"Biraz daha derinlik, biraz daha diğerkâmlık, biraz daha susmak, biraz daha dinlemek, biraz daha tefekkür…"
Dün akşamüzeri Atila yine kahve içmeye davet etti beni. KC’ye Atila’dan daha önce gittiğim için birkaç dükkân dolaşıp, mevcut tek kitapçı olan Ada Kitap’a uğradım. Kendime görür görmez âşık olduğum bir duvar saati aldım. Böylece salondaki saat, ait olduğu asıl yere mutfağa geçmiş oldu. Salonun da artık lavantalı bir saati var.
Üstteki mutfak, alttaki de salon saatimiz, çok ciciler ikisi de... Yukarıdaki saati Atila on yıl önce doğum günümde almıştı. Bana kayınvalidemin mutfağını hatırlatan bir saat; kuzine soba, saplı tavalar, odunlar, havlu hepsi bana onu hatırlatıyor.
Sonra bir gün Atila'nın annesini; annem kadar sevdiğim o mübarek insanı da anlatmak istiyorum...kısmet...
Evdeki saatlerimin hepsi en az üç dakika ileri. Ben öyle ayarlıyorum. Bunun sebebi ile ilgili derin analizleri sonraya bırakıyorum.
Ada Kitap’a Ebubekir’in 4 Temmuzda çıkan kitabı “İsmet Saat Kaç”ı sordum. Görevli, sorulan kitabın adını hiç duymadığını belli etmektense büyük bir ciddiyetle bilgisayardan kontrol etti. Daha dağıtıma çıkmamış kitap için de, “Henüz elimizde yok ama haftaya uğrayın getirtiriz” dedi.
Profesyonelliği önünde şapka çıkartarak “Tam olarak hangi gün geleyim?” diye sordum, perşembeye getirteceklerini söyledi. Perşembe uğrayacağım eğer gerçekten getirtirse kendisini kutlayacağım.
Evet, Ebubekir’in “İsmet Saat Kaç” kitabı nihayet çıktı ve Ebubekir’de “kitapsız yazarlar”dan “kitaplı yazarlar” a terfi etti.
İhtiyar Kitabevi'nde 4 Temmuzda Bülent Akyürek’le birlikte imza günü düzenlediler. Bülent’in yeni kitabının adı da “Güzel Susma Sanatı”
Teresa Zeynep, Bülent’in kitabının adını görünce bize o kırık dökük Türkçesi ile, “Abi biliyorsun, bu kitabın adının kurs lazım bize. Hepimiz ama hepimiz o kursa gitmek lazım ve hepimiz öğrenmek lazım, bu nasıl yapabiliriz, düşünmek lazım abi. Biz konuşuyor, konuşuyor sonra hiç susmuyor abi” deyiverdi. Ne kadar da haklı…
Bülent de Ebubekir de son derece zeki ve bir o kadar muzip insanlar. Bülent’in kitabı yine C4 yayınlarından çıktı. Her zamanki gibi bomba tesirli yani.
Ebubekir’in kitabı ise E-Buk yayınlarından. Gel de gülme.
Biz Galina, Firuze ve Atila ile gittik.
İhtiyar’da yine çoluk çocuk hep beraber bereketli saatler geçirdik. Bir ara sevgili Hilmi yeni büro açtığı için ona hayırlı olsun demeye bile gittik. Fevziye, Mehtap, Elif, Atila ve ben. Hilmi yepyeni, pırıl pırıl bir ofis açmış; daha tam yerleşmemesine rağmen içindeki müspet enerjiyi hemen hissettim. Hayır dualarımızla oradan ayrılıp tekrar İhtiyar’a dönerken yürümekte epeyce zorlandım. Eve nasıl döneceğimizi düşünürken Hakan yorgun argın İhtiyar’a geldi ve Bülent’i, Teresa Zeynep’i, Atila’yı ve beni alarak evlerimize bıraktı, Allah c.c ondan razı olsun.
Ebubekir’in kitabını hemen o gece okuyup hakkında bir yazı yazdım ve Star gazetesine gönderdim. Muhtemelen haftaya kitap ekinde yer alacağını söylediler ama pek emin değilim. Eğer olmazsa ben de o yazıyı bloğuma yazarım…
Sol elim iyice zıvanadan çıktı. Öyle ki gece bin kere bölünen uykumun arasında kâbus bile gördürüyor artık… Annem “kötü rüyalarını suya anlat, aksın gitsin” derdi. Öyle de yapıyorum ama tesirinde de kalıyorum, ellerimi kaybetme hissi rüyada bile olsa çok kötü.
***
Joy Odgen 20 yılı aşkın bir süre sağlık haberleri yapan ödüllü bir gazeteciyken bir gün göğüs kanseri olduğunu öğrenir. Tedavisi bittikten sonra da “Göğüs Kanseri” adlı kitabı yazar. Odgen kitabının bir yerinde şöyle diyor:
"Eğer sabah kalktığınızda kendinizi çok kötü hissediyorsanız, ilk etapta bu duyguyla savaşmayın, ağlamak istiyorsanız ağlayın. Duygularınızı dışa vurun. Sizi strese sokan ve bunaltan insanlardan uzak durun. Kendinizi insanlardan soyutlamayın. Zaman zaman yalnız kalmak iyidir ama ailenizin ve arkadaşlarınızın desteği size güç verir."
İşte burada duruyorum.
Beni strese sokan insanlardan mümkün mertebe uzak duruyorum. Bunu bilerek ve isteyerek yapıyorum. Çünkü kimi insanların “hayat kaynakları”nın yalnızca hayattan şikâyet etmek olduğunu görüyorum. Onlar hayattan şikâyet ettikçe, muhataplarına anlatacakları ve her gün yenisini buldukları şikâyetleri ile birlikte hayata tutunuyorlar ancak. Bugün kocası ise, yarın üst komşusu, o da kesmezse ayda bir uğrayan postacı, o da yetmedi marketteki kasiyer kız vs. hepsi kötü yani…
Bu türden insanlar aynı zamanda bir numaralı enerji emiciler. Mesela onlara bir çözüm önerdiğinizde enerji emiciler sizi asla dinlemezler. Çünkü dinlerlerse söylediklerinizi tatbik edip çözüme kavuşma ihtimalleri ortaya çıkar ki bu da onların hayat bağlarının kopması demektir. Çözüm istemeyi bile istemiyorlar, yalnızca kendilerini her seferinde haklı bulup tasdik edecek bir makam arıyorlar, bugün siz, yarın bir başkası, hiç önemli değil kim olduğu; yeter ki siz onları dinleyip başınızı sallayın.
Tutup ameliyat yaralarını gösterirler mesela, olmadı çürüyen dişlerini (ki bu kadar pornografik gerçekliği midem kaldırmadı hiçbir zaman) o da olmadı, eşine çocuğuna yıllarca nasıl saçını süpürge ettiğini her defasında çeşitlendirerek anlatırlar. Boca ederler içlerinde o gün biriktirdikleri ne kadar mutsuzluk varsa. Böyle çok insan tanıyorum ve onlardan biriyle aynı sitede oturuyorum. Başımın üzerinde görünmez bir hale mi var bilmiyorum ama bu tür “dertli” insanlar beni gördüklerinde selamsız sabahsız bütün dertlerini üzerime boca edebiliyorlar.
Şimdi onlardan herhangi birini görünce yolumu değiştiriyor veya yalnızca anlaşılmaz mimikler yaparak hemen uzaklaşıyorum. Biraz da eğleniyorum bu kaçışlarımda galiba. Mesela bir gün lavanta toplayan kadın taklidi yapıyorsam ertesi gün acelesi olan kadın taklidi yapabiliyorum ve çok eğleniyorum. O dertlerini üstüne boca edeceği başka bir “gönüllü” nasıl olsa bulacaktır.
Aslında bu türden insanları alıp bir günlüğüne Onkoloji Servisleri'ne hapsetmek istiyorum. Yalnızca 24 saat ve tek bir onkoloji servisi. Dışarı çıkmak yok. Konuşmak yok. Yalnızca dinleyecek ve susacaklar.
Bu tecrübeden sonra onların pasif saldırganlıklarının bir parça törpülenebileceğine inanıyorum, ama ben de onlara harcayacak vakit yok…
Gerçekten yok; “Bak saçım ağarmaya başlamış” (Ağarsın kardeşim dünyaya kazık mı kakacaksın), bu sene evi boyatamadık (Ben de on senedir boyatamadım) gözümün altı kırışmış (Benim gözümün üstü de kırışmış) oğlan bu sene de sınıfta kaldı (Kalsın kardeşim, hastanede kalsa daha mı iyi?)…
Dertleri çok hakikaten, mutsuzluk müzminleşmiş ve daha da fenası tedavi de istemiyorlar. Ben artık yoruldum, balık ağaca çıkmadıkça mutlu olamayacaklar için de dua etmekten başka yapacağım anlamlı bir eylem yok artık.
Gelelim Joy Odgen’in dediği, “Kendinizi insanlardan soyutlamayın” kısmına. Fıtratım zaten insanlarla iç içe olmaya göre tanzim edilmiş Allah c.c tarafından. Seviyorum yani insanlarla temas halinde olmayı. Ama son zamanlarda öyle ağır şeyler yaşadım ki, kanser olmadan önce de yüreğimin kaldıramayacağı şeylerdi bunlar ve bütün bunlar “kendimi insanlardan soyutlamadığım” için oldu.
Her neyse Joy Odgen tecrübelerini yazmış nihayetinde, ben de kanserle birlikte yeni tecrübeler ediniyorum artık. Kendimi zaman zaman soyutlamazsam ellerimdeki ağrıların hiç geçmeyeceğini tecrübe ettim mesela. Yalnızca zaman zaman ama.
Strese girmemenin, üzülmemenin karşılığı ise “iç bade sev güzel” makamında ortalarda dolaşmak değil benim için… Biraz daha derinlik, biraz daha diğerkâmlık, biraz daha susmak, biraz daha dinlemek, biraz daha tefekkür…
Böyle işte…
Babam benim için kurban adamış, annem, babam ve ağabeyim bir an önce İstanbul’a gitmemiz için ısrar ediyorlar. Kardeşim Mutlu’da, Erzurum’a onların yanına gidersem bana iyi geleceğini söylüyor. Ama benim ikisine de gücüm yok şimdilik. Kalabalığı kaldıramayacağımı hissediyorum.
Abdullah Taha da bizi Bolu’ya davet etti. Mehtap da bizi arabasıyla götürmeyi taahhüt ettiği için o teklifi değerlendirmeyi düşünüyoruz Atila ile. Ama Abdullah Taha teklifi ağzından istemeden kaçırmış olabilir; o yüzden ikinci defa davet edilmeyi bekliyorum şimdi:)
Bu arada bir de Ümit Kıvanç’ın hazırladığı müthiş belgesel “16 Ton”u seyrettim yeniden. Belgeselin bulunduğu sayfada şunlar yazıyor:
“İşte gerçek bir insanlık tarihi…Kara elmas, Uzun Mehmet efsaneleri ile süslenen fosil, kömürün gerçek yüzü... İngiliz ve Fransız şirketleri Zonguldak'ta bu toprakların çocuklarını Osmanlı devletinin desteği ile maden ocaklarına sokarken, 1920'lerden sonra Osmanlı TC. Olur, fakat çocuklar bu şirketlerin ve devletin elinden yine kurtulamaz. Devletin isminin değişmesine kurtuluş adını verenler, Zonguldak köylülerini ve çocuklarını, İngiliz ve Fransız şirketleri için zorla çalıştırmaya devam ederler. Tarih, Egemenlerin sahte savaşları, rejim değişiklikleri, sözde devrimleri, kurtuluşları, tek tanrılı dinleri, efsaneleri ve bayrakları ile yazıldı diye, ezilenlerin tarihini ve acılarını unutacak değiliz elbet. Son birkaç yüzyılımız, yeryüzüne çıkarılan petrol ve kömür kadar çürümüş bir tarihtir. Ve bu fosil tarih, yerin dibine tekrar gömülmeden, yeryüzünde kurtuluştan söz etmek, felaketlere kucak açmaktan başka bir şey değildir.”
Tekrar tekrar seyretmek lazım…
Link adresi şöyle: http://vimeo.com/38089124
Neşe Kutlutaş, 29.04.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 07.07.2012)