"Herhangi bir yeri ya da mekânı anlamlı kılan oranın toprağı taşı değil bizim o toprak ve taş üzerinde kurduğumuz esaslı ilişkiler bence..."
Bora’nın anneannesi Nuriye Nene hepimizin ağzı dualı nenesiydi.
Biz Atila ile evlenirken evde yer kalmadığı için kızlar grubunu Nuriye nene evinde misafir etmişti. Balköpüğü renkli saten yorgan ve bembeyaz sakız gibi çarşaflar. Pirinç karyolada Nisa ile birlikte uyumuştuk. Sabah uyandığımızda Nuriye nene kahvaltıyı çoktan hazırlamış bizi bekliyordu. Nurlu yüzüne çok yakışan bembeyaz leçeği ile dualarla kaldırmıştı bizi: "Haydi, balalarım kalkın da Allah ne vermiş yiyek, yiyek de Allah'a şükredek" diyerek. Gece boyunca Nisa’yla “Gelecek güzel günler”den konuştuğumuz için geç uyumuştuk ve kalkmak için nazlanıyorduk. Nuriye Nene odanın gıcırdayan kapısını birkaç kere sessizce açıp kapattı. Bu nazikçe “Artık kalkın” demekti.
Kalktığımızda Nuriye Nenem beni usulca bir köşeye çekti ve "Aha o Damat Bey'e de ki, biz onu tanımadık, ama kuş gibi geldi bizim sabi gızımızı alıp götürdü. Götürsün ne diyek şimdi balam. Götürsün ama sana da ey bahsın. İki elim duadadır, senin ey haberini alırsam ona dua ederim. Yoh, duyarım ki seni üzmüş onu böyük Allah'ıma şikâyet ederim ha. Bunu ona söyle tamam mı gözel balam?" demişti. "Tamam, Nenem sen merak etme o beni üzmez" demiştim. 22 sene geçti o sözlerin üzerinden ve dediğim gibi oldu; Atila beni hiç üzmedi. Nuriye nene de ölünceye kadar hep dua etti bize. Allah c.c ona rahmet eylesin.
Şimdi öyle yürekten, öyle inanarak kaç kişi dua ediyor acaba arkamızdan.
Bora da işte o güzel insanın torunu. Kurduğu güzel cümlelerle serin sular serpti yüreğime Bora dün.
Klavyeyi kullanmakta güçlük çektiğimi öğrendiği için “Sen yazma abla ben sana yazarım” diye de eklemiş. Keşke her gün yazsa da ben de unuttuklarımı hatırlasam onun sayesinde. Buna ihtiyacım var…
Çocukluk hep güzel hatırlanır derler ya, bizim çocukluğumuz gerçekten güzeldi. Hayırhahlık vardı her şeyden önce. “Büyük, küçük” bilinirdi. Üniversiteye başladığımızda abimle memleketten her ayrılışımızda ve her dönüşümüzde ilk önce mahalledeki herkesi tek tek ziyaret ederdik. Sonra da mezarlık ziyaretimiz olurdu. Babaannemin ve dedemin mezarını ziyaret eder onlarla da vedalaşır öyle çıkardık yola.
Herkesin ağzı dualıydı. Birbirleri hakkında konuşanlar "eleştirenler" bile bunu o kadar safça yaparlardı ki hiç kimse rahatsız olmazdı duyduğu şeylerden.
Değirmenimiz vardı bir de bizim. Fotoğraftaki bizim değirmen işte... Mutlu geçenlerde ailesiyle gitmiş değirmeni ziyarete.
Alphonse Daudet'nin "Değirmenimden Mektuplar" kitabı vardı kütüphanemizde ve ben her seferinde onu elime aldığımda, bir gün değirmenimizin hikâyesini yazacağıma inanarak, "Yok yahu bizim değirmenimiz daha güzel" diye aklımdan geçirirdim hep.
“Bu sabah kapımı açtığımda, değirmenin çevresinin boydan boya kırağı ile kaplanmış olduğunu gördüm. Bundan aldığım ilhamla iki tane balad yazdım.” diyordu mesela Daudet, "Hah o da bir şey mi ben roman yazarım" diyordum içimden. Onun anlattığı yıldızlar bizim burada daha güzeldi, daha yakındı yıldızlar bize, ışıl ışıl ve sessiz… Çekirgeler; onlar da başkaydı, ne zaman öteceklerini iyi bilirdi bizim çekirgeler, öyle kafalarına estiğinde ötmezlerdi…
Neyse, neticede değirmenimizi yazmak kısmet olmadı henüz, bundan sonra olur mu, işte onu Allah c.c bilir…
Herhangi bir yeri ya da mekânı anlamlı kılan oranın toprağı taşı değil bizim o toprak ve taş üzerinde kurduğumuz esaslı ilişkiler bence. O esaslı ilişkilerden sonra da esaslı manalar yüklemeye başlıyoruz o yerlere.
Şimdi yazarken hatırladım mesela; bir kış tatilinde hep birlikte trenle değirmene gitmiştik, nasıl kar, tipi, fırtına anlatamam. Birkaç gün kaldık diye hatırlıyorum o zorlu şartlarda. Sonra geri dönme zamanı geldi, geldi fakat trenin gelip gelmeyeceği meçhul... Tren istasyonuna giderken tipi hızını artırmıştı.
Mutlu çok küçüktü ve annem onu kucağında battaniyelere sarmış önden gidiyordu. Abimle ben de arkasından onu takip ediyorduk. Sonra bir ara artık üşümediğimi fakat çok uykumun geldiğini hissettim. Yalnızca uyumak istiyordum. Abim bir anda heyecanlandı "Sakın uyuma, sakın uyuma yoksa donarak ölürsün" diyordu. Uykum giderek ağırlaşıyordu. Bir ara söylenen hiçbir şeyi duymamaya başladığımı hatırlıyorum. Tam da o anda abim tehlikenin farkına varıp anneme de hiçbir şey belli etmeden üzerindeki battaniyeyi bana verdi ve heyecanla: “Az kaldı, ha gayret sakın uyuma, gidip rayları dinleyeceğiz" diye yüksek sesle telkinde bulunmaya başladı.
"Rayları dinlemek" …
Yazları tren beklerken en çok eğlendiğimiz şeydi... Birden kendimi bir yaz gününde istasyona varmak için koştururken ve eğilip raylara kulağımı yapıştırırken görmeye başladım. Bu hayal o an için işime yaramıştı yani. Abim paltosunun üzerindeki sarındığı battaniyeyi de bana vermişti bu arada. Ayaklarıma kuvvet gelmiş, tutunduğum hayalle bir anda hızlanmıştım.
Kırık dökük istasyona vardığımızda kulağımızın raylara yapışma tehlikesine rağmen hemen eğilip rayları dinlemeye başladığımızı hatırlıyorum. O günden tek hatırladığım bu sahneler işte. Abim belki sekiz dokuz, ben de yedi yaşlarımdaydım topu topu.
Bir hayalle hayata tutunmuştum yani, ne garip değil mi…
Şimdi oğlum 21 yaşına geldi, ben artık o donarak ölme tehlikesi geçiren o küçük kız değilim.
Ama henüz hava durumlarını takip edecek kadar da yaşlanmadım.
Bunu yazmam lazım artık…
Ben kanser olmadan önce kayınpederimle çok güzel birkaç kış geçirdik Ankara'da. Onunla kanka gibiydik, "Gir koluma arkadaşım hadi mutfağa gidiyoruz" dediğimde öyle bir mutlu olurdu ki anlatmam mümkün değil. Birlikte park bahçe ve doktor dolaşır, hepsini bir eğlence haline dönüştürürdük...
Komşularım "Ne güzel bakıyorsun kayınpederine maşallah" dediklerinde, hafiften bozulurdum çünkü ben ona bakmıyordum aslında, biz birbirimize bakıyorduk, birbirimize sahip çıkıyorduk iki arkadaş gibi. Kayınpederim yüz yaşını geçeli birkaç yıl oluyor. Oldukça dinç ve eğlenceli bir insan hâlâ…
Ailedeki herkes onun çok otoriter olduğunu iddia etmiştir. Birlikte yaşadığımızda gördüm ki onun bazı alışkanlıklarına saygı gösterip, riayet edince hiçbir mesele çıkmıyor. Öğlen yemeğini mutlaka namazdan önce yemek istiyor mesela, hazır olduğunu görünce de çok seviniyor. Ya da "Ajans" saatinde muhakkak memlekette ne olup bittiğini öğrenmek istiyordu. Ben de işimi gücümü bırakıp onunla ajansı takip ediyor ve onun kritiklerini dinliyordum. İstediği yalnızca anlattığı şeylerin önemsenmesiydi ki ben de oldukça önemsiyordum. Çünkü yüz yıllık bir tecrübe konuşuyordu karşımda ve bu da bulunmaz bir şeydi.
İşte kayınpederimle geçirdiğimiz o vakitlerde keşfettim hava durumunu takip etmenin bir ihtiyar için ne manaya geldiğini.
Hava durumunu takip etmek demek bir “yarın” olacağının ispatıydı onun için. Bir yarın olacaktı ve o da o yarını görecekti. Yarına dair bir umut demekti yani hava durumu onun için. Yoksa yaz kış aynı kıyafetleri giyerdi. Üzerinden ciğerlerini muhafaza ettiğine inandığı içliğini hiç çıkarmazdı mesela. Hem de hangi mevsim olursa olsun.
O her seferinde hava durumuna kulak kabartıp "Hımm, iyi iyi yarın 25 dereceymiş, ya da hımmm iyi iyi yarın eksi 5'e düşüyormuş" cümlelerini hep aynı tonda telaffuz ediyordu.
Sonra geçmişe şöyle bir baktığımda babamın halalarının, ihtiyar komşularımızın hepsinin hava durumunu can kulağıyla dinlediklerini hatırladım. İhtiyarlık biraz da böyle bir şeydi demek ki... Kısacık okunup geçen bir hava tahmin raporu ile birlikte yarına dair bir umut bulma ve yarına dair bir umut beslemeydi ihtiyarlık biraz da...
Bunun en elle tutulur yollarından biri de yarınki hava durumunu bilmekti onlar için, bir yarın olacağını bilmekti…
Şimdi birden kayınpederimin benim Atila'dan küçük olduğuma bir türlü inanmadığı geldi aklıma. Beni çok sevdiği için buna aldırmıyordu kendince. Kaç defa Atila'dan küçük olduğumu söylesem de sessiz kaldı, hiçbir zaman inanmadı buna. Mesela birden aklına geçmişten bazı hatıralar geliyordu ve cümleye şöyle başlıyordu: “Atila hatırlamaz sen hatırlarsın kızım biz eskiden..."
Bir gün bu durumu iyice abartıp bana yine o türden bir cümle kurmuştu. Cümle aynen şuydu:
"Atila o zaman yoktu, ama sen hatırlarsın kızım 1939 Erzincan depremi olduğunda..."
Saatlerce kahkahalarla gülmüştük... O tarihte babamın daha 6 yaşında olduğunu anlatmaya çalıştıysam da kayınpederim beni kırmamak için yine sessiz kalmıştı...
Bora'nın bir mesajıyla nerelere gittim yahu... Neyse böyle işte.
Bora şimdi genç bir avukat, eşi de bizim oralardanmış, ondan hayır dua ile bahsetmiş ne güzel... Oğlu beş yaşına girmiş adı Kenan. Dedesinin adını vermiş oğluna... Sahi hâlâ dedesinin, nenesinin adını oğluna kızına verenler kaldı mı?
Kanser olmamla birlikte hatıralar bir şekilde sökün ediyor sanki, bir hazine bulmuş gibi seviniyorum her yeni hatırada. Bora da işte buna vesile oldu bir kez daha, minnettarım...
***
Aslında ne Alphonse Daudet, ne Tolstoy ne de başka biri; üstat Şehriyar’ın “Heyder Baba”sından daha güzel bir memleket hikâyesi ve ondan daha güzel memleket hikâyesi anlatan bilmiyorum ben…Bora’yı, Mutlu’yu, beni, abimi, Nuriye neneyi, Münire neneyi, annemi, babamı, Cahide ablayı, Kenan dedeyi, Şadi dedeyi ezcümle bizi anlatmış Şehriyar o muhteşem şiirinde… Mekânı cennet olsun…
Heyder Baba
Heyder baba yolum senden keç oldu
Ömrüm keçti gelemmedim gec oldu
Heç bilmedim gözellerin nec oldu
Bilmez idim döngeler var dönüm var
İtkinlik var ayrılık var ölüm var
Heydar baba iğit emek itirmez
Ömür keçer efsun bere bitirmez
Namert olan ömrü başa yetirmez
Bizde vallah unutmarız sizleri
Görenmesek helal edin bizleri
Menim atam söfreli bir kişiydi
El elinden tutmah onun işiydi
Gözellerin ahire galmışıydı
Ondan sonra dönergeler dönüpler
Mehebbetin çırağları sönüpler
Heydar baba kekliklerin uçanda
Kol dibinen davşanların gaçanda
Bahçaların çiçeklenip açanda
Bizleride bir mümkünse yâd ele
Açılmayan ürekleri şad ele
Neşe Kutlutaş, 20.05.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 15.07.2012)