"Ulan utanmasam ağlardım. Belki de ağlamışımdır, unutmuşum.. kim bilir.."
-Her Cuma namazdan sonra sahafları gezer, neredeyse raflardaki bütün kitaplara dokunmak için çırpınırım. Aralarında okuduklarım vardır, okumayı isteyip okuyamadıklarım vardır. İç geçirdiklerim, kütüphanemde olmasını istediklerim ama bir türlü olmayan, olamayan kitaplara dokunmak bütün yorgunluklarımı alır. Alır, diyorsam da aslında kendimi epey bir yorduğumu böyle banklara oturunca anlıyorum. Yorgunluk aldığı falan yok sahaf gezmelerimin. Tersine daha bir yorulurum. Bitkin düşerim. Bu alışkanlık ne zaman başladı, niye başladı bilmem. Belki kitap almaya para bulamayıştan, ikinci el kitaba paramın yetmesindendir.-
Doğrusu hiç merak etmedim. Yorgunluk atarken,“Amca ayakkabını boyayım mı?” sözüyle kendime geldim.
On beş yaşlarında sıska bir çocuk. Boynunda derme çatma bir boya sandığı. Sandığın acemi bir elden çıktığı her halinden belli. Belki kendisi dört tahta parçasını çivi ile birbirine tutuşturmuş, belki aile fertlerinden birinin aceleyle yaptığı bir sandık. Oysa ne ayakkabı boyacıları vardı. Var. Evet tek tük te olsa böyle birkaç turistik boyacı var. Kapalı yol dediğimiz yerde mukim böyle bir iki kişi kasılarak sandalyelerinde otururlar.
Bu lüks boyacılar kendinden emin, önemli bir iş yaptığını size hissettiren, boya bitip, cila attıktan sonra fırçalarken fırçaları birbirine ustaca çarptırıp “tık tık” sesleri çıkartışlarıyla adeta övünürler. Bunu size de hissettirirler.
Sandıklarının mükemmelliği ise apayrı. Genelde sarı kaplama olur bu elit boyacıların sandıkları. Çeşit çeşit boyaların durduğu küçük gözler. Ayakkabılar kaç renk olur ki birader? Yine de her ihtimali göze almış gibidirler. Belki o şişelerin bir kaçı boştur ama, sizi geri çevirmeyecek kadar da hazırlıklıdırlar. Sesleri çıkmaz. Yani onlardan,“Boyayalım mı abi!” sözünü duyamazsınız.
Ellerinde iş yoksa entelektüel bir yönlerini gösterir gibi ya bir gazete okur haldedirler ya da kitap. Doğrusu kitap okuyan ayakkabı boyacısına bu kentte rastladım. Başka yerlerde okuyana rastlamadım belki de dikkatimi çekmemiştir.
Ve bir de böyle derme çatma sandık sahibi çocuk boyacılar. Lüks boyacıların yüzünde dinginlik okunurken, bu çocuk boyacıların yüzleri güleç olsa da gözlerinde bin yıllık yorgunluk saklı gibidir.
Lüks boyacıların kollarının dirseklerine kadar kollukları vardır. Elleri de temizdir. Derme çatma sandık sahiplerinin ne kollukları vardır dirseklerine kadar uzanan ne de elleri boyadan korunmuştur. Bu çocuk da öyleydi. Elleri ayakkabı boyalarının rengine bürünmüş. Gözlerinde bitkinlik. Gülüyor muydu, sırıtıyor muydu emin değildim. Ama yorgun olduğunun farkındaydım.
“Hadi boya bakalım!” dedim. Oysa daha yeni boyatmıştım. Camiye girerken ayakkabılarımı hemen kapı önündeki boyacılardan birine teslim etmiştim ayakkabımı.
“Boyayalım mı Abi?!”
Sözüyle kendime geldim, dedim ya, kendime mi geldim, iyice kendimden mi geçtim, doğrusu karar vermek zor gibi. Yok, doğrusu kendimden geçtim. Cuma'ydı.
-Tıpkı bugünkü gibi. Ortaokulu yeni bitirmiştim. Demek ki, yaklaşık 15 yaşları. Yazdı. Yani tatildi. E. Şehrinin Cumhuriyet Caddesi'nde Ulu Camiye doğru yürüyordum. Taşhan'ın oradan Doğu Sineması'na sapmış, film afişlerine bakmış, caddeye çıkıp camiye doğru yürümüştüm. Ah ne yürüyüş. Ayaklarımda yepyeni gıcır gıcır rugan tipi ayakkabı. Ne güçlükle almıştım. Ne sevinçle yürüyordum, her adımımda yer titriyor sanıyordum. Yürürken çaktırmadan yeni ayakkabılarıma bakıp bakıp duruyordum. Sivri burun, odun topuklu, siyah mükemmel bir ayakkabı. “Paraya kıyılınca böylesi ayakkabı giyinmek mümkünmüş demek ki!” diye iç geçiriyordum sevinçle. Yüzümün kızardığını hissetmiştim. Sanki içimden geçirdiklerimi yanından gelip geçenler duymuş gibiydiler ki, anlamlı anlamlı baktıklarını fark etmiştim. Dudak bükmüştüm. Öyle olmadığını biliyordum. Yani içimden geçirdiklerimi kimsenin duymayacağını elbet biliyordum. Ama ya insanların bana bakışı niye her zamankinden farklıydı ki? Bana mı öyle geliyordu, yoksa ye kürküm ye sözünün gerçekliği mi tecelli ediyordu? İkisi de yanlıştı elbet. İki de bir ayakkabılarıma bakıp, kaldırımdan aşağı inip bağcıklarını kontrol edişim yanımdan gelip geçenlerin dikkatlerini çekmişti. Hepsi bu.-
İyi de bu toy çocuk nasıl bakmasındı? Ki, böylesi ayakkabılara vitrinlerde imrenerek bakıp durmuştu yıllarca. Aklı erdiğinden beri, giyim kuşam hakkında konuşulanları tartmayı öğrendiğinden beri böyleydi bu. Takozdan farkı olmayan Sümerbank ürünü ayakkabılar nere bu nereydi? Pamuk gibi yumuşacık derisi vardı. Ayağına çorap gibi oturuşu ne harikuladeydi. Ona dudak bükerek bakanların bunu anlaması imkânsızdı. Anlayamazlardı. Ben sanıyordum ki Sümerbank’tan giyinen bir kendimdir. Koca E. Kenti'ni yaşadığım sokaktan ibaret bildiğim içindir ki böyle sanıyordum.
Yaşadığım sokakta bir tek Allah’ın kulu Sümerbank mamulü ürün kullanmıyordu. Bir biz. Anam, babam, kendim. Üst baş, ayakkabı, hepsi Sümerbank’tan. Ayakkabı.. ah o ayakkabılar.. tam bir takoz, tam bir kalas. Ayakkabı dediğin insanın ayağının şeklini alır, böyle demişti satıcı, ama o ayakkabılar ayağın şeklini alacağı yerde, ayağı kendi şekline çevirendi. Ayağın şeklini kendi şekline benzetendi.
Neydi? Aman Allah’ım neydi o ayakkabılar? Naylon ayakkabılar vardı bir de. Çocukken, ilkokul sıralarında onları giyerdim. Onlar daha rahattı. Rahat ve fakat dayanıksız. Hem artık ortaokuldaydım ve ortaokulda iskarpin zorunluydu. Eh yoksulduk. Utanacak ne var.. pahalı ayakkabılara güç yetiremiyorduk. İster istemez birçok yeni okul arkadaşımın söylediği şekliyle bu takozları alıp giydik. Her bir arkadaşım üstüme gülüyordu sanki. Sanki evvela ayakkabılarıma sonra yüzüme bakıyordu her bir insan.
Bir hırsla harçlıklarımı biriktirdim. Olmuyordu. Halde yük indirmekten, hamallık etmekten başka çare yoktu. O hakiki deri ayakkabılar alınacaktı. İçime dert olmuştu. Okul arkadaşlarım bir yanda, bir yanda yanı başımızdaki komşumuz Sametlerin üç oğlunun iskarpinleriyle caka satışları yok mu? Nispet eder gibiydiler. Ne gibisi.. açıkça nispet ediyorlardı. Ulan utanmasam ağlardım. Belki de ağlamışımdır, unutmuşum.. kim bilir.
Ayakkabı için ağlanır mı? Bir çikolata, bir dondurma için ağlayan görmediniz mi? Çocuk değildim ama hepten de yaşını başını almış biri değildim. Şimdi yalan mı söyleyelim? Evet, sizler kimseye pahıllanmadınız -kimseyi kıskanmadınız, gıpta etmediniz anlamında- ama ben, kıskandım, pahıllandım. Evet, ben öyle idim. Sizler kadar olgun olmadım o yaşlarda. Hiç iç geçirmediniz, siz rahat olun.
Neyse, almıştım işte sonunda. Dünyalar benim olmuştu. Ayağımdaki ayakkabılardan utanmayacaktım. Birkaç gün sakladım annemden, babamdan. Parayı soracaklardı. Az para değil ki tam yüz on beş lira saymıştım. Bir çocuk ayakkabısına yüz on beş. -Yok, çocuk değilim değil mi?.. on beş yaşlarındaki biri çocuk mudur? Genç midir, yetişkin midir? Bilemem.. bildiğim şuan ayağımdakinin hakiki deri ayakkabı olduğuydu, ayaklarımın içlerinde hiç olmadıkları kadar rahat olduklarıydı. Ve Cuma'ydı- Belki bir yıllık harçlıklardan biriktirenler azdı ama bedenimle kazandıklarımın tatlı bir meyvesiydi. Ve bu da ayrı bir sevinç kaynağıydı. Kendi emeğimin meyvesiydi. Alın terim vardı yumuşacık, pamuk gibi bu ayakkabılarda.
Cuma ezanı başlamıştı. Adımlarımı hızlandırdım. Cami'ye vardım. En az dört beş boyacı harıl harıl ayakkabı boyuyordu hemen cami kapısının önünde. Derme çatma boya sandıkları, üst başı perişan, her iki elleri de rengarenk ayakkabı boyasıyla kaplı benim yaşlarımda çocuklar.
Sevinçle, neşeyle hem birbirleriyle konuşuyorlar, hem ayağından ayakkabısını çıkaranlara sesleniyorlardı:
“Boyayalım mı abi!”
Ne tuhaf ayakkabıların kiminin boyası yeni gibiydi. Pırıl pırıldı. Yine de seslenen boyacılara veriyorlardı ayakkabılarını.
“Bir cila at yeter!” demelerini, sıcağa, güneşe karşı ayakkabılarının dayanıklılığını artırmaya yormuştum. Öyle olmalıydı. Beni ayakkabıların boyaya da cilaya da ihtiyacı yoktu. Duymadım. Yani duymazdan geldim. Hem sanırım param da yoktu. Belki yanlış hatırlıyorum. Ama kuvvetle muhtemel param da yoktu. Ayakkabılarımı çıkardım. Elime aldım.
“Boyayalım mı Abi?!” sözlerini duymazdan geldim. Kapıdan içeri girdim. Pencere kenarındaki ayakkabılıkta en sona yerleştirip hemen önünde oturdum. Aklımda herhangi bir şey yoktu. Ama bu yumuşacık pamuk gibi ayakkabılarımdan çok uzakta olmak istememiştim açıkçası. Gönlüm el vermemişti.
Cemaat arttı ve müezzinin, “Muhterem cemaat ön safları dolduralım!” seslenişiyle benim de bulunduğum saf ayağa kalktı, ileri doğru yürüdük, içimden gitmek gelmiyordu ama işte topluluk güdüsü ağır basmıştı. Gayri ihtiyari kalktım. Birkaç adım ilerledik. Ve namaz kılındı. Hutbe dinlendi. Tespih dua derken birer ikişer kapıya, ayakkabılıklara yöneldik. Ayakkabımı bıraktığım noktaya gelmiştim. Yok!
Hayır bıraktığım yeri şaşırmadığımdan, karıştırmadığımdan emindim. Bıraktığım yeri unutacak kadar dalgın biri değilim. Tersine hafızam güçlüdür. Hatta fotoğrafik bir zekâm olduğu bile söylenebilir. Ayakkabılarımı koyduğum yerin tam karşısında duruyordum. Yoktu. Yoktu. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Yine de bir aşağı bir yukarı ayakkabılıkları dolaştım. Yok!
Camide benden müezzinden ve imamdan başkası kalmamıştı. Bir de ayakkabılıklarda her bir tarafı paramparça eski bir çift ayakkabı. İnanamıyordum. İnanmak istemiyordum. İnanmıyordum.
“Boyayalım mı abi?”
“Bir cila atsan yeter!” sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Kalakalmıştım. Çıplak yürüyemezdim. Lime lime ayakkabıları aldım tiksinerek. Yutkundum. Camiden çıktım.
Günlerden Cuma'ydı...
Cemal Çalık, 22.04.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü