4 Haziran 2015 Perşembe

SA1389/KY9-NK64: Tümör Marker'ların Temiz

"İnsan kanser olunca doktorun ağzından çıkan her kelime, hatta bırakın kelimeyi en ufak bir jest ve mimik bile önemli oluyor. "


Hava oldukça sıcaktı Hacettepe’ye giderken, son yılların en sıcak günüymüş… Dolmuşun kapısı ve bütün camları açık olmasına rağmen içeri giren yalnızca sıcak rüzgârlardı. Onkoloji'ye yine Eûzu-Besmele çekerek ve dua ederek yürüdüm.

Tam Medikal Onkoloji'ye girerken kapının önünde iki hasta yakını ve bir Onkolog konuşuyorlardı. Onkolog “Evet, bu sonuçlar kötü ve gerçekten üzgünüm yapacak bir şey yok bundan sonra…” dedi hasta yakınlarına... Aralarında uzun bir sessizlik oldu. Aslında izin isteyip kapıdan geçmem gerekiyordu, ama orada çakılıp kaldım, keder içinde kalakalan o insanların acısı kendi sonuçlarımı bir an önce öğrenme merakımı bir anda silip attı…


Sanki birini bekliyormuş gibi dış kapıya doğru bakıyordum; o haberi alan bendim sanki…

İçim paramparça olmuştu; kimse ne diyeceğini bilemiyordu ki tam o sırada başka bir hasta gelip izin istedi ve üçü de kenara çekildi… Kalbimden kuvvetli bir his onlara iyi bir şeyler söylemem gerektiğini fısıldıyordu ama yapamadım… 


Bir zamanlar “Allah’ım dünyaya gönderdiğin bütün iyiliklerde benim de payım olsun” diye çok ağır duası olan, gördüğü her kederli insanın ellerine dokunup ona çare olmak isteyen ben, hiçbir şey yapamamıştım, yapamayacaktım da… Çünkü dünya böyle bir yerdi, dünya imtihan dünyasıydı ve kalbimiz ne kadar geniş olursa olsun, hiçbirimizin gücü gördüğümüz her elemi silmeye kâfi gelemeyecekti…


Asıl güç ve kudret Sahibi olan Allah bize yalnızca şahit olduğumuz, şahit olunca da gücümüzün yettiğince alâkadar olmaya mükellef olduğumuz hadiseler de imtihandan yüz akıyla çıkmamız için fırsatlar veriyordu… Mesele o fırsatları kaçırıp kaçırmamak meselesi galiba…


Bilmiyorum belki o an ben de bir fırsatı kaçırdım, ama bir şey yapamadım işte…


Sekreterliğe uğrayıp tahlil sonuçlarını alırken son bir kez daha baktım az önce geçtiğim kapıya, kimse yoktu; o üç kişi de yeni tabi tutuldukları imtihanda yol almak üzere gitmişlerdi…


Daha önce sonuçları alır almaz hızla bir göz atar ve bold yapılan yerleri dikkatle incelerdim. Bu sefer hiç bakmadım. Sonuçlar elimde Kadri Hocam'ın kapısın önünde öylece bekledim. Randevulu hastalarını alıyordu sırayla fakat beni görür görmez içeri çağırdı ve ilk önce akciğer filmine baktı ve “Oo pırıl pırıl gözüküyor, çok iyi, çok iyi” dedikten sonra asıl sonuçlara baktı ve: “Hadi gözün aydın, tümör markerların temiz”  dedi…


“Hadi gözün aydın, tümör markerların temiz”  


Bu cümleyi kaç kez daha duyacağım bilmiyorum… Birden tuhaf bir ferahlıkla birlikte hüzün çöktü kalbime. Beş dakika önce koridorun kapısında kalakalmış o insanlar tam da bunun tersi bir haberi almışlardı, bundan sonra hayatları bambaşka olacaktı… Muhatap oldukları “en yetkili ağız” yapacak bir şey olmadığını söylüyordu, veda vakti gelmişti işte ve aslında en kötü cinsinden kanser de olsa “resmi olarak” deklare edilen bir vedaya bile hazırlıklı olamazdı birçok insan…


Aklıma o anda Ayla geldi, Ayla oğlu Ömer’i üç sene önce 16 yaşındayken tedavi edilemeyen bir kanserden dolayı toprağa vermişti. Ömer’in hastalık sürecini Fevziye, Emira ve Ayla ile beraber yaşamıştık, ne kadar acı çekse de o temiz Müslüman duruşundan hiç vazgeçmedi Ayla. Acı çekerek ağlasa da dua etmek ve sabır hep öncelikli oldu onun için.


Doktorlar Ömer’in artık son saatlerini yaşadığını söylediklerinde kim bilir nasıl acı çekmişti canım arkadaşım.


Son gün Hakan ve Emira ile birlikte hastanedeydik. Ömer yoğun bakım odasındaydı, steril bir önlük giyip yanına girmiştim. Hemşireler ölmek üzere olan bir hastanın yanında, mağazalardaki indirimden, saç boyasının markasından vs bahsediyorlardı ve bunu oldukça gürültülü yapıyorlardı. 


Ömer başka bir dünyadaydı sanki; ona Afak’ın selamını söyledim, birlikte yine bilgisayar oyunları oynayacaklarını anlatmaya çalıştım fısıltıyla… Hemşirelerin yanına gidip saygısızlığa son vermelerini söyleyecekken Ömer meyve suyu istedi; ben ona pipetle meyve suyu içirmeye çalışırken Ömer birden kuvvetle yatağında doğruldu ve “Lütfen biraz sessiz olur musunuz, ağrılarım artıyor” dedi. 


Ses bir anda kesildi, hemşirelerin birbirlerine bakıp bıyık altından gülerek odayı terk ettiklerini hatırlıyorum. Şimdi bunları yazarken bir kaz daha içim acıdı tıpkı o günkü gibi…


Dışarı çıktığımda Ayla, Ömer’in bir gece önce kendisine: “Anne çok güzel bir kapının önünde bekliyorum, çok ama çok güzel bir yer beni bekliyor, içeri girmeye çalışıyorum ama almıyorlar. Çarşambayı bekle diyorlar” dediğini söyledi. Ve Salı gününü çarşambaya bağlayan gece Ömer vefat etti.


Allah c.c ona rahmet etsin.


Ayla’ya kanser olduğumu çok sonra söylemiştim o da kederle; “Benim kaderimde de sevdiklerimin hep acı haberini almak var demek ki…” demişti.  Ziyaretime geldi sonra, yeni bir kitabı çıkmıştı onu hediye etti epey sohbet ettik… Dirayeti ve imanı beni yine hayran bırakmıştı… Onun için de her zaman dua ederim…



***

Kadri Hocam, “Tümör markerlerın temiz demesine rağmen, sonuçlara yeniden dikkatle bakmaya başlamıştı. Sanki biraz sonra söyleyeceklerinin ağırlığını hafifletmek için yine Dr. Bilgin’i sordu, cevap verirken yüreğim daraldı. Sonra da “Çok önemli değil galiba ama şurada ilgilenmemiz gereken bir şey var. Tiroit hormonlarında bir gariplik gözüküyor, seni Endokrinoloji'ye göndereyim, Kadriye Hanım bir değerlendirsin şu sonuçları” derken kâğıdın üzerindeki üç sonucu kalemle yuvarlak içine aldı. Kendimi hemen toparlayıp “Kanserle alâkalı bir şey mi?” diye büyük bir cesaretle sordum. Değilmiş ya da bana öyle söyledi bilmiyorum…


Endokrinoloji binasına gidip Dr. Kadriye Hanım'ı buldum. Tahlillere baktı baktı ve yine baktı. Sonra da şöyle derinden bir “Hımm” yaptı. İnsan kanser olunca doktorun ağzından çıkan her kelime, hatta bırakın kelimeyi en ufak bir jest ve mimik bile önemli oluyor. 


Kötü bir şey olup olmadığını sordum. Dr. Kadriye Hanım “Size açıklayamayacağım kadar karmaşık bir durum” dedi. Ona da kanserle alâkalı olup olmadığın sordum; “Yok öyle gözükmüyor pek” dedi. “Pek” mi? Yani öyle de olabilir öyle mi? İşte bahsettiğim şey bu, her kelime çok önemli… 


“Açıklayabilir misiniz?” diye sordum,  “Biraz karmaşık pek anlayabileceğinizi sanmıyorum” dedi. “Deneyin” dedim.


Mesele şuymuş; tiroit hormonlarının yavaş çalıştığını gösteren değerlerle hızlı çalıştığını gösteren değerlerin ikisi de çok yüksek çıkmış. Ve bunun insan bünyesinde aynı anda olması ihtimal dâhilinde değilmiş tiroitler eş zamanlı hem hızlı çalışıp hem de yavaş çalışamazmış.


Gayet basit bir açıklamaydı ve meseleyi anlamıştım. Neden anlamayacağıma dair bir kanaate sahip olduğunu sorma gereği bile hissetmedim. İlginç olan bundan bir önceki kontrollerimde de sonuçların aynı olmasıydı. O zaman hem Kadri Hocam hem de Bilgin tiroitlerin takip edilmesi gerektiğini söylemişlerdi, ama çok da üzerinde durmamışlardı. İki güvendiğim doktor da aynı şeyi söylediği için ben de önemsememiştim.


Yalnız Dr. Kadriye Hanım, yapılan tahlillerde bu tür anormallikler çıktığında daha önceleri Hacettepe’nin testleri tekrar ettiğini, ama artık bu yasak olduğu için yeniden kontrol etme imkânlarının bulunmadığını söyledi. Bunun için de dışarıda özel bir laboratuvarda hem tekrar aynı tahlili yaptırmam hem de bir yığın başka tahlil yaptırmam gerektiğini söyledi. Elime bir sürü kâğıt tutuşturup “Bunların sonuçları ile birlikte gelin öyle konuşalım” dedi.


Şimdi inşallah Allah c.c güç verir de o tahlillerin hepsini yaptırabilirim, bilmiyorum şu anda çok zor geliyor ama her hâlükârda yaptırmam lazım…


Hastaneden sonra Vakf'a geçip, Atila, Zekiye ve Dilşad’ı beklemeye başladım. Bu arada sonuçlarımı merak eden arkadaşlarım da telefonla arıyordu. Herkese “temiz” çıktığını söyledim. Hepsi dua ederek bekliyordu zaten… Sonra gece bereketlenmeye başladı; sevgili Hilmi, Ayhan, Şerife, Miray, Halis, Dilşad kardeşleri ve annesi, Saim abi, Gökhan, Mehtap bütün kardeşler bir anda bir araya geldik. Hakan ve Ebubekir Sancaktar'ı dağıtmak için Kayseri'ye gitmişlerdi. Fevziye'yi de telefonla arayıp üç beş cümle ile hasret gidermeye çalıştık.


Mehtap’ın da doğum günüydü ve ona hayalimde karpuzdan kocaman bir pasta yapmak vardı; kısmet olmadı, ellerim iyileşince en güzel pastayı yapacağım inşallah… Mehtap’la birlikte olmak hepimize ve her zaman iyi geliyor… Rikkatli bir kalbi var ve hep insanlık için bir şeyler yapmak istiyor, gücü yettiğince yapıyor da maşallah… Onun için dua ediyorum…


Bir ara Senai Demirci aradı, o da imza günü için Kocatepe’deymiş. Ziyaret etmek istediğini söyledi, vakıfta olduğumuzu söyleyip çaya davet ettim. İftardan hemen sonra geldi sağ olsun. Aslında fazla da vakti yoktu, ama “hastayı ziyaret etmek Allah’ı ziyaret etmek gibidir, sizi mutlaka ziyaret etmek istiyorum” demişti. Öyle de yaptı. Son kitabı “Öldüğüm Gün” ü nasıl yazdığını, yazmaya hangi saiklerle başladığını sordum, bize uzun uzun kitabın macerasını anlattı. Güzel bir sohbet oldu…


Bir de Hakan ve Gökhan’ın çok uzun zamandır üzerinde çalıştıkları Sancaktar Dergisi o gün ilk deneme baskısını yapmıştı ve bu da ayrıca hepimizi sevindirdi…


Neticede bereketli bir gece oldu hepimiz için.


Sonra canım Âfak’ımla uzun zamandır tehir ettiğimiz bir muhabbetimiz oldu evde. Allah’ım nasıl güzel bir çocuk bu, tıpkı babası gibi kalbindeki derinlikleri sessizce yaşıyor. Patırtı gürültü yapmadan kâmil insan olma yolunda ne kadar güzel yol kat etmiş… Onu dinledikçe kalbimin ferahladığını hissettim. İlaç gibi geldi Âfak’la muhabbet etmek, kendimi güvende hissettim, öldükten sonra arkamda sapasağlam bir insan bırakacağımı hissettiğim için de gönlüm genişledi… Rabb’im ellerini hiç bırakmasın senin canım oğlum, sen ne güzel bir insansın…


Oğlum olmasaydı, dışarıdan tanıyan bir insan olsaydım Âfak’ı, kesinlikle onun dostu olmak isterdim… Böyle işte…


Bu arada Teresa Zeynep’in Belçika’da evlilik yapan kardeşi Nelly, oğlu ve eşi ile Türkiye’ye geleceği için Dilşad’la onlara özel bir iftar yapmaya karar vermiştik Vakıf'ta. Şerife, Zekiye, Mehtap ve Atila ile istişare ederek 31 Temmuz tarihine karar vermiştik.


Nelly geldiğinde Teresa Zeynep’in Türkiye’de yalnız olmadığını, onu seven dostları olduğunu görüp mutlu olmasını istiyorduk…


Hemen faaliyete geçtim; Zeynep’le Murat ve Fatih’le Tuba bizi iftara davet etmişlerdi. Sıcaklarda evde iftar yapmaktansa, Nelly’nin gelişi münasebetiyle Teresa’yı da sevindirecek şekilde Vakıf'ta birlikte yapmamızın daha doğru olduğunu düşündüğümü aktardım. Hepsi sevinerek kabul etti.


Salı günü yapacağımız iftarı heyecanla beklerken gece geç saatte Teresa aradı, ağlıyordu. Kardeşi Nelly Belçikalı bir beyle evlenmiş ve bir süre önce Peru’dan kalkıp Belçika’ya yerleşmişti. Ama ne yazık ki Nelly halen Peru vatandaşı olduğu için onu yarın sabah geri gönderiyorlarmış.


Teresa ağlıyor ve bir yandan da şunları söylüyordu artık hepimizin gayet iyi anladığımız Türkçesi ile:


“Allah bize seviyor kardeşim, seviyor ve bize sınav yapıyor, bize diyor ki hadi bakalım siz beni seviyor musunuz, cevap verin. Ben diyorum ki seni seviyorum Allah’ım; sen bize yemek verdin, kıyafet verdin, okul verdin, ev verdin, ülke verdin, dostlar verdin ve en önemli İslam verdin. Seni çok seviyorum Allah’ım. Ama kardeşimi görmek istiyorum onun elleri dokunmak istiyorum ve ona demek istiyorum ben sana hakkımı helal et Nelly; bunu ona yüzüne söylemek istiyorum. Ve biliyorum Allah’ım Senin bir plan var ve ben o plan saygı etmek lazım, Sen hep bize iyi şeyler veriyorsun, belki kardeşimle görüşmek bizim için iyi olmayacak, biz bilmiyoruz Sen biliyorsun Allah’ım.”


Canım benim, çok acı çekiyordu ve Allah’a olan güvenini asla bırakmıyordu. Tam teslimiyet hâli yani… Muhteşem bir şey… Hakan ve Ebubekir hemen ilgilenmişlerdi meseleyle, Ebubekir’in İspanyolca bilen bir arkadaşı derhal havalimanına gitmek üzere yola çıkmıştı. Nelly Elif için getirdiği hediyelerin ona ulaşmasını istiyordu çünkü…


Hayat böyle devam ediyor işte düz bir çizgi yok hiçbir zaman olması da gayrı mümkün… Zikzaklarla devam ediyoruz, bir imtihandan geçtik derken başka bir imtihana tâbi tutuluyoruz…


Salı günkü iftar bir anda çok daha ehemmiyet kazandı şimdi. Dinini adam gibi yaşamak için Türkiye’ye gelen muhacir Teresa Zeynep’i, salı günü Ensar gibi bağrımıza daha bir sıkı basacağız inşallah…



Neşe Kutlutaş, 04.06.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 29.07.2012)

Neşe Kutlutaş Yazıları


Tümör Markerleri- Tümör İşaretleyicileri:


Tümör markerları (işaretleyicileri) adı altında anlaşılan tümör dokusuna bağlı olarak vücut sıvılarında bulunan (tespit edilen) çeşitli biyokimyasal parametrelerdir. Bu markerler ya tümör dokusunun kendisi tarafından ya da tümör dokusunun neden olduğu metabolik değişiminin sonucu olarak vücut sıvılarına salgılanırlar. Asıl önemli olan ve ölçülen tümör dokusunun kendi tarafından, direkt olarak salınan tümör markerlarını ölçmektir. Ölçülen bu değerler malign bir oluşumun göstergesi olabilir, ancak kesin sebebi değildir. Bunlar inflamatuar enfeksiyonlar gibi tamamen beningn sebeplerle de salınabilirler. O nedenle toplumda yanlış anlaşıldığı gibi tümör, tümör dokusunun %100 belirleyicisi olamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı