بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Tasavvufçuların Ahlakçılığı
Bazı yazarlar tasavvufun ideal ahlaki bir davet olduğunu iddia ediyor. Buna delil olarak da kitaplarında müşahede ettiği birtakım ahlâkî sözleri ve bu davet için kullandıkları yaldızlı ifadeleri gösteriyor. Bu iddianın içinde gizlediği büyük yalanlar ve batılı örtbas eden bu çabalara rağmen şunu belirtmek isterim ki faziletli ahlaka davet, ister vahyin getirdiği dinlerde olsun, ister insanların uydurduğu ve hurafelerin oluşturduğu dinlerde olsun, bütün dinlerde ortak olan bir şeydir.
İsterseniz Budizm, Brahmanizm, Zerdüşt, Mani, İhvan-ı Safa ve Agnostizm kitaplarına bakınız. Hatta çoğu uydurma ve muharref olan Yahudilik ve diğer sapık inançların kitaplarına bakınız. Göreceksiniz ki ahlakça yükselmek ve ideal örneklerini gerçekleştirmek için hummalı bir davet mevcuttur. Onun için, ahlaka davet ettiğini farz etsek bile, bu davette tasavvufçular yalnız değildir.
Belki diğer sapık ve küfür davetleri gibi mutlak hayır peşinde olduğunu iddia eden bir şer, faziletin ruhu ve özü olduğunu propaganda eden bir rezalet ve peygamberlerin imanı olduğunu hayal eden bir küfürden başka bir şey değildir.
Sonra, iki dini birbirinden yegâne ölçü, ahlâkî davet de değildir. Davetleri birbirinden ayırt eden tek ölçü de davetin kendisi değildir. Çünkü bu davet her dinde ve davette mevcuttur. Dinler ve davetler arasında ölçü ve hak mı batıl mı, hayır mı şer mi olduğunun kıstası, bu ahlaki davetin kaynaklandığı akide (inanç)tır yahut davranışın arkasında saklı bulunan niyettir, hedefe yöneltilen ve beklenen gayedir. Önemli olan, bu davetlerin ve amellerin hangi inanç ve niyetle yapıldığıdır.
Yukarıdan beri tasavvufun din ve inancını belirtmeye çalıştık. Bütün bunların hak olduğunu söyleyebilir misiniz? Dış görünüşü hayır, üslubu parlak ve yaldızlı da olsa davet ettiği ahlâkî şeyleri hayır sayabilir miyiz? Ondan meydana gelen bir ameli, yetime iyilik ve Allah yolunda cihad gibi bizzat bir hayır itibar edebilir miyiz?
Hayır! Zira Hz. Peygamber'e hitap eden yüce Allah'ın şu hükmü apaçıktır: "And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de şu husus vahyolunmuştur: And olsun ki Allah'a ortak koşarsan, amellerin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun." (Zümer Suresi 65)
Süluk sahiplerinin anlayışında bütün amelleri hayır da olsa, Allah'a ortak koşacak olursa bu amellerinin hepsinin boşa gideceği belirtilmektedir. Çünkü böyle bir durumda bu amelin kaynaklanacağı inanç, niyet veya gaye hak ve hayır değildir. Bunlardan kaynaklanan ve din olarak yapılan davranışlar da batıl olur.
Şu kahramanca savaşan Arap’ı biliyorsunuz. Rasûlullah'ın yanında sabır, sebat ve kahramanlıkta benzeri az görülen bir cesaretle savaşan Arap hakkında Rasûlullah, "Cehennemliktir!" buyurmuştur. Çünkü söz konusu Arap Allah için değil, başka şeyler için savaşıyordu. Başka bir deyişle, bu savaşını hayır yapacak ve Allah yanında mükâfatlanmasını sağlayacak salih amel haline getirecek İslâmî bir inanca sahip değildi.
Tasavvufçuların inancını da gördük. İnançları, bir taş veya leşte tecessüd eden bir tanrıya inanmaktan ibaret değil midir? Onun için, tasavvufçunun işlediği amellerden gayesi bir taş, ceset veya başka bir varlıkta tecessüd eden tanrıyı hoşnut etmek maksadına yöneliktir. Bu ameli işlemeye sevk eden etken de o taşı veya leşi hoşnut kılmaktır. Müslüman’ın ameli, cihadı ve ahlâkî daveti ise, ulûhiyet ve rububiyetinde Allah'a halis bir tevhit ile inanan halis bir inanca dayanmakta, sadece Allah'ın rızasını kazanmak gibi tertemiz bir gayeye yönelik bulunmaktadır. Böyle bir inanç ve gayeye dayanmayan amel İslâm anlayışında Allah yanında makbul değildir.
Tasavvufçuların yücelmeye, ruhaniyete, kâinatın sırları, insanın nefsi ve hayat hakkındaki teemmüller ve âlemin yaratıcısına mutlak teslimiyete dair yazdıklarını görmüyor musunuz? Diyenler oluyor. Bunlara diyoruz ki, tasavvufçuların Allah ve Resulü hakkında, taşıdıkları inanç hakkında yazdıklarını okursanız herhalde daha iyi olur.
Böylelerine diyoruz ki, ey tasavvufun tutsakları, ahlakı kontrol etmeden önce akaidi kontrol ediniz. Çünkü ahlak ancak bir neticedir. Kaldı ki bizzat tasavvufçular ahlaktan önce dinin ve akidenin olduğunu kararlaştırıyorlar. Onun için ahlâkî davetinden sorguya çekmeden önce din ve inancından dolayı sorguya çekilmesi gerekmez mi?
Fudayl İbn İyaz ne güzel söylemiş:
"Yapılan amel ihlâs ile de yapılsa, doğru değilse (şeriata uygun değilse) kabul edilmez. Doğru olduğu halde ihlâsla yapılmazsa, yine kabul edilmez. Halis ve iyi niyetle olması lazımdır. Halis amel, Allah için yapılandır. Doğru olan da şeriata uygun olandır. Yüce Allah'ın şu ayetinde bunlar belirtilmiştir: "Kim rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve ibadette rabbine hiçbir kimseyi ortak koşmasın." (Kehf Suresi 110)
Tasavvufçulara duydukları hayranlık ve şefkatten dolayı yürekleri sızlayan kişiler, Allah'ın küfrüne hükmettiği fırkalara ve inanç sahiplerine yüzlerini çevirseler iyi olur. Çünkü onları büyüleyen tasavvufçuların ahlak çağrılarına benzer ahlak çağrıları orada da mevcuttur. Hatta bazılarında tasavvufçuların çağrısından bu çağrı çok daha parlak ve yaldızlıdır.
Buyurun okuyunuz:
"Allah'tan, atalarının tanrısından kork. Ona severek hizmet et. Çünkü insanı günahlardan tek başına koruyan Allah korkusudur. Kişiyi hayra ileten tek başına Allah sevgisidir. Kendini güzel huylara alıştır. Nefsin ziyneti olan hakikat ve istikameti sev ve ikisine sarıl. Sözüne çok çok dikkat et. Yaltaklık, dalkavukluk ve korkaklıktan uzak ol. Tembelliğe ve pısırıklığa düşman ol."
Görüyorsunuz, ahlakın en yücesine bir davet, iman ve kutsallık yansıtan bir iman. Ama ne fayda!
İsterseniz şunu da okuyunuz:
"Biz âlemden sadece soyut gerçeğin peşindeyiz. Hayrı, güzelliği ve temizliği devşiririz." Güzelliğine bir diyecek olmayan bir çağrı. Ama ne yazık ki samimi ve gerçek değil. Yine "Şayet kendin için olmayacaksan, kim için olacaksın? Ama sadece kendin için olacaksan, niçin olacaksın?" Gördüğünüz gibi pek güzel fedakârlığa ve şefkatle yapılan dayanışmaya ne güzel bir davet! Yine "Üç şeyi çok iyi düşün. Ebediyete kadar günahlardan kurtulursun. Bilki senin üstün gören bir göz, işiten bir kulak vardır. Ve işlediğin bütün işler bir kitapta yazılır."
Evet, serapa iman ve müminin duaları sanılan sözler. Yüce Allah'ın her şeyi ihata ettiğini ve bildiğini ifade eden sözler!
Bütün bunlar belki de tasavvufta benzeri bulunmayan fevkalade güzel çağrılar ve sözler. Ama yüce Allah bu çağrıların sahiplerinin kâfir ve düşmanları olduğuna hükmetmiş, O'nun gazap ve lanetine uğradıklarını belirtmiştir. Çünkü Allah'ın lanetine uğrayanlar Yahudilerdir. Bilindiği gibi yahudi akaidi dalalet ve küfürdür. Bu akaidden kaynaklanan şeyler de küfür, dalalet ve batıldır. Ahlakçıların anlayışında üstün değerleri hedef edinse bile, Allah yanında hiç yok gibidir.
İnsanın mümin veya kâfir oluşunu ölçtüğümüz tek ölçü ahlâkî davet olsaydı, lanete uğramış şu Yahudilerin mukaddes mihraplarda Allah'a yalvaran mümin kişiler olduklarına hükmederdik. İnsanın Müslüman olup olmadığında tek başına ahlâkî çağrı ölçü olsaydı, o zaman her zındık, mülhit ve kâfir İslâm hükmü kapsamına girer ve Müslüman sayılırdı. Çünkü bunların tümü kendilerine göre bir ahlak çağrısı ve fazilet anlayışı bulunmaktadır.
Ama her şeyin ölçüsü ve dinin ruhu akide (inanç)'dır. İslâm anlayışında bir amelin veya ahlakın iyi yahut kötü, hayır veya şer olduğunu belirleyen bu inançtır. Yüce Allah'ın yanında en büyük makam ve birinci derecede itibar yine inancındır. Bu tertemiz ve net inanç mevcut olduktan sonra hayatımızda ahlak, amel, sülûk, davet ve Allah'ın dinine bağlılık olarak ortaya çıkar. Onun için kişinin taşıdığı ahlak veya söylediği sözler değil, hepsinden önce önemli olan onun inandığıdır. Yüce Allah'ın bu gerçeği kararlaştırdığı şu ayeti tekrar tekrar hatırlayınız: "Allah'a ortak koşacak olursan amelin boşa gider." Şüphesiz boşa gidecek olan amel, bizzat hayır ve iyi olarak görülen ameldir. Zira hayır ve iyi olmayan amel zaten boştur.
Yukarıdan beri gördüğümüz gibi tasavvufçular çirkin bir şekilde şirk koşmuşlardır. Bu şirkin en çirkin yanı da insanları aldatması ve saf tevhit olduğuna zavallıları inandırmış olmasıdır. Onların ahlâkî daveti insanları aldatmakta, böylece ahlak alanında söylediklerini haksız olarak heva ile hareket eden ve aldatma ile beraber davranıp duygusal davranan ölçüleriyle ölçmektedirler. Hâlbuki onun yerine adalet ve hak ölçüsüyle, Allah'ın kitabıyla ölçmeleri, halis tevhit ölçüsüyle ölçmeleri gerekir. İşte o zaman tasavvufun ve ahlak çağrısının ne korkunç bir tuzak ve öldürücü bir fitne olduğu görülür. Ahlak çağrılarının şirk ve ilhad akidesini örtmeye çalışan bir paravandan başka bir şey olmadığı anlaşılır.
İbn Arabî’nin Allah hakkında şu söylediklerine bakınız:
"Ey nefsin eşyayı yaratan, sen yarattıklarını benliğinde topluyorsun. Oluşumu tükenmeyenleri sende yaratıyorsun, sen dar ve genişsin."
Allah'ın yaratan ve yaratılan olduğunu, zatının bütün yaratıkların zatı olduğunu ve nefsin yaratık çeşitlerinden tükenmeyen şeyleri nefsinde yaratmaya davet ettiğini, hak oluşu itibariyle dar, yeni vasıflardan soyut, ama türlü, çok ve tükenmeyen yaratıklar oluşu itibariyle de dar olduğunu söylemektedir.
Yine şu sözlerine bakınız:
"Allah, hüviyetinin kulun kendisi olan organların aynısı olduğunu zikretti (belirtti, hatırladı). Hüviyet bir, organlar ise muhteliftir. Her organın zevklerin ilminden bir ilmi vardır. Ona bir tek pınardan verilir ki bu da organların değişikliğine göre değişik olur."
Allah'ın kulun organlarının kendisi olduğunu söylemektedir. Hırsız, katil, rüşvetçi, kumarcı ve içki kadehini kaldıran sarhoşun elinin -hâşâ- Allah'ın eli olduğunu söylemektedir. Haramları seyreden ve gözetleyen göz, hırsızlık için haber toplayan kulak ve haramdan kokuşmuş ağzın İbn Arabi'nin Allah'ının organları olduğunu söylemektedir. El, ayak, göz, kulak, dil gibi organlarla elde ettiğimiz duyusal bilgiler de İbn Arabî’nin rabbinin bilgileridir. Çünkü bütün bu organların kendisidir.
Bu söylediklerini şunlarla da pekiştirmektedir:
"Allah'ın hüviyetinin kulun kuvvet ve organlarının kendisi olmasından büyük bir yakınlık olmaz. Kul da bu organ ve kuvvetlerden başka bir şey değildir. Allah vehmedilen yaratıkta müşahede edilen haktır. Yaratık akledilen (akılla anlaşılan), keşf, vücut (vahdeti vücut) ehli ve müminler nezdinde hak müşahede edilendir."
İbn Arabî’nin dinindeki aşırı zındıklığı herhalde görüyorsunuz. Yaratıkların makul (akılla anlaşılan) şey iken, Allah'ın hissedilen şey olduğunu iddia etmektedir. Çünkü gözlerin gördüğü ve kulakların işittiğinin aynısıdır. Yaratıklar ise, sıfattır veya hakkın yüzlerinden bir yüzdür.
Bunu bir daha vurgulayarak şöyle demektedir:
"Sonra hakkın göz, kulak, el, ayak ve dilin, kısaca duyuların aynısı olduğunu bildirerek hepsini benliğinde toplayan Muhammed bunu tamamlamıştır",
"Mefhum ile ve sahih haberle kesin olarak anladık ki hak (Allah) eşyanın aynısıdır. Hududu (tarifleri) farklı da olsa eşya mahduttur. Allah da her mahdudun haddi ile mahduttur (her sınırlının sınırı ile sınırlı yahut tarif edilen her varlığın tarifiyle tarif edilmiştir)."
Gördüğünüz gibi İbn Arabî’nin rabbi her şeydir. Her şeyin de bilindiği ve anlaşıldığı bir haddi vardır, böylece her tarif ilahi zatın kühnühün tarifi olmaktadır. Çünkü İbn Arabî’ye göre her şey Allah'ın kendisidir. Hayalinizden ebedleri, ezelleri ve bütün anları geçirin, mümkün ve müstahil bütün şekilleri ve suretleri gözünüzün önüne getirin, aklınıza getirebildiğiniz kadar her şeyi getirmeye çalışın, işte hayalinizden geçen, gözünüzün gördüğü ve aklınızın düşündüğü her şey İbn Arabî’nin rabbinin kendisidir.
Müslümanlara kan kusturan Moğollardan Haçlılara kadar bütün emperyalistleri, Rasûlullah'ın ashabına dünyayı zindan eden cahiliye müşriklerini, bütün dünyanın gözü önünde Müslümanlara hayat hakkı tanımayan ve her türlü zulmü reva gören Siyonistlerin, milyonlarca insanın kanını döken diktatörleri ve yeryüzündeki ne kadar kötü insan varsa hepsini düşünün ve onları İbn Arabî ve çömezlerine ne olduklarını sorun. Bütün bunlar Allah'ın zatının aynısıdır, cevabını alacağınızdan endişeniz olmasın.
Bütün bunlar birer şey değil mi? İbn Arabî de Allah'ın eşyanın aynısı olduğunu söylüyor. Bunlar birer yaratık değil mi? İbn Arabî Allah'ın yaratıkların aynısı olduğunu söylüyor. Haramlar ve yasaklarla bulaşmış organları yok mudur? İbn Arabî Allah'ın her el, ayak ve dilin kendisi olduğunu belirtmektedir.
Geçmişte olduğu gibi çağdaş tasavvufçular da İbn Arabî’yi kutsallaştırmakta, hatemu'l-evliya, gavsı azam, kutbu'l-aktab, şeyhi ekber gibi unvanlarla anmakta ve taparcasına sevmektedir. Kendisine Allah'ın birçok sıfatı ve hususiyetlerini vermekte ve neredeyse beşer üstü bir varlık saymaktadır. Kim bilir belki de ona tapanlar bulunmaktadır! Küfrü bu kadar açık olmasına rağmen çağdaş tasavvufçuların hepsini aleyhinde bir tek söz söylemeye, dindışı veya kâfir olduğunu söylemeye davet ediyorum. Şirk ve küfür sözlerini red etmeğe davet ediyorum. Bunu yapar ve insanlara açıklarlarsa, onun dininde olmadıklarına, söylediklerini kabul etmediklerine hükmederiz.
Taraftarlarına olsun, başkalarına olsun, İbn Arabî’nin bu ve buna benzer sözlerinin dindışı ve küfür olduğunu açıklarlarsa, ondan teberri ettiklerini biz de kabul eder, haklarında söylediklerimizin hepsini geri alırız!
Kaldı ki tasavvufun ahlak daveti sadece selbi (negatif) bir davettir. Çünkü Mani dininin zühdüne dayalı bir davettir. Hayır, olduğu iddiasına rağmen ve taşıdığı inanç bir yana bırakılsa bile, hayatı umumi hayır, adalet ve hakkın kuvvetiyle idare etmek isteyen, emniyet ve selamet içinde âleme liderliğe soyunan bir ümmetin ahlakı olmaya elverişli değildir.
İnançlı ve yüce değerlerini gerçekleştirmek için Allah'ın mubah kıldığı ve yeri gelince emrettiği her şeyi kullanmak mecburiyetinde olan girişken ve cesur atılımı gerçekleştirmeye mecbur olan bir ümmetin ahlakı olmaya layık olamaz.
Hayatın devamlı ileri, coşkun, canlı ve dinamik, gece gündüz üretken ve yararlı çaba içinde ve sadece Allah'ın sözünün üstün olması için cihadla dolu olmasını isteyen, bunun için çabalayan bir ümmetin ahlakı olamaz.
Mani dini ve manastır anlayışının zühdüne hayranlık neticesinde içine düştüğü uçurumdan ve düşmanlarının elinden çektiği zilletten biran önce kurtulmak için çırpınan, bunun için gece gündüz demeden sürekli çalışması farz olan bir ümmetin ahlakı olamaz.
Okumamayı, cehaleti, çalışmamayı ve geçimini sağlamamayı kendisine ilke yapan, bir lokma bir hırka anlayışını düstur edinip karanlık hücrelerde çile doldurmayı cihad sayan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmayı din olarak belleyeceği ve gereğini yapacağı yerde, şeyhlerinin emri ile oturup kalkan ve dediklerini yerine getirmeyi din olarak belleyen zihniyetin toplumda egemen olması sonucu ümmetin içine düştüğü maddi ve manevi, ahlaki ve insani bataklıktan kurtulmak isteyen insanlar için tasavvuf ahlakı ahlak olamaz.
İdeal örneğini Allah'ın Resûlü, ashabı, müçtehit imamlar ve fatih kahramanlardan alacağı yerde, köpeklerden, rahip ve müşriklerden, agnostik ve sofistiklerden, Budist ve manihaist kahinlerden alan bir ahlak anlayışı, Müslümanların ahlakı olamaz. İnsanın içinde karşı konulmaz ve sırtı yere gelmez bir nefis düşmanı yerleştirerek hayatı boyunca ondan başkasını görmeyen, bütün mesaisini ve enerjisini onu alt etmek için sarf eden, ama bir türlü fobisinden kurtulamayan bir ahlak, İslâm ahlakı olamaz.
Dünyayı Allah düşmanlarının cirit attığı ve sadece kâfirlerin cenneti sayan, Müslümanlara da bir lokma bir hırka, köpekçe bir tevekkül, mağara ve dehlizlerde bir çile hayatını öğütleyen bir ahlâk İslâm'ın ahlakı olamaz. Allah'ın direktifleri ve Rasûlullah'ın öğretileri ile insanların oturup kalkmalarını öğütleyeceği, onlara göre hayatlarını düzenlemelerini isteyeceği yerde, ölülerle oturup kalkmayı, ruhlar âleminde dolaşmayı, oturduğu yerden keramet ve keşiflerle dünyayı idare etmeyi, cinler ve şeytanlarla dost olmayı, zevkleri için her türlü ahlaksızlığı meşru görmeyi öğütleyen bir ahlak İslâm ahlakı olamaz. Hıristiyan ve Yahudilerin Allah'ın vahyini değiştirdikleri gibi Allah'ın dinini her türlü batınî ve şirk anlayışlarla oyuncağa çeviren, tahrif ve tebdil edecek anlayışlara kapıyı ardına kadar açan felsefelere bağrını açan bir ahlak İslâm ahlakı olamaz.
Olsa olsa tasavvuf ahlakı mağaralarda ve dehlizlerde, dağlarda ve çöllerde, ölü bir his ve donuk bir şuur, sağır ve dilsiz bir vicdan ile yaşayan insanların ahlakı olabilir.
Olsa olsa, herkesin nefsinden gözünün önüne bir düşman diktiği ve hayatı boyunca ondan başkasını görmeden bütün ömrünü ona düşmanlıkla geçiren münzevi insanların ahlakı olabilir. Birbirleriyle bağları kesilen, gerçekler dünyasına ayakları basmayan ve gece gündüz sadece kendini düşünüp bir türlü başkasını görmeyen dervişlerin ahlakı olabilir.
Gizli, dar ve öldürücü bencillikle dolup taşan, dünyayı sadece kendisi için gören ve her şeyin sadece kendisine olması için çalışan bencil ve egoist insanların ahlakı olabilir.
Bu ahlak, hayattan duyduğu korkularla tüyleri ürperen ve toplumdan kaçmakla ancak bu korkudan kurtulabileceğine inanan bir rahipliktir. Bu ahlak, insan vücudunun arkasında son derece uyuşuk ve pısırık bir hayat süren, insan vücudunu pasifize eden bir rahipliktir.
Bu ahlak, yapısı ve değer yargılarıyla, karakteri ve ayakta tutan temelleriyle canlı, dinamik ve enerji dolu bir hayat için değil, olsa olsa ölü yokluk için yaşayan bir topluluk için elverişli olabilir.
Her insanın hem kendisi hem başkaları için çalıştığı, başkalarını kendine tercih etmeyi seçkin bir karakteri ve Allah'ın rızasını kazanmayı hayatının ekseni, hedefi ve gayesi yapan kişilerin bulunduğu toplum için değil, bedbin, sönük, deri-kemik ve can çekişen insanların ahlakı olabilir.
Tasavvufun ahlakçılığı hayattan korkakça kaçış ve alçakça teslimiyet ahlakçılığıdır. Öldürücü ve uyuşturucu yalnızlık çöllerinde berduş ve çılgın yaşayan insanların ahlakçılığıdır. Hayatın ilerlemesi yolunda sürekli çabalayan insanlığın güçlerini öldüren zalim anlayışın ahlakçılığıdır. Kendisi için yaptığını Allah için yapması ve burçlarını zirvelere kadar yükseltmesi için toplumu da Allah için yükseltmesi amacıyla insana verilen kuvvetleri ve nimetleri azgınca ve ahlaksızca red eden zalim insanların ahlakçılığıdır.
Tasavvufçuların dünyanın birçok yerinde İslâm'ın yayılması için çalıştıklarını iddia edenler oluyor. Bu iddialar olsa olsa tasavvuf dininin yayılması amacıyla gösterdikleri çabalar için doğru olabilir. Çünkü tasavvuf dininin ne olduğunu hepimiz gördük. Onun için yaymaya çalıştıkları Allah'ın dini olan İslâm değil, ancak gülünç hurafeler, saçma mitolojiler ve cehennemlik olduğu bildirilen çirkin bidatlerdir.
Yaymaya çalıştıkları, taşı putlaştıran ve çürümüş kemiklere tapan şirk ve cahiliyettir. Nitekim yaymaya çalıştıkları dinlerini de ancak zorba emperyalizmin himayesinde ve sömürü işgalcilerin kanatları altında yaymışlardır. Zira İslâm'ın düşmanı emperyalizm ve bütün çeşitleriyle zalimler kesin olarak inanıyor ki İslâm'ı ve Müslümanları yerle bir etmek için bidatler hedefe götüren en sağlam yollardır. Bunu geçmişte yaptıkları gibi çağımızda da yapmışlardır.
İslâm toplumunda bidat ve hurafelerin yayılması için her yola başvurmuşlardır. Kabirler üzerine kubbeler yükseltme, kabirleri ziyaret ve ibadet yeri yapma, sandukalar dikme ve renkli ipek örtülerle örtme, bunlar için yılın belirli günlerinde törenler ve mevlitler düzenleme, ölüler için birtakım kasidelerden oluşan mevlitler okuma gibi bidatleri, İslâm'ı içten yıkmaya çalışan batıni mezhebinin temsilcisi Fatımî devleti uydurmuş ve Müslümanlar arasında yaymıştır. Doğulu ve batılı işgalciler de bu bidatlere kanat germiş ve İslâm toplumunun bidatlere boğulmasını amaçlamışlardır.
Tasavvufçuların Allah'ın dini İslâm yerine bidat ve hurafelerden oluşturdukları tasavvuf dinini yaymaya çalıştıklarından şüphesi olanlar tarihi okusunlar. Allah yolunda cihad eden ve İslâm'ın yayılması için savaşan tasavvuf meşhurlarından bir tek kişi gösterebilir mi?
Emperyalizme karşı koyan, ülkeden çıkarılması için vuruşan ve buna davet eden tasavvuf meşhurlarından bir tek kişi gösterilebilir mi?
Emperyalistlere karşı mücadele verdikleri dedikleri -Nadir olmakla beraber- ise, ancak emperyalizmin himayesini kendilerinden çektiği, ayakları altından kırıntıları toplamaya izin vermediği yahut milliyet damarlarının tasavvuf zilletinden ağır bastığı ve din için değil, hamiyet için savaştıklarıdır. Haçlılar hicri yedince asrın yarısına doğru al-Mansura şehrine saldırdıklarında tasavvuf meşhurları toplanmışlardı. Niçin toplandıklarını biliyor musunuz?
Kuşeyri Risalesi'ni okumak ve evliya kerametlerini tartışmak için toplanmışlardı. Onun için emperyalistlerin tasavvufçuları mal ve servetlere boğduklarını, makam ve mevki verdiklerini görünce şaşmamak lazımdır. Zira sömürgecilerin nice valileri vardır ki işgal ettikleri ülkenin seçkin kişileriyle görüşmeyi istemezken, zikir halkalarından birine koştuğunu ve saatlerce süren siyasi ziyarette bulunduğunu görürsünüz.
Çünkü bu nitelikte bir tasavvufun ümmette mukavemet ruhunu öldürdüğünü ve temsilcilerini çıkarları için kullanabileceklerini gayet iyi tespit etmişlerdir. Sonra tasavvufçuların Allah yolunda cihad ettiğini söyledikleri ve İslâm'ın yayılmasına çalıştıklarını iddia ettikleri kişiler aslında tasavvufçu kişiler olmayıp tasavvufçular onları yalan ve iftira ile aralarında saymışlardır. Bu alanda da üstatları şia’dır.
Tasavvufçular Rasûlullah'ı bile tasavvufçu gösteriyorlar. Raşid halifeler başta olmak üzere Müslüman her kahramanı da tasavvufçu sayıyorlar. Amaçları da bunlar aracılığıyla Müslümanları aldatmak ve tağut liderlerini gözlerden uzak tutmaktır. Amaçları, Raşit halifelerin ve Müslüman kahramanların tasavvufçu olduklarını söyleyerek Müslümanları ağlarına çekmek ve olacak itirazları önlemektir. Birtakım tarikatların Hz. Ebu Bekir'e ve Hz. Ali'ye isnat edilmesi de bu şekildedir. Halbuki kurdun Hz. Yusuf'un kanından beri olduğu gibi başta Rasûlullah ve Raşit halifeler de tasavvuftan beridirler.
Nitekim tasavvufçu lakabının ancak hicri ikinci asrın ortalarında ortaya çıktığını tarih kaydetmektedir. Bu lakabı ilk defa alan kişinin de sufi Ebu Haşim olduğunu kaynaklar belirtmektedir. Şimdi söyler misiniz, İslâm'a hizmeti geçen veya yararı dokunan birtek tasavvuf meşhuru var mıdır? Böyle birini gösterebilir misiniz?
Tasavvufçular hakiki Müslümanlar olduklarını ve tasavvufun İslâm'ın ruhu olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki ahlak ancak akidenin ürünü ve neticesidir. İslâm da her şeyden önce akaidi veya niyetleri kontrol eder. Şayet niyet yahut akide İslâm'ın sevdiği ve doğru saydığı bir şekilde ise, ondan doğan ve ürünü olan güzel amelleri hayır kabul eder ve mükâfatlandırır.
Şayet akait sahih veya niyet bozuksa, o zaman yapılan bütün amelleri hiçe sayar, dış görünüşü en büyük hayır gibi görünse bile, onu yok gibi kabul eder.
Yüce Allah'ın şu ayetlerine bakınız:
"Allah hiçbir şekilde kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kişiler için bağışlar." (Nisa Suresi 116)
"Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. İyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Bunlar tövbe ederlerse, umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Tevbe Suresi 102)
Yüce Allah akidenin ancak halis ve net olmasını ister. Amelde ise, kötü amel işleyenlerin tövbe etmeleri durumunda tövbelerini dilediği takdirde kabul edeceğini belirtmektedir. Kısaca inançta şirk koşanları bağışlamayacağı, kötü bir amel işleyenleri ise dilediği takdirde bağışlayacağını buyurmaktadır. Bu hüküm ışığında düşünelim.
Tasavvufçular daha önceki zındıkların yapmadıkları iftiraları Allah'a yaptılar. Onun yaratıkların aynısı olduğunu söylediler.
İsterseniz İbn Arabî’nin şu sözlerine bakın:
"Hak her had ile mahduttur (Hakk'ın her yönden tarifi vardır). Âlemin suretleri ise sayılamayacak ve ihata edilemeyecek kadar çoktur. Âlemin suretlerinden her birinin hududu ancak her âlemin onun suretlerinden aldığı miktarda bilinir. Onun için Hakk'ın haddi (tarifi) meçhul kalır (bilinmez). Onun haddi ancak her suretin haddinin bilinmesiyle bilinir."
Allah'ın tarifinin mümkün olmadığını söylüyor. Niçin? Çünkü Allah her şeyin aynı (kendisi)dir. Onu tarif edebilmek için âlemdeki bütün suretlerin tarifini bilmemiz lazımdır. Çünkü Allah o suretlerin aynısıdır. Âlemlerin suretlerinin haddi hesabı da yoktur. Onun için buna bağlı olarak Allah'ın tarifinin de haddi hesabı yoktur.
Yine kavmini hakikate değil de şeriata çağırdığı için Hz. Nuh'un görevini yapmadığını iftira ettiler. Çünkü onlara göre batına değil, zahire davet etmiştir. Hz. Nuh'a inanmayan müşrik kavminin de Allah'ın davetine fiilen icabet ettiklerini ve Nuh'un onlardan gizlediği hakkı kavrayıp gizlenenle amel ettikleri ve böylece kurtulanlardan olduklarını iftira ediyorlar. Bizzat Hz. Nuh'un da putlara taptıkları için o müşrikleri övdüğünü söylüyorlar.
İsterseniz İbn Arabî’nin şu sözlerini okuyunuz:
"Gözetleme, çünkü kâinatta bir tek ayn'dan başkası yok, o âlemin aynıdır. Bir durumda ilah adlandırılırken, bir durumda da kul diye adlandırılır."
Bütün bu açık gerçeklere rağmen hâlâ tasavvufun ahlaki bir davet olduğunda ısrar edecek misiniz?
Biliyorsunuz ki küfür bir tek söz üzerinde ısrar etmek, insanın mümin bütün kelimelerini ve amellerini defterinden silmektedir. Tasavvufçuların şimdiye kadar gördüğünüz küfür kelimeleri üzerinde ısrar ettiklerini biliyorsunuz. Bu kelimelerin küfür olduğunu ve yüce Allah'ın bunlardan münezzeh bulunduğunu tasavvufçular kabul ettikleri ve insanlara bunu açıkladıkları anda, yukarıda da söylediğimiz gibi, bütün bu sözlerimizi geri almaya ve onları Müslüman kardeşlerimiz olarak ilan etmeye hazır olduğumuzu belirtmek isteriz.
Bu küfür ve şirk sözleri ve inançları bilmeyenler, bunlardan haberdar olmayanlar elbette muhatabımız değildir. Ancak bunlar kendilerine açıklandığı ve küfür ile şirk oldukları belirtildiği halde hâlâ bunlar üzerinde ısrar ederlerse, onlar da tağutlarının listesine dâhil olurlar.
Tasavvufçuların emperyalizm karşısındaki bu tavırlarından sonra batılı devletlerin Müslümanlar arasında tasavvufun yayılması ve bu yolla masrafsız uyuşturulmasına gittikçe artan bir dozda ilgi duymalarına şaşmamak gerekir.
Nitekim oryantalist Goldziher, Hallac hakkında özel bir çalışma yapmış, haberlerini ve öğretilerini enine boyuna incelemiştir. Korkunç emperyalist emeller besleyen oryantalist Louis Massignon da Hallaç, onun fikirleri, tarikatı ve mezhebi hakkında bir kitap yazmıştır. Hallaç’ın İslâm ve İslâm devleti hakkında ne zehirli bir yılan olduğunu biliyoruz. İslâm'ın sinsi birer düşmanı olan bu oryantalistlerin özellikle Hallaç’a ilgi duymaları bir tesadüf olmasa gerektir.
Dr. Kamil İyaz bir olayı naklediyor;
"Bir defasında Amerika Ford müessesesinden bir temsilcinin Şam Üniversitesi'ne geldiğini ve üniversitenin bazı laboratuar ve ders araçlarına ihtiyaçları bulunduğunu belirtmesi karşısında kırk dereden su getirip talebi karşılama yolunda bir söz vermekten kaçındığı, ama tasavvuf araştırmaları enstitüsü kurulması gündeme geldiği anda çok geçmeden bu talebi karşılamaya hazır olduğunu belirtiyor."
Doğrusu bunu fazla yadırgamıyoruz. Çünkü tasavvufun vücuda karşı savaşma, dünyadan yüz çevirme, ilmi terketme, nefsi öldürme ve cihadı ihmal etme gibi insanın hareket ve dinamizmini yok eden uygulamalarını biliyoruz. Tasavvufun öncüleri de bu prensiplerin yayılması için somut birer örnek olmuşlardır.
Burada şunu da belirtmeden geçemeyeceğiz. Tasavvuftan ilk sakındıranlardan biri de İmam Şafii ve İmam Ahmet İbn Hambeli’dir. Bilindiği gibi İmam Ahmet Haris el-Muhasibi'nin kitaplarının okunmasından sakındırmış ve onun gibi tasavvufçularla oturup kalkmanın sakıncalı olduğunu bildirmiştir.
Ondan sonra tasavvuftan sakındıranların başında İmam İbn Teymiyye ve öğrencisi İmam İbn el-Kayyim gelir. Onlardan sonra kabirlerle istiğase yapanlar, onlar adaklar sunanlar ve her türlü bidata kapılarını ardına kadar açanlar olarak nitelenen tasavvufçulara karşı İslâm âlimleri hep karşı çıkmıştır.
Bütün bunlardan sonra tasavvuf dinini okuyuculara şöyle özetleyebiliriz:
Âlemde mutlak olanın mukayyet olanla aynı olduğu yahut bütün hususiyetleriyle maddi yapısı olan varlığın aynısı olduğuna inanılır. Başka bir deyişle, Allah'ın yaratıkların aynısı olduğunu kabul ederler. Allah ile âlem konusundaki inançları budur. İtikat konusunda ise, küfür ile imanın yahut şirk ve tevhidin bir tek hakikatin iki ismi olduğu veya bir tek medlulü bulunan iki müteradif olduğuna inanırlar. Din konusunda da semavi din ile beşeri din arasında bir fark görmez ve aynı olduğunu kabul ederler. Semavi olanı indiren, müspet veya menfi yahut izafi sıfatlardan soyut bir hakikat olması itibariyle Allah iken, ikincisini vazeden ise insan suretinde tecessüd etmesi itibariyle -hâşâ- insanın aynısı olan Allah'tır. Ahiret inancı konusunda ise, ceza ve mükâfatın aynı olduğunu kabul ederler. Firdevs cennetinin nimeti cehennem azabının aynısıdır. Hakikat ve etki bakımından ikisi de birdir. Düşünce alanında ise, gerçeği hurafe ve masalın aynısı olduğuna inanırlar. Hak ile batılın ve doğru ile yanlışın delalet bakımından aynı olduğu ve sahibi için sahih birer ölçü bulunduğuna inanırlar. Ahlak alanında ise, hayır ile şerrin yahut fazilet ile rezaletin değer, gaye ve sebep bakımından aynı olduğunu kabul ederler.
Tasavvufu özetleyecek daha kısa söz istiyorsanız, düşüncesi, dini ve ahlakıyla tasavvufun karşıtsızlık, zıtsızlık ve çelişkisizlik olduğunu söyleyebilirsiniz. Çünkü tasavvufta her şey aynı zatın kendisidir. O da Allah'ın zatıdır.
Yahut İbn Arabî’nin deyişiyle, "Âlemde benzerlik yoktur, âlemde zıtlık yoktur. Şüphesiz âlem bir tek hakikattır ve şey kendinin zıddı olamaz."
Puran Tilmiz, 28.04.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü