan züht yayılmış, uygarlık ve ekonomik refahın temsil ettiği manevi ve maddi refahın büyük kısmı böylece kaybolmuştur.

Adamın biri Ebu Hazim'e "Dünya benim yurdum değil, onun sevgisinden sana yakınıyorum" deyince, Ebu Hazim ona şöyle demiştir: "Allah'ın dünyadan sana verdiği şeylere bak, onları haram yoldan kazanma, haram yerlerde de harcama. Böyle davranırsan dünya sevgisi sana zarar vermez."

Tasavvufçular dünyayı kötülemede çok aşırı gitmiş ve ondan kurtulma çağrılarında da haddi aşmışlardır. Hâlbuki doğru davransalardı itidal yolunu seçerlerdi. 

İnsanlar arasında yaydıkları dünya düşmanlığı ve kötülüğü sebebiyle Müslümanların başına gelen felaket ve sıkıntıların büyük çoğunluğundan tasavvufçular sorumludur. Çünkü insanlara sürekli dünyayı kötülemiş ve ihmal edilmesine öncülük etmişlerdir. 

Nitekim bazı tasavvufçular rızkı kazanmak ve geçimi sağlamak için çalışmanın gerekliliğine bile inanmamaktadır. İnsanlardan dilenmeyi, sadaka ve bağış almayı, asalak olarak yaşamayı ona tercih etmektedir. 

Tasavvufçulardan biri hakkında şöyle nakledilir: Bir ara rızık kazanmak aklına gelmiş ve bir sahraya çıkmış, sakat, kör ve cılız bir toygar kuşu görmüş, görmek, yürümek ve uçmaktan aciz olduğu halde bir şeyler yediğini görerek hayrete ve düşünmeye dalmış, bu durumda iken orada hemen yer yarılmış ve iki tabak çıkmış, birisinde güzel susamlar, diğerinde de berrak su varmış, kuş susamlardan yemiş ve sudan içmiş, tekrar yer yarılmış ve iki tabak kaybolmuştur. Bunu gören adam "Bunu görünce artık arama çabasından vazgeçtim" demiştir.  

Bir diğeri de şöyle demiştir: Bir gün acıktım. Kimseden bir şey istemiyordum. Biri vasıtasıyla belki Allah bana bir şeyler verir diyerek Bağdat'ta bir iş yerinden geçtim. Ama olmadı. O gece aç uyudum. Rüyada biri gelerek bana "Falan yere git", mavi bezi kokla, içinde bazı parçalar var, onları al ve kendine harca" dedi. 

Yine Abdullah İbn Avf el-Mesûdi'nin üç yüz altmış arkadaşının olduğu ve her gün birinin yanında bulunduğu, bir diğerinin de otuz arkadaşının bulunduğu ve her birinin yanında bir gün bulunduğu, bir diğerinin de yedi arkadaşının bulunduğu ve her birinin yanında bir gün bulunduğu rivayet edilir. en-Nûri'nin dilendiğini gören biri bunu yadırgadığını ve utandırdığını, sonra Cüneyt’e gelip durumu haber verdiğini belirttikten sonra şöyle der: Cüneyt bana dedi ki: Bu önemli değildir. Çünkü en-Nuri insanlardan karşılığını ancak ahirette vermek üzere istiyor. 

Böylece en-Nuri zarara uğramadan onlar ecir kazanıyorlar. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Tasavvufçuların bir kısmı çalışmak ve şerefle kazanmak dışında rızk kazanmak için her türlü yolu mubah görürler. 

Şöyle rivayet edilir: Şeyh Abdulkadir bir adama, "Sende falan adamın altını ve yiyecekleri var, ondan bana getir" demiş, adam, "Yanımdaki emanette nasıl tasarruf edebilirim, bunun için senden fetva isteseydim bana fetva vermezdin" demiştir. 

Ama şeyh efendi isteğinde ısrar etmiş, o da şeyhe güvenerek isteğini yerine getirmiştir. Çok geçmeden Irak'ın bir tarafında bulunan emanet sahibinden kendisine "Şeyh Abdulkadir'e şu kadar altın ve yiyecek ver" diyen bir mektup gelmiş ve şeyh efendiye önce verdiği miktarları mektupta tayin etmiştir. 

Tembelliğe, işsizliğe ve malı har vurup harman savurmaya yahut malı Allah'ı anmaktan alıkoyan bir engel görmeye çağrı toplumda çok tehlikeli bir çağrıdır. Çünkü böyle bir çağrı çalışıp kazanmaya, yeryüzünü imar etmeğe, kısaca İslâm'ın ruhuna ve Rasûlullah'ın sünnetine açıkça aykırıdır. Çünkü İslâm’ı diğer dinlerden ayıran en büyük özelliklerden biri, dünya işlerini ve sosyal ilişkileri düzenlemesi ve bunun için hüküm ve kurallar koymasıdır. Bu ilişkilerin büyük çoğunluğu da çalışma, kazanma ve harcama ile ilgilidir. İslâm çalışma, kazanma ve insanlara yararlı olma dinidir. Hiçbir zaman tembellik, işsizlik ve asalaklık dini olmamıştır. 

Çalışmamaya, tembelliğe, maldan kaçmaya ve onu kötü görmeğe çağrının neticesi fakirlik, yoksulluk ve geriliktir. Başka milletlere avuç açma ve boyundurukları altına girmedir. İslâm ise bundan şiddetle sakındırmış ve insanların ancak amellerinin karşılığını göreceklerini açık bir şekilde belirtmiştir.

Kur'ân-ı Kerim’de ve Rasûlullah'ın sünnetinde çalışmaya, kazanmaya ve başkalarına yük olmamaya çağıran, daha doğrusu bunları farz kılan ayet ve hadisler sayılamayacak kadar çoktur. Bunları burada zikretmeyi bile zait görüyoruz. 

Şezeratu'z-Zeheb sahibi şöyle diyor; Alauddin İbn Ali İbn es-Sıyrafi'nin Zadu's-Salikîn adlı kitabında, kadı Ebu Bekr İbn el-Arabi'nin şöyle dediğini nakleder:

"Gazali'yi halk arasında gördüm. Elinde bir baston, sırtında yamalı bir hırka, omzunda bir su kırbası vardı. Hâlbuki Bağdat’ta gördüğüm zaman halkın ileri gelenlerinden sarıklı dört yüz kişi dersini izliyordu. Hepsi de ondan ilim öğreniyordu. Kendisine yaklaştım, selam verdim ve "Ey imam! Bağdat’ta ilim okutmak bundan daha iyi değil mi?" dedim. Bana gözünün ucuyla baktı ve şöyle dedi: İrade semasında (veya feleğinde) saadet dolunayı doğunca ve usul akşamlarında vuslat güneşi batınca, Leyla ve Su’da aşkını evde bıraktım ve ilk menzili tashihe döndüm. Arzular bana "Yavaş ol, bunlar arzu ettiklerinin menzilleridir, yavaş ol ve in" diye seslendi. Onlara çok ince ipler eğirdim ama iplerimi dokuyacak kimse bulamadığım için tezgâhımı kırdım."  

Tasavvufçular insanları çalışmaktan, mal kazanmak ve mala sahip olmaktan, dünyadan ve dünyadakilerden insanları soğutup uzaklaştırdıkları gibi Allah'ın müminlere farz kıldığı cihaddan da alıkoymuşlardır. 

Kur'ân ayetlerini çok tuhaf ve batınî bir şekilde tefsir ederek birçokları insanları düşmana karşı cihad etmek ve İslâm yurdunu savunmaktan alıkoymuştur. Hâlbuki yaptıkları bu tefsirlerin ayetlerin manaları ve maksatlarıyla yakından uzaktan bir ilişkisi bulunmamaktadır. 

Mesela Davut İbn Salih'ten şöyle rivayet edilir: Ebu Seleme İbn Abdurrahman bana şöyle dedi: Yeğenim! "Ey iman edenler, sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun..." ayetinin hangi konuda indiğini biliyor musun? Hayır, dedim. Şöyle dedi: Yeğenim! Rasûlullah zamanında savaş için atların bağlandığı savaş yoktu. Onun yerine namazdan sonra gelecek namazı bekleme vardı. Ribat nefse karşı cihad içindir. Ribatta bekleyen de nefsine karşı cihad eden murabıttır." 

"Allah yolunda hakkıyla cihad ediniz" ayetini de tasavvufçular "Nefse ve hevaya karşı mücahededir ve hakkıyla cihad budur. Cihadı ekber de budur, zira Rasûlullah savaşlarından birinden dönerken "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" buyurmuştur"  şeklinde tevil etmişlerdir.

 Hâlbuki böyle bir şey cihad şeriatını insanlara tebliğ eden Rasûlullah'a açıkça iftira ve yalandan başka bir şey değildir. Bununla ilgili olarak şeyhülislâm İbn Teymiyye şöyle diyor:

"Tebuk Gazvesi'nde Rasûlullah'ın "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" anlamında buyurduğu söylenen hadisin aslı astarı yoktur ve Rasûlullah'ın sözlerini, fiillerini bilenlerden kimse rivayet etmemiştir. Kâfirlere karşı cihad amellerin en büyüklerindendir. Hatta insanın Allah için yaptığı en büyük ameldir. 

Yüce Allah buyuruyor: "Müminlerden, özür sahibi olanlardan başka, oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik vaat etmiştir. Ama mücahitleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır."  (Nisa Suresi 95)

"Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram'ı onaran kimseyi, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır."  (Tevbe Suresi 20)

Tasavvufçular kendilerine bağlanan salikin ruhunda izzeti, şeref ve şahsiyeti öldürdükleri gibi sağlığı ve diriliğini de öldürürler. Şeyhlerin karşısında eğilip ellerini ve ayaklarını öpe öpe onda ne bir şahsiyet, ne de bir izzet kalır. Onun için türlü hakaret ve alçaklıkları hoşnut bir gönülle karşılar ve bir şey olmamış gibi davranır. 

Onun için bu durumlarını onlardan biri şöyle dile getirir: "Yolumuz ruhlarıyla çöplüklerin süpürüldüğü kişilere yarar."  

Durumu bu olan bir insan düşmana karşı savaşı ve cihadı nasıl düşünebilir?! Tasavvufçuların cihaddan kaçmalarını ve ondan nefret etmelerini göstermek için uzaklara gitmeye ne gerek var! İşte Mescid-i Aksa, hicri 492 yılında haçlıların eline düşüyor, tasavvufun hücceti Gazali ise hayatta olmasına rağmen belki de kılı bile kıpırdamıyor ve bu büyük olay karşısında harekete geçmiyor. Bırakın harekete geçmesini, kitaplarında bir satırla da olsa buna temas etmiyor. 

Bu olaydan sonra Gazali on üç sene daha yaşamış, buna rağmen bu olay kalemini bile harekete geçirmemiştir. Nasıl geçirsin ki? Çünkü Gazali o yıllarda kitapları üzerine kapanmış ve cansızların evliya ile nasıl konuştuklarını anlatmaya çalışıyordu. Cihada çıkmadan veya başkalarını cihada davet etmeden tasavvufçuların sahv ve mahvinin felsefesini yapıyordu. 

Aynı şekilde tasavvufun kutupları sayılan İbn Arabi ve İbn el-Farid da Haçlı Seferleri zamanında yaşamış olmalarına rağmen birinden bir savaşa katıldığı yahut teşvik ettiği yahut müslümanların başına gelen felaketlerden kopan feryatlar veya iniltilerden birini şiir veya nesirlerinde tescil ettiğini görmüyoruz. Çünkü ikisi de insanlara Allah'ın kulların aynısı olduğunu kararlaştırmakla meşguldüler.

Onun için müslümanlar haçlılarla niçin savaşacaktı? Zira ikisine göre haçlılar da o suretlerde tecessüd eden Allah'ın zatından başka şeyler değildi. 

Gazali'nin tavrını isterseniz Dr. Ömer Ferruh'tan da dinleyelim: 

"Kudüs'ün haçlıların eline düştüğünü bilen ve ondan sonra da on üç sene yaşayan Gazali’nin bu önemli olaya işaret etmemesini okuyucu öğrenince belki de hayret edecektir. Hâlbuki İran, Irak ve Türk memleketlerinin halkını Şam bölgesindeki Müslüman kardeşlerinin yardımına teşvik etseydi, Allah yolunda onlardan binlerce, belki yüz binlerce kişi kardeşlerinin yardımına koşarlardı. Böylece Müslümanlara cihadla dolu yıllar kazandırır ve yıllarca sürecek yıkım ve cehaletten belki de kurtarabilirlerdi. Gazali'nin bundan gafil kalmasının tek sebebi, o tarihlerde bir tasavvufçu olması ve tasavvufun hayat yollarından biri, belki de tek kurtuluş yolu olduğuna kanaat getirmesidir. Tasavvufçular kerametlerinin olduğunu iddia ediyorlar. Ama ne hikmetse bu kerametlerini dinlerini ve insanlarını savunmak için göstermiyorlar."

Bunların böyle kerametleri varsa -ki bu tür kerametlerin olmaması daha iyidir- İslâm yurdu ve kutsal değerleri haçlıların ayakları altında çiğnenirken onların susmaları ve tekkelerinden çıkmamaları İslâm'a karşı cinayet olarak yeter! 

Tasavvufçuların bu suçlamanın altında kalacaklarını mı sanıyorsunuz. Gerekçeleri gayet hazır! Müslümanların başına gelen bu felaket ve musibetleri Allah'ın günahkâr kullarına bir cezası olarak takdim ederler. Allah bir milletin başına bir zalimi musallat etmişse hiçbir kimse Allah'ın iradesine karşı koyamaz veya ondan yakınamaz, derler. 

Ne acıdır ki Gazali el-Munkizu min ed-Dalâl kitabında haçlıların Kudüs'ü işgalleri sırasında bazen Şam minaresinde, bazen da Kudüs kubbesinde halvette olduğunu ve iki yıldan fazla kapısını kilitleyip dışarı çıkmadığını "Tarikatu't-Tasavvuf" bölümünde kendisi kaydetmektedir.

Dr. Zeki Mübarek de haçlı seferlerinden söz ettikten sonra şöyle diyor: 

Haçlı seferlerinden niçin söz ettiğimi biliyor musunuz? Sebebi şudur: Papaz Butrus, haçlıları İslâm âlemini işgale teşvik etmek için gece gündüz konuşmalar yapar ve bildiriler hazırlarken, Hüccetu'l-İslâm Gazali halvete dalmış, virtlerine devam etmekte ve Müslümanları işgalcilere karşı cihada teşvik etmesi gerektiği aklına gelmemekteydi. 

Haçlılar işgal sırasında hafız Ebu'l-Kasım er-Remli'yi yakalamış ve fidye verip kurtaracak biri çıkmadığı için idam etmişlerdi. es-Subki Tabakat'ında bunu zikrederken er-Remli ile beraber daha birçok alimi de idam ettiklerini kaydeder. 

Bütün bunları tasavvufçuların cihad, çalışmak ve kazanmak konusundaki tutumlarını göstermek için kaydediyoruz. 

Şimdi Allah için söyleyiniz, tasavvufçuların bu tavrı nerede, Şam'ı işgal eden Moğollar'a karşı Şeyhulislâm İbn Teymiyye'nin cihada teşvik eden, düşmana meydan okuyan ve bizzat cihad eden tavrı nerede?! 

Şam'a girmelerini önlemek için bir grup Şamlı'nın başında Moğollar'ın komutanı Kazan'a gitmiş ve komutanı dehşete düşürecek bir cesaret ve kahramanlıkla ona seslenmiştir. İstekleri kabul edilmeyince Mısır'a gitmiş, Sultan İbn en-Nasır daha önce savunmadığı Şam'a yürümesi ve onu düşmana karşı savunması için teşvik etmiştir. 

Bu isteğini en-Nasır kabul etmiş ve iki ordu Şam yakınlarında Mercussufr denilen yerde karşılaşmıştır. Savaş dört gün sürmüş ve Müslümanlar büyük bir kahramanlıkla savaşa devam etmiştir. Dördüncü günün ikindi vakti Mısır ve Şam askerleri muzaffer olmuş ve doğudan batıya kadar bütün İslâm âlemini tehdit eden Moğol ordusu büyük bir yenilgiye uğramıştır. 

Şüphesiz bunda Allah'ın yardımı ve zafer vermesinden sonra, İbn Teymiyye'nin cihad ruhu, medreseyi terk edip bizzat savaşa katılması ve Müslümanları cihada teşvik etmesi büyük bir rol oynamıştır. (Not: Burada tasavvuf erbabı tarafından itibarsızlaştırılmaya çalışılan İbn-i Teymiyye'nin tavrı mukabil olarak işlenmiştir.)


<<Önceki                Sonraki>>


Puran Tilmiz, 16.03.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü

Seçkin Deniz Twitter Akışı