-4-
Sokak sokak koşmaktan yorgundum. Huyum kurusun, ne zaman bahar gelse böyle oluyorum. Oradan oraya koşmak, kuşlara şiir okumak, kazlara masal anlatmak, tomurcuklanmış ağaçlara umut aşılamak için durmadan, dur durak bilmeden koşup dururum. Genç olmadığımı unutuyorum, sonra da dili dışarıda bir tazı gibi soluklanacak gölge arıyorum. Oysa bana soluklanacak bir yer yok bunu da biliyorum. Gençlikte kolaydı iş. Yağmurmuş, güneşmiş, çöl kumuymuş demez oturup soluklanırdım. Ya bir kuru taş üstünde ya hafif çimenlik bir iki adımlık bir arazide.. uzanır dinlenirdim. Şimdi zor oluyor.
Otururken değil de kalkarken her bir tarafıma iğneler batıyor. Dersen kemiklerimin her biri ayrı bir tarafa hamle etmiş gibi parçalara bölünüyorum. Öylesine sancılar çekiyorum. Ağrılardan mustaribim. Yine de heveslerime söz geçiremiyorum. Arkadaş otur oturduğun yerde. Yeter gezip gördüklerin, yeter sohbet ettiklerin. Gezip gördüklerini, sohbet ettiklerini evlad-ı iyale anlatmaya kalksan ömrün yetmez. E! Daha ne! Yok! Söz dinletemiyorum kendime.
Romatizmadandır, deyip yine yollara düştüm. İhtiyarlığı kendime kondurmuyorum. Bir tür inkâr.
"İnkârcılık kişinin bedenine yönelik olursa o kişi maskara olur", demişti hocalarımdan biri de, kimdi, şimdi anımsamıyorum. Belki de ben demişimdir.
Romatizma ağrılarından kurtulmak için Rey şehrinde olduğunu duyduğum Razi’nin yanına gideyim. Ağrı kesici alayım dedim. Yok bu Fahreddin Razi değil. Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ er-Râzî. Kimyacı olan canım. Hekimdir de. Hem Bağdat hastahanesinde de baş hekimlik yaptı. Şimdi Rey’de başhekim. Epey eskiye dayanır dostluğumuz. Havi adlı eseri batı illerinde epey okunmuş, üzerine şerh düşülmüştür. Kimsenin aklına gelmeyen şeyi yaptı. Kimyayı tıbbın içine soktu.
Gerçi arada bir, “Bunu iyi mi yaptık, kötü mü yaptık, karar veremiyorum! Yapay ilaçlar daha kolayına gelir olur insanın, bu da hastalıkların tedavisinden ziyade baskılanmasına yol açar, diye düşünüyorum!” der durur.
Hakkı da var, artık hastalıkların tedavisinden ziyade baskılanarak kişinin sürekli hasta olması sağlanıyor, ilaç üretenler de şiştikçe şişiyor. Düşünün bir yeryüzünde ne kadar insan var ve bu insanların ne kadarı tansiyon ilacı kullanıyor? Verilen ilaçlar tedavi yerine baskılamıyor mu? Bunca kronik hastalığın altında Razi’nin kaygısı yatmıyor mu sizce de? Valla bana biraz öyle geliyor.
Neyse ne, Rey’e doğru gitmeye karar verdim. Ağrılarım epey can sıkıcı. Fakat yolcu yolunda gerek sözünü unutup sayfiye bir yerde kurulmuş bir daire gördüm. Yaşlı bir adamın etrafını sarmış insanlar vardı. Ve pür dikkat o yaşlı adamı dinliyorlardı. Her zamanki gibi merakım ağrılarıma galebe çaldı, durup o ihtiyar ne diyor, bu adamlar niye böyle merakla onu dinliyorlar, dedim kendi kendime.
Yolumu değiştirip o daireye katıldım. Hay katılmaz olaydım. Yine aynı hikâye. Nefs-i Emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, mefs-i mütmein, nefs-i radiye, nefs-i merdiyye.. anlatıyor. Zavallı rençberim, zavallı aktarım, dülgerim, kalaycım, sobacım, demircim, müallimim, talebem ve daha niceleri oturmuş bu afyon pazarlamacısının sözlerini pür dikkat dinleyip bir de baş sallamıyorlar mı?
Her zamanki gibi kan beynime hücum etti. Destursuz daldım meclise açtım ağzımı yumdum gözümü.
“Ey afyon tüccarı yine kurmuşsun bir pazar. Bulmuşsun saf müşteri üfürüp duruyorsun. Behey vicdansız, behey insafsız bu söylediklerinin kaynağı nedir? Bir nefs vardı onu parçalara ayırmak da nereden çıktı? Şu seni dinleyenlerin yüzlerine bak.. bunların hangisi dolandırıcı? Hangisi kalpazan? Hangisinin gözü komşusunun tavuğunda, bağında bahçesinde? Bunların hangisi “komşusu açken tok yatan bizden değildir!” buyruğuna uymaz da komşusu aç iken ayaklarını sedire uzatıp sobaya sırtını verip elindeki nimetlere şükredendir? Bir de bu insanların ahlakını nefs-i emmare deyip aşağılıyorsun? Hangi ayette inanan aşağılanmıştır ki sen bu inanmışları aşağılıyorsun? Bir de kendine üst nefis tayin edip bu güzel insanların karşısında kurum satıyorsun? Behey vicdansız bu güzel insanlar nerede bir imdat çığlığı duysa koşar gider, zira “size ne oluyor ki, katından bize bir yardımcı gönder diye seslenenlerin sesini duymazsınız” anlamındaki ayete iman etmişlerdir. Nerede bunlarda aşağılık nefs? Seni gudubet bir Müslüman bencil olmaz, bir Müslüman bir başkasına zulmetmez, ediyorsa zaten inanmamıştır. Sureta Müslümandır. Bununda senin nefs-i emmare dediğinle alakası yoktur. Defol git buralardan!”
Yaşlı afyon tüccarı sakalını sıvazlayıp, “Behey kendini beğenmiş mürted kur’anda nefsi mütmain geçmiyor mu? Nefsi radiye geçmiyor mu? Sen Gazzali’den iyi mi biliyorsun bu dini? Hadi Arabi’den vazgeçtim Gazzali’den de mi iyi biliyorsun da naklettiğim onun sözlerine dil uzatıyorsun?” dedi.
Pis pis gülüyordu da. Tepem iyice atmıştı. Yakasına yapışıp yerlerde sürütmemek için kendimi zor tutuyordum. Hem, eli kuşağındaki hançere giden birkaç afyonkeş olmuş genç de beni tedbirli olmaya zorluyordu. Alttan almak da işime gelmiyordu ve fakat çaresizdim.
“Gazzali’ye iftira atma. Siz ki Allah kelamını eğip bükensiniz nerede kaldı Gazzali’nin sözlerini eğip bükmeyesiniz. Nefs-i mütmain ayrı bir nefs değil ki. İnanmışın nefsi de nefs-i mütmain olur. Allah’ın verdiklerine rıza gösterenin adıdır nefs-i radiye. Ama kime ne anlatıyorum ben. Siz bunları bile eğip bükecek kadar hokkabazsınız. Varın cehenneminizde debelenin!” dedim, yürüdüm.
Homurtular peşim sıraydı. Ayağa fırlayan eli hançerinde gençleri güya sakinleştirmeye çalışıyordu ihtiyar afyon tüccarı. Rey’e gitmekten vazgeçtim. Nizamülmülk medreselerine, Gazzali’nin yanına gitmek farz olmuştu artık. Bütün bu olup bitenlere nasıl baktığını soracaktım ustama. Pişman olmuş muydu? Tövbe etmiş miydi valla açık açık soracaktım. Sitem edecektim. Bu düşüncelerle vardım Bağdat’taki Nizamiye medresesine.
Gazzali orada baş müderris idi hali hazırda. Hocam nizamiye medresesinin arka tarafındaki kıraathanede oturmuş nargile içiyor ve birkaç kişiyle sohbet ediyordu. Beni görünce sevindi. Hemen yanı başında boş iskemleyi işaret etti. Somurttuğumu fark etmemiş gibi davrandı. Onun bu huyuna bayılıyorum işte. Oturdum. Ağzımı açmadım.
Gazzali kahveciye, “Şöyle okkalı demli bir çay getir bizim sorguca.. ha bir de sade tömbekili nargile. Bizim gibi meyveli olanları sevemedi bir türlü!” seslendi.
Hoş beşten sonra yanındaki misafirler birer bahane ile ayrıldılar. Baş başa kaldık. Bir süre sessizlikten sonra Gazzali, “ Hayırdır, yine canın sıkkın! Bu kere kime kızdın?” dedi.
Kaşlarımı çattım.
“Hocam bütün afyon tüccarları senden icazetli gibi afyon pazarlamakta. Bu yaptığından peşiman değil misin? Reva mı bütün bunlar? Gelirken yaşlı bir afyoncu açmış ağzını yummuş gözünü, nefs-i levvame, yok nefsi mutmain.. bir de dinleyicilerine “nefs-i emmare aşağı halkın nefsidir” demez mi? Onu dinleyenler de kuzu kuzu baş sallamaz mı? Hocam bunun kitapta yeri nere ya?”
Gazzali derin bir nefes aldı nargilesinden. Ve içli bir sesle:
“Haklısın! "Pişman mıyım?" diye soruyorsun ya, böyle olacağını bilseydim elbet bu yola tevessül etmezdim. Bilemedim. Ve fakat bir taraftan da müsterihim. Zira insan Allah kelamını bile nefsine yontup eğmiş bükmüştür. Ben “mekarimul ahlak” dersi yaptım. Hani sen de bilirsin peygamberimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim!” buyurdu ya, onu anlattım. Onu açıkladım. Çevreme baktım, kişi inandığını söylüyor fakat sadece söylüyor, sureta kurallara uyuyor ve fakat sureta. Hele adamın birine rastlamıştım. Eşraftan biri. Zengin. Varlıklı. Zekat düşüyor bu adama. Ve fakat hiç zekat vermiyor. Şeklen bu adama cezada veremezsin. Zira üzerindeki mala zekat düşmüyor. Nasıl mı? Tam sene-i devriyesinde malı hanımının üzerine devrediyor. Ne hanımına zekat düşüyor ne kendisine. Ve fakat bu adam bütün ibadetlerini de güya yerine getiriyor. Şimdi bu insana, böylelerine bir şey söylemek lazımdı. Söylemek lazım. Ahlaki boyut ifsat olmuş. Bunun çaresi ahlakı anlatmaktır. Öyle değil mi? Adam namazın iç şartı, dış şartı, haccın menasiklerini, orucu her bir şeyi benden daha iyi biliyor. Heyhat İslam'dan haberi yok. Mal biriktirip duruyor. Buna çare diye ben nefsi eğitmenin gereği üzerine o dersleri yaptım. Tekkelerde o potansiyeli gördüm. Ve fakat tekkelerin insanı kendinde tutsak edeceğini hesaplayamadım. Evet, tekkeler insanı kendinde tutsak ediyor. Ve kendisine üç beş kuruş bağışta bulanı da has adam ilan ediyor. Beri yanda o eşraf yine mal biriktirip verdiği üç beş kuruş sadaka ile de nefs-i mütmain oluyor. Düşünebiliyor musun? Üzerimde vebal varsa da ifsat olmuş ahlakı düzeltmek için yaptığım eylemden pek de pişman değilim.”
“Hocam iyi de siz ifsat edilen ahlakı düzelteyim diye eylemde bulundunuz, bu eyleminiz hepten darmadağın etti toplumu. Artık onlara azıcık soru soran dinden çıktığı ilan edildi. Suret her şeyin önünde oldu. Cennetlikler, cehennemlikler listesi hazırlandı. Hazırlanıyor. Ve ümmet-i muhammed başka toplumların sömürgesi oldu.”
“E kardeşim dedim ya, insan bu. Yani bana uymuşlar da böyle mi olmuş? Beni sadece ahlak üzerine tezler yapmış biriyim mi? Batının en ücra köşesindeki David Hume, Emile Boutroux benim zorunsuzluk görüşlerimi anlayıp daha ileri götürdüler de bizimkiler niye görmezden geldi? İşlerine geldi tabi. Kolaylarına geldi. Oysa Allah öyle bir nizam yaratmış ki, gördüğümüz hiçbir şey mutlak anlamda böyle olmak zorunda değil. Bak bunu sen bile anlamadın gibi!”
Kafamı salladım, aslında anlar gibiydim yine de biraz izah etmesini istiyordum, bu yüzden
“Hocam bunu biraz açarsan daha iyi anlarım, sanırım.” dedim.
Şimdi Gazzali kaşlarını çatmıştı, halim selim adam elbette kızacaktı, öyle ya bütün afyon tüccarları onun adına dükkan açıp afyon satar olmuşlardı.
“Bak kardeşim, yüce Allah ne buyuruyor “Allah’tan hakkıyla korkanlar alimlerdir.” Burada korkan’dan murat çocukların öcüden korkuşu gibi değil. Had biliş. Ve buradaki alimlerde tefsir, muhaddis, fakih olanlar değil. Yeryüzünde olan biteni araştıran, gören, görebilen alimlerdir. Ben şuna inanıyorum ki, yeryüzünde gördüğümüz hiçbir şey zorunlu olarak böyle olmak zorunda değil. Mesela kuş uçarken insan uçamaz değildir. Eğer kuşların nasıl uçtuğunu bulursan uçamayanı da uçurursun. Ama sen afyonculara baktığında “kuşun uçan oluşundaki sırdan ziyade, onun öyle oluşuna gıpta eder. Ulan ahmak, onun uçmasındaki hikmet uçamayanın da uçabileceğine işarettir. Sana kopya vermiş Allah kopya çekmesini bilmiyorsun, sonra da Allah uçmamızı dileseydi kanatlı yaratırdı, diyorsun, sonra da şeyhinin uçtuğunu ilan ediyorsun. Balığa bak, suda yaşıyor. Bak, suda doğuran memeli hayvanlar var, hani verilen kopyayı daha iyi anlayasın diye memeli canlılar bile var etmiş. Bak, bu sırrı çöz sen de deniz altında yaşarsın, demiş. İşte bunu gören alim haddini bilir. Bir fizikçi çok, çok iyi anlar “gökyüzüne bakmaz mısınız, onu nasıl direksiz tavan yapmışız.” Bir fizikçi bunu anlar ve haddini bilir. Ama öteki sadece dudak büker. Sanki duymaz gibidir, la nasıl direksiz tavan oluyor? Bunu düşün denmemiş gibidir. Bak işte benim zorunsuzluk düşüncemi Hume anladı, Boutroux anladı ve geliştirdiler. Benim toprağımdaki de adam gibi Müslüman olun sözlerimi eğip büküp sabah akşam anlatıp durdular. Huma ben mi dedim aha bu görüş üzerine düşün? Yok. Peki ben o afyon tüccarı dediğin dürzüye mi dedim, nefs-i emmare, nefs-i lavvame anlat dur, diye. Yok. Onun kolayına geldi. Kim tutup kuşları izleyecek, balıkları gözleyecek? Duy ondan iki kelime, duy bundan üç kelime, süsle püsle, sonra da meydanlarda sat. Benim ne günahım var? Allah rasüllerinin sözlerini çarpıtıp pazar kuran canlı değil mi insan? E! Ne yapalım şimdi?”
Hocam yerden göğe kadar haklıydı. Utandım, başımı eğdim. Nargilemi çektim. Sönmüştü.
Cemal Çalık, 17.04.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İronik Felsefe