بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Sonsuz Ark'ın Notu:
Bu çalışmanın içeriği kanıtlanmamış varsayımlara dayanmaktadır. Seçkin Deniz
Batık “Mu” kıtası ve
“Mu” uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış
olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün
yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li
yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakkındaki
ilk bilgiler edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını
tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.
Churchward'ın
kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından
kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile Amerikalı Jeolog William
Niven'in 1921–23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler
olmuştur.[1]
Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı “Mu”
uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını
kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne
sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını
onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin
tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim
dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya
adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser
bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce
iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini,
düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya
çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar
insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık
adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca
beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul
edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden
6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir?
Nitekim günümüz
bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne
sürmektedir. Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve
bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya
üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük
uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu
eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.
James Churchward 1883'de, Batı
Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı.
Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki
araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı
Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler
Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan başrahibi Rishi, Churchward'a,
günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni
gösterdi.[2]
Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan
tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan
Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir
diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın
bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine
inandığı tahmin ediliyor. Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca
üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin
yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.[3]
Naacal dilini öğrenen ve tabletleri
inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta “Mu” ve
uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine
başladı. Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da,
Avustralya’da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı
Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921–23 yılları arasında
Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500–12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600
dolayında tablet buldu. [4]
Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de
tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr.
Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya
gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı
Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan
bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık “Mu”
hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı.[5]
Churchward ve Niven'in
bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü
kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya
adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu.
Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce
kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine
işaret ediyor. [6]
Churchward'a göre “Mu” kıtası, doğudan batıya 8 bin
kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı.
Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir.
Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan “Mu”, zaman içerisinde
tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.[7] Mu
uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa
dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır.[8] Ayrıca,
bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların
kökeninde de “Mu” uygarlığı yatmaktadır.
“Mu” uygarlığının ne zaman başladığı
bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı
olamadı. Ancak tabletler, “Mu”’nun kolonileşme ve uygarlığının temelini
oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar. 15
bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya
çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta.
Bu tabletlere göre, evrenin
başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hâkim olduğu
uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki
şekilsiz ve dağınık gazlar bir araya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve
gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su
oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı.
Bu ışıklar
ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar
açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat
yumurtalarını (RNA-DNA) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne
yayıldı. Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli
benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha
farklı bilgiler ummak da saçmalık olur.
Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi
gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce
yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif
ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir
mermi atıldı. Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir
ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük
ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar
tamamen yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir
avuç kül kalmıştı."
Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.
Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu
gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve “Mu” kıtalarının batışı teorilerinden
birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için
şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı
dine, "Mu Dini"ne göz atalım.
“Mu” uygarlığı bir imparatorluktu ve
imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu
imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu
dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan
Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri “Mu”
uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı
"Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında
da krallar aynı unvanı kullanmışlardır. İmparatorun altında, hem bilim adamı
hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı
teşkil ediyordu.[9]
"Kutsal Sırlar Kardeşliği'nin üyesi olan Naacaller'in
tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu-Dini", belki de insanlığın tanıdığı
ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve
koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini
kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece
inisiye edilmiş kardeşler ve imparator “Ra-Mu” bilmekteydi.
Naacaller'in
sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin
ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına
düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki,
doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan
insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani
"Ra" idi. [10]
Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış
iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu
budur. Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve
tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir
semboldü.
Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade
tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni
anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı.
Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin
kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.
Semboller
vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal
kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir
Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak
"Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini
yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve
kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin
damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş
ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam
yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan
arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı
sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi,
gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir. “Mu” dini sembollerinin en
önde geleni, "Mu-Kozmik Diyagramı "dır. [11]
Mu-Kozmik Diyagramı
Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin,
"Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki
daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki
üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden
yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş
yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı
köşeli yıldız, adaletin sembolüdür.
Ayrıca bu yıldızın her bir ucu bir fazileti
remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir.
Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka âlemlerin de bulunduğunu,
bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi
simgeler. İnsan ruhu, diğer âlemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü
eğilimden kurtulmak zorundadır.
Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun
Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt
kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba,
hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik
diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal
öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem “Mu” kıtasının
kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş ve aralarında dar
boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. [12]
Bu nedenle üçgen, hem “Mu”
kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi
Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının,
varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini
remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a,
Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar
ulaşmıştır.
Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul
ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik
örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday,
uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde
kardeşliğe kabul edilirdi.
Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek
alındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta.
Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın
Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha
farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır
uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer
kavramlarına geri dönelim.
“Mu” dininin dört temel kavramı vardır:
1- Tanrı tektir. Her şey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.
2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve
ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden
doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla
birleşir.[13]
Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm
evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek
vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip
bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve" kardeşlerin de
öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür.
Naacaller, yalnızca üstad
rahiplerin bu aşamaya ulaşabileceklerini kabul ederler. Naacal öğretisinin bir
diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kâinatı
kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri
olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı",
"dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak
adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır.[14]
Semavi
dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak
adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize
etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan,
kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları
kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin
ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar
yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı
seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç
sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
Niven tarafından gün yüzüne çıkarılan, dört temel gücü simgeleyen sembollerden bazıları
Puran Tilmiz, 30.05.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
Kaynaklar:
[1]—Bilim Araştırma Grubu - "MU, Tarih Öncesi Evrensel
Uygarlık" - Bilim Araştırma Merkezi Yayınları - İstanbul 1978 - Sf. 15.
[2] SANTESSON Hans Stephan - "Batık Ülke “MU”
Uygarlığı" - RM Yayınları İstanbul 1989 - Sf. 2
[3] 3Santesson H.S. - İe - Sf. 15
[4] Bilim Araş. - İe - Sf. 15
[5] Churchward James, "The Sacred Symbols of “MU"
(MU'nun Kutsal Sembolleri) Londra, 1933.
[6] Von Daniken, Erich - "Aussaat und Kosmos"
(Kozmos ve Ötesi), Amsterdam, 1978.
[7] Santesson H.S. - İe - Sf. 87
[8] Santesson H.S. - İe - Sf. 95–99
[9] Santesson H.S. - İe - Sf. 19
[10] Bilim Araş. - İe - Sf. 52
[11] Santesson H.S.-İe-Sf. 70
[12] Bilim Araş. - İe - Sf. 12
[13] Santesson H.S.-İe-Sf. 125
[14] Santesson H.S. - İe - Sf. 142