"Türk romanında siyaset, tınıları güçlükle işitilebilen pek çok enstrümanın sesini duyuramadığı bir konserde şarjörleri kuru sıkı doldurulmuş tabancaların ardarda patlatılması gibidir..."
Stendhal’in, büyük ölçüde geleneksel edebiyat teorisini gözeterek ifade etmeye çalıştığı, ama kendi özel tarihi içerisinde Batı Romanı'nın siyasetle ilişkisini çözümlemekten de geri durmadığı bu yorumunu, taşıdığı yüksek edebiyat endişeleriyle birlikte Türk romanının siyasetle ilişkisine uyarlayacak olursak şöyle bir şey çıkar ortaya; Türk romanında siyaset, tınıları güçlükle işitilebilen pek çok enstrümanın sesini duyuramadığı bir konserde şarjörleri kuru sıkı doldurulmuş tabancaların ardarda patlatılması gibidir...
Bu o kadar böyledir ki; sözgelimi, ‘Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın yayınlandığı 1872 tarihinden bu yana Türk Romanı aşağı yukarı böyle bir tablo içerisinde ortaya çıkmış, bu çerçevede değerlendirilmiş, bundan da öte Türk romanını önceleyen okuma ve tercüme evresinin ilk ürünleri bile bu değerlendirme alışkanlığından nasibini almıştır diyebiliriz.
Öyle ki, 1862’de tercüme edilen ‘Terceme-i Telemak’ bile hem çevrilirken hem de okunurken tam bir pragmatik politika güdülerek ele alınmış ve bu pragmaya uygun olarak -hem de Avrupa-i bir devlet kurmaya doğru ilerlerken- böylesi bir devletin esaslarını öğrenmek gibi politik ve bir o kadar da pratik bir misyon yüklenebilmiştir.
Hedef açıkça ortadadır; Telemakos’a yoldaşlık eden akıl ve bilgi tanrıçası Atena’nın ülke yönetimindeki telkin ve tavsiyelerinden yönetsel bir bilgi devşirerek, okumayı her zaman aynı düzlemde şekillendiren iki uçlu bir fayda elde etmeye çalışmak.
Roman tarihimiz içerisinde yazınsal ve söylemsel bir geleneğe dayandığını da öne sürebileceğimiz bu sanatsal ve politik ilgi karışımını, başka bir anlamda da, özgün bir roman tarihi oluşturma gayretinin ürünü olarak değerlendirmek de mümkündür. O kadar ki, bir yandan tarihi boyunca Türk romanının kendisinden kaynaklanan öte yandan hemen her türlü siyasal yorumlamaya oldukça yatkın bir düzlemde gelişen bu değerlendirme, yorum ve eleştiri toplamıyla sanki de ‘Böyle olsun’ diye tasarlanmış bir kronolojiye hizmet edildiği bile söylenebilir.
Tanpınar’a göre, edebiyat tarihimizin mihverini oluşturacak kadar etkili bir ‘Dil Sorunu’nu (1) da içeren bu yer yer örtük, ama çoğunlukla açık politik ilginin, romanımızın tarihsel süreç içerisindeki koşullanmalarıyla aynı paralelde şekillenmiş oluşu da hayli ilginçtir. Bundan da öte, Türk Romanı'nın tasarlanmışlığı bir yana, kendisini oluşturan ya da oluşturduğu varsayılan tarihsel, toplumsal, siyasal ve sanatsal ilişkiler dolayımın da elde edilen bu ‘simgesel dil’ in argümanlarıyla masumiyet kazanmış olması ise hayli düşündürücü bir içeriğe sahiptir.
İşte tam da bu noktada romanımızın tarihsel serüvenini oldukça öznel bir ‘futura/geçmişin geleceği’ söylemine bağlayarak günümüze ulaştıran paradoksal bir toplam çıkar ortaya. Nitekim bir yandan kendi oluşum koşullarını tartışılmaz biçimde kesinleyen bir roman geleneği ile öte yandan bu geleneğin bütün ürünlerine sorduğu retorik ve provokatif sorularla tüm değerlendirme biçimlerini de son tahlilde paradigmal bir alana doğru itekleyen bir okuma, eleştirme ve değerlendirme alışkanlığının bir arada taşınmış olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Murat Belge’nin deyimiyle, politik romanın bizdeki yazılış koşullarıyla sınırlanan ve bize özel abartılı bir yazınsal ve eleştirel geleneğin kök salmasına da neden olan (2) bu dilsel ve siyasal alışkanlık kesin bir biçimde Türk romanını bağlayan pek çok içkin açıklanamazlığın türetilmesinde de önemli bir paya sahiptir.
Bundan dolayıdır ki, bugün öncelikle, Türk Romanı için söylenmiş ve söylenebilecek hemen her şeyi alışılmış ve ezberlenmiş haldeki bu kronolojik birikimden kurtarmak gerekmektedir.
Bunu yapabilmek için de ilkin bu ezberlenmiş birikimden devşirilen, beylik nitelendirmelerle yine aynı biçimde oluşan tekdüze eleştirel alışkanlıkların kümeleştirmeci- tortulaştırıcı etkisinden kurtulmak ve çoğunlukla da yazar- eleştirmen ve iktidar dengeleştirmeleriyle kotarılarak sınırlandırılan bütün bu birlikte oluşum sürecini daha genel, bilgiye dayalı ve tarafsız bir incelemeye tabi tutarak vazgeçilmez bir ‘birlikte üretim süreci’ olmaktan kurtarıp, daha sivil içerikli ve daha yaygın bir ‘birlikte yaratım süreci’ne yol vermek gerekmektedir.
Zira edebiyatın temel koşulu yerel ya da evrensel hayatın genel imgesinin yeniden üretilmesidir ve bu yeniden üretim sürecinde de, bizim kendi romanımızda aradığımız ya da ona atfettiğimiz kişisel, politik ve pratik nitelendirmelerimizi aşan bir tanım ve bu tanıma anlam kazandıran daha başka bir içerik söz konusudur.
Temelde, ister istemez bir 'Divan Etkisi' de sezilen ilk dönem romanlarına bakıldığında bile bu durumu gözlemek mümkündür. Sözgelimi Tanzimat dönemi romanları, bir yandan Osmanlı toplumunun içine girmiş olduğu belli belirsiz yenileşme ve değişimin izleğinde, divandan kalan daha bireyci ve salt insanın duyuşlarını açığa vuran anlayıştan uzak kalmaya çalışırken bir yandan da İslam anlatı geleneğinden görünür biçimde ayrılmaya çalışan bir acemilik döneminin ürünleri olarak şekillenmişlerdir. Bu durum oldukça önemlidir, zira bu duruma bağlı olarak, romanımızın başlangıç döneminde, romancı denilebilecek bir yazar olgunluğuna ulaşılamamış olması bir yana romanlarda yer alan kişi, tip ve karakterler de tam anlamıyla bir kişilik kazanamamıştır.
Daha en başından ilk Türk romancılarının kendi kendilerine belirlemiş oldukları örtük bir siyasayı da ele veren bu yaklaşım hemen hemen ilk dönem romanlarının tümünde göze çarpmaktadır; ana temada İslami kaygılar güdülmesine rağmen Sultan II. Mahmut’tan itibaren içine girilmiş bulunan yenileşme ve dolayısıyla Batılılaşma sürecini de ele almaktan vazgeçmeyen yüzeysel yazınsal tecrübelerin tamamı bu durumu kolayca örneklemektedir.
Şemsettin Sami’nin ‘Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ından Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Musuli Süleyman’ına, ‘Kıssadan Hisse’sine, ‘Henüz On yedi Yaşında’sına, Emin Nihat’ın ‘Müsameratname’sinden Samipaşazade Sezai’nin ‘Sergüzeşt’ine, Namık Kemal’in ‘İntibah’ından ‘Cezmi’sine ve az çok Mizancı Mehmed Murat Bey’in ‘Turfanda mı yoksa Turfa mı’ adlı romanlarına kadar hemen tüm ilk dönem romanlarında dikkati çeken bir dilemmadır bu...
Bu dilemmayı hem toplumsal gerçekliğin bir yansıması hem de aynı gerçeklik izleğindeki bir siyasanın takip edilebileceği bir zemin olarak değerlendiren Robert P. Finn’ e göre “Bu yapıtlar, 19. yüzyılın İslam konakları -o süslü püslü Avrupa tarzı cephelerinin ardında Müslüman evinin selamlık ve harem bölümlerini barındıran güzelim yapılar- gibi Levanten bir toplum tavrını ve ilgi alanlarını da yansıttılar. Zamanla, Türk toplumunda yaşam ve düşünce tarzlarının değişmesi, romana da yansıdı; öyle ki bugün Türk romanının derinlemesine bir incelemesi, geçen yüzyılda Türkiye’de yaşanan değişikliklerin de önemli bir dökümünü verebilir..”(3)
Deyim yerindeyse, bu ilk dönem romanlarında bir kaçış noktasından bir varış noktasına kadar çelişkili duygularla çıkılan bir yolculuk söz konusudur. Bir başka anlamda da kendi gerilimini kendi içinde taşıyan ilk dönem ürünleri olarak rotası Batı’ya ayarlanmış bir romantik başlangıçtır bu. Hem Türk romanının hem de Türk romancısının imgesel evrenini daha en başında burkarak uzayan bu serüvende, sanki de bir kadim değerler dizgesinden yola çıkarcasına baba evinden nereye gideceği yani hangi değerler dizgesine ulaşacağı pek belli olmayan bir yazınsal yolculuğa çıkılmış gibidir.
Bununla birlikte ister Tanzimat isterse Meşrutiyet dönemi romanlarına bakarak nice kahramanın bu burkulmuş yolculuğu başarı ile tamamlayamadıklarını söylemek ve Batılılaşmanın son tahlilde bir devlet politikası olması nedeniyle bu romanlarda da örtük bir siyasal temanın söz konu olduğunu eklemek gerekiyor.
Fakat yine de saklı bir çelişkiyi gözler önüne seren bir siyasal temadır bu ve Murat Belge’ye göre; biyografilerinden bildiğimiz bu ilk dönem yazarların çoğunun tutumları ile de pek uyuşmamaktadır. Çünkü söz konusu yazarlar aslında Batılılaşma akımının içindedirler ama nedense romanlarına, bir türlü yanlış Batlılaşmanın doğurduğu felaketleri anlatmaya meyyal bir içerik de eklemişlerdir. Bu duruma bakarak şu sonuca varmak mümkün belki de: Aslında kuruluşu itibariyle Türk romanı, sırtına yüklenen siyasal misyonun bütün ağırlığına rağmen bu siyasayı unutturacak biçimde de ayrıca hissedilen tamamlanmamış bir yolcululuğun ve bu romanları yazan romancıların ütopyalarıyla yüklü bir başka siyasal gerilimin de taşıyıcısıdır.
Özellikle Tanzimat döneminde hissedilen bu gerilimle üzeri örtülmüş siyasal roman, Cumhuriyet’le birlikte bir politika arayışının seslendiricisi olmaktan çıkıp, bir görev haline getirilen değişme ve Batılılaşma düşüncesinin sanatsal görevlisi ya da gönüllüsü gibi davranmaya başlamış ve bundan da öte, adeta bu görev ve gönül bilinciyle sınırlanmış bir biçim kazanmıştır. Bu yüzden de Tanzimat döneminde bir biçimde pedagojik kaygılarla oluşmuş kişisel ütopyaların seslendirildiği ‘kürsü’de şimdi vazife icabı yerine getirilen bir ‘söylev’ tarzı şekillenmiştir.
Cumhuriyet döneminin sonuna kadar edebiyatı politikanın ya da politikayı edebiyatın tam ortasına yerleştirecek ölçekte etkin olmuş bir sanatsal yöntem yürürlüktedir. Pek çok değerlendirmeci ve eleştirmen için bu dönem romanlarının neredeyse bütününün siyasal roman kategorisine yerleştirilmesi alışkanlığı da, işte bu yanıltıcı olduğu kadar da düşündürücü gelişimden kaynaklanmaktadır.
Bu gelişim yanıltıcıdır, zira gerçek anlamda siyasal roman, özellikle yazıldığı esnada gündelik politikaya ne kadar uzaksa ya da başka bir anlamda sanat ve edebiyat, politikadan uzaklaşmak ve bir düşünceyi böylece işleyebilmek isteyen bağımsız sanatçı için durulabilecek bir yer haline gelebilirse mümkün ve anlamlı olacaktır. Yoksa politik ortamın orta yerinde kalarak yazılan roman ya basit bir propagandanın ya da entelektüel düzeyde kotarılan bir ajitasyonun aracı haline gelir.
Bütün bu halleriyle, yaklaşık olarak 40’lı yılların sonuna kadar Türk romanına bir görev bilinciyle eşlik eden siyasa, 50’lere doğru vazife kaçkını bir esneme evresine girer. Romanın görev olarak yazılma evresi bitmiş- Batılılaşma ideolojisinin kurumsal temelleri atılmış ve bu yönde az çok bir toplumsal mutabakat sağlanmış- lakin bir takım şikayetlenmeler de baş göstermekte gecikmemiştir.
Bu şekilde toplumsal farklılaşmanın ilk belirtilerini göstermesi, toprak reformu tartışmaları, tek parti yönetimindeki bölünmeler vs. o vakte kadar gelen Türk romanını toplumsal ve siyasa oluşumlarla biraz daha içli dışlı hale getirmiştir. Bu anlamda iktidara karşı çıkma kavramı - özellikle sol bir içerikle- yavaş yavaş öğrenilmeye başlamış, iktidar=devlet özdeşleşmesine alışkın Türk insanı de az çok bir değişime uğramıştır.
Şahin Torun, 29.05.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Takip et: @torunsahin
Sonsuz Ark'ın Notu: Bu çalışma Star Gazetesi Açık Görüş'te yayınlanmıştır. Seçkin Deniz, 29.05.2015
Okuma Listesi
(1)- A.H.Tanpınar- 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi- Çağlayan Kitabevi.1997 (2)- Murat Belge- Edebiyat Üstüne Yazılar-YKY.1994 (3)- Robert P.Finn- Türk Romanı, ilk Dönem- Bilgi Yay.1981