25 Mart 2015 Çarşamba

SA1234/KY9-NK54: Hayat

"Hayat da tıpkı kanser gibi bir şey, her şeyiyle yaşamanız gereken... Savaşmanız gereken değil ama…"

Gecenin bu vakti biraz toparlanmaya çalışıp King Crimson'ın müthiş parçası Epitaph'ı dinliyorum... Aklımda bin bir düşünce; geçmiş, gelecek, vs.  Okul hayatım, iş hayatım, evlilik hayatım... Ne çok hayatım olmuş yahu... ve ne çok kaçırdığım an...

Okul hayatım apayrı bir macera, ele avuca sığmaz bir kızdım, onu sonra yazarım galiba... İş hayatım ise bambaşka bir macera. Geçenlerde Afak "Sen bir cv yazsan ne komik olur değil mi? Şuradan atıldı, buradan kovuldu, oradan sürüldü şeklinde devam eden bir cv. ama çok samimi olur ha" dedi güldük...

İş hayatının pis çarkına hiçbir zaman adapte olmadım, ne mutlu ki olmadım. İşten ayrıldıktan sonra da anladım ki yapabileceğim iş sayısı parmak hesabıyla sayarsak yalnızca iki şeydi; yazı yazmak ve pasta börek yapmak, ikisi de beş para etmez. Para olarak hakikaten beş para etmez. İkisi de beni mutlu eden şeylerdi, ama şimdi onları da yapamıyorum, yazı yazma hevesim “durmadan Esma-ül Hüsna” yazdığım için kovulduğum dergi macerasından sonra söndü gitti, bir daha da kandıramadım kendimi yazmak için, burada yazdığım karalamalar ise… Neyse sebebini yazmıştım ilk başladığımda… Pasta börek yapma işi de ellerimi iyi kullanamadığım için şu sıralar yapamadığım eski mutluluk kaynaklarımdan biri…böyle işte..

Ne kına ne son birkaç gün kuaförümün uyguladığı parafin tedavisi hiçbiri işe yaramadı… Neyse aldırmıyorum artık, parmaklarımın gücünü tümüyle yitirmediğim sürece böyle sürer gider bu iş… Hayat işte…

Hayat da tıpkı kanser gibi bir şey, her şeyiyle yaşamanız gereken... Savaşmanız gereken değil ama… Savaşlarda olması kaçınılmaz olan “mağlup” ve “galip” denklemine hiç saplanmamamız önemli olan galiba… Aksi takdirde panzehri bulmamız güçleşebiliyor, kaç gün, kaç ay, kaç yıl yaşarsak yaşayalım kaşarlanmamamız önemli olan, başıboş olmadığımızı bilerek yaşamamız… Olan da hayır vardır deyip devam etmemiz…

Ve hayat bir garip… Ne çekilen acılar, ne de sürülen sefalar hepsi bir son nefesle bir anda tarumar oluyor işte… Mühim olan geride kalanlar galiba, yani ellerimizle sonsuz hayat için inşa ettiğimiz her şey…

Bir yetimin saçlarının arasında ellerinizi şöyle bir gezdirmemiz mesela, dizlerimizin üzerine çöküp onunla aynı hizadayken gözlerinin içine bakmamız… Gözlerinin ta içine bakıp “sen yalnız değilsin, yanındayım” diyebilmemiz. Arabanın içinde hızla giderken yolun kenarında susuzluktan boynu bükük kalmış bir köpeği es geçmeyip hemen geri dönmemiz… “Çok önemli” koşturmalarınızdan fedakârlık yaparak terk edilmiş yalnız ihtiyarları, onun için ömre bedel birkaç saat boyunca dinlememiz, yani başkaca bir kabiliyetimiz yoksa yalnızca dinlememiz… Bir dostumuzun kalbine dokunabilmemiz ama gerçekten dokunabilmemiz, dua etmemiz onun için, sonra cimriliği bırakıp her dert ehli için dua etmemiz… Bir çiçekle sohbet etmemiz yavaş yavaş, hayatın bütün yüzlerini gören ve bilen kirlenmiş ruhumuzu yıkamak istercesine sohbet etmemiz bir çiçekle… Sonra bize emanet edilen sözleri en kıymetli hazinemizmiş gibi muhafaza etmemiz, yüreğimizin kaldıramayacağını hissettiğimiz an Allah’a c.c sığınmamız “kimseye kaldıramayacağından fazla yük yüklemeyeceğini” taahhüt eden Allah’a c.c sığınmamız ve yine dua etmeniz…

İçinde hakikat ve kadir kıymet barındıran her temasınız için şükretmemiz, Allah’a c.c ne kadar şükredersek edelim yine de lütfedilenler karşısında ettiğimiz şükrün yetersiz olduğunu bilmemiz; bunu kalbimizde hissetmemiz… Amansız hastalığa duçar olmuş kimsesiz yoksul bir çocuğun biçare annesine, o ana kadar var olmadığını sandığımız bütün imkânlarımızı seferber ettikten sonra, o annenin dualarıyla ruhumuzu tekrar tekrar yıkamamız… Bir yabancıya yol göstermemiz sonra, tarif etmemiz değil, yanına düşüp gideceği yere kadar götürmemiz… Misafir ağırlamamız;  ama öyle elli çeşit pasta börek yapıp “ulen ne misafir ağırlarmışım ben” kibrinin rehavetiyle şişmeden böbürlenmeden, “bu misafiri bana gönderen Allah’a hamdü senalar olsun” diyerek, evimize adım atanın bizim değil Allah’ın misafiri olduğunu bilerek misafir ağırlamamız…İyilik için her an teyakkuzda olup hiçbir fırsatı kaçırmamaya çalışmamız...

Listeyi sonsuz noktalar halinde uzatabilirsiniz aslında, saymakla bitmez yani…

Yalnız listeyi adam gibi yapmak için galiba uzak durulması gereken şeyler var, yani bir tersten okuma yaparsak “liste” yapabilmemiz için yapmamamız gerekenler listesi… Bu da koca bir liste aslında ama bunları bilmeden asıl yapılması gerekenlere yer açmak hayli zor ve hatta imkânsız…

İlk önce kafamızın içinde dönüp duran “Şuna nasıl geçiririm, sağıma dönüp buna nasıl kroşe çekerim, soldakinin yüzüne nasıl tükürürüm, aslında her şeyi de ben bilirim, artık sussa da sıra bana gelse ne kadar bilgili olduğumu herkes bir görse, dur şuna da iki laf çakayım da görsün gününü” çiğliğinden, mundarlığından hızla uzaklaşmak gerekiyor galiba…

Ben bunlardan ikrah edeli epey zaman oldu, önceleri insanların konuşarak tartışarak aklıselimle müşterek bir neticeye ulaşabileceklerine dair bir kanaat vardı, zamanla bu kanaatim oldukça zayıfladı. Zayıfladı çünkü tartışmak için yanıp tutuşan çoğu insanın nihai ve güzel bir neticeye ulaşmak için değil kendilerini bir mok sandıkları için tartıştıklarını anladım… Edep, tevazu gibi hasletler edinememişseniz hayatınızda konuşmayı da tartışmayı da yalnızca muktedir olmak için yaparsınız, o kadar! Hâlbuki herkesin boyunun ölçüsünün alınacağı bir gün gelecek ve (o da nasip olursa) saracaklar ölçüsü alınmış beyaz kefenlere hepimizi…

Kefen dedim de; iki yıl önce evimizde misafir olarak kalan mühtedi İspanyol dostumuz Abdulhakim’in Hacı Bayram’da dolaşırken ilk satın almak istediği şeyin kefen olduğu aklıma geldi şimdi. Hepimiz ne kadar şaşırmış ve ne kadar etkilenmiştik onun bu “alışverişinden”

Nedenini sorduğumuzda İspanya’da kefen bulamayacağından ve bir gün kendisinin, çocuklarının ve eşinin kefene ihtiyacı olacağı için şimdiden tedarik etmenin gerekliliğinden bahsetmişti. Ne garip, eskiler sandıklarının bir köşesinde kefenlerini de saklarmış, bizimse şimdi kefeni düşünenimiz olduğundan, bırakın kefeni, bir gün mutlaka öleceğimizi düşünenimiz olduğundan emin değilim. Ölümü düşünmezsen kefen almayı da düşünmezsin elbette…

Neyse işte söyleyeceğim o ki, biraz susup etrafa bakmak lazım, susmak, onu da yapamıyorsak az konuşmak lazım… Yoksa öte tarafa elimiz boş, gözümüz yaş gitme ihtimalimiz kuvvetle muhtemel. Ahiret hayatı için dikilecek her bir taş emek ve çaba istiyor çünkü… Çok konuşunca enerjimiz de tükeniveriyor yapmamız gerekenlere enerjimiz yetmiyor…Oysa son nefesten önce yapılabilecek ne kadar da çok şey var...

Asıl konuşması gerekenler de zaten konuşmuyorlar, konuşmuyorlar çünkü susmanın kıymetini, ağızdan çıkan her bir kelimenin bin bir bedeli olduğunu biliyor onlar… Susanların içlerinde biriktirdikleri o muazzam hikmetli kelimelere ne kadar da çok ihtiyacımız var…

Yoruldum şimdi, düşüncelerimi toparlayamıyorum tam manasıyla…

En iyisi gidip Zekiye ile yakında Azerbaycan’a gidebilme hayallerimi biraz daha derinleştireyim belki gerçek olur… Belki Jale ile Fevziye’de bize katılır… Ne güzel olur…Biraz tefekkür, biraz hayal, belki teheccüd kılmayı da nasip eder Allah, o daha da güzel olur...



Neşe Kutlutaş, 25.03.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 22.06.2012)

Seçkin Deniz Twitter Akışı