"Çünkü her insanın kalbinde iyiliğe ve kötülüğe uzanan bir köprübaşı vardı işte..."
İnsanlarla yakın temas içinde olmanın güzelliği ve sonrasında bahşedilenlerin lezzetine vararak Ramazan'ın bereketlerinden istifade etmek müthiş bir his...
Birçok arkadaş, dost ve tanıdıkla birlikte olduk bu Ramazanda, yeni tanıştıklarımız da oldu, birbirimize gıyaben tanıyıp da Ramazan vesilesi ile yüz yüze tanışma imkânı bulduklarımız da.
Elbette bu bereketin içine en başta Allah’ın c.c Dilşad’la aramızda tesis ettiğine inandığım kardeşlik bağının da çok büyük payı var.
Bir telefonla hemen bütün dostlar Vakıfta bir araya gelebildik çok şükür.
İftar sonrası bereketli sohbetler de hep Vakıfta oldu… Nasibi olanlar gelip o sofradan yedi, içti sohbetlerden istifade etti, olmayanlar adına da üzüldüm ama işte nasip meselesi…
Rahatsızlığımdan dolayı bu sene iftar daveti verememenin kederi yüreğimi daraltsa da, Allah'ın Vakıfta dostlarımızla iftar yapmamızı nasip etmesi kederimi biraz azalttı bu Ramazan...Çok şükür, binlerce şükür...
Bu arada Vakıftaki iftarlarda hediyelerden yana da bahtım açıldı:) Dilşad nefis bir üst kıyafet hediye etti önce, onda görüp çok beğendiğim çok cici o kıyafetten bana da almış, çok mutlu oldum elbette… Sonra sevgili Vildan kendi elleriyle keçe ve boncuklardan harikulade semazenler yapmış; çocuk gibi sevindim valla. Eve gelir gelmez de hemen girişe asıverdim, görenler bayılıyor…
3 Ağustos’ta da ikinci ümmet iftarı vardı Kocatepe Camii avlusunda. Simit, hurma, ayran ve suyla yapılan enfes bir iftar…
Her sıkıntımda yanımda olan komşularım Fadime ve Nuran’ı da davet etmiştim. En az benim kadar onlar da heyecanlandılar ve o gün, gündüz için bile bütün programlarını iptal ettiler heyecandan. Giderken feci bir yağmura yakalandık ve iptal edilecek diye endişelendik ama elhamdülillah öyle olmadı.
Başta Mehtap ve Abdullah Tâhâ olmak üzere gençler bir anda el ele verip adeta bir Ramazan Umresi havası yaşattılar herkese.
Yerlere hasırlar serildi, sular, ayranlar, simitler ve hurmalar bir anda elden ele geçirilerek herkesin iftarlığı hazırlandı ve bu sefer ezan tam yanı başımızda okundu…
Kulağımıza okundu ve kalbimize dokundu ezan…
Sanki hepimiz birbirimizi çok önceden tanıyorduk, önceden gelenler son anda yetişenlerle, tabaklarındaki üç hurma, bir simit ve bir bardak suyunu paylaştı. İftardan sonra tanıdık tanımadık herkes birbirine çay ısmarladı, şeker, çikolata ikram etti. Görülmeye değer bir manzaraydı vesselam.
Fevziye’ye cami avlusundaki atmosferi anlattığımda hayıflanarak bir dahakine kendisinin de bizimle olmak istediğini söyledi, inşallah seneye daha fazla insanla, daha fazla güçle birlikte olmayı nasip eder Rabb’im.
Tam bir grup ayrılıp İhtiyar’a geçecekken İstanbul’dan Hilmi aradı. Biraz önce Halep’le görüştüklerini, Halep’te elektriklerin kesildiğini ve gece rejim tarafından Halep’in bombalanacağı haberini aldıklarını söyledi.
Bize tavsiye edilen hemen mübarek Bakara Suresinin 250. Âyetini okumaya başlamamızdı:
“Ve lemma berazu li calute ve cünudihı kalu rabbena efrığ aleyna sabrav ve sebbit akdamena vensurna alel kavmil kafirın”
“Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.”
Bir anda cep telefonları ile mesaj atanlar, annesini, babasını, arkadaşlarını arayanlar, mazlumlar için yardım isteyenler…
Halep hercümerç, Müslümanlar yine Kur’an’a sarılmış…
Kalbim de hercümerç olmuştu; gecenin karanlığında Kur’an’ın gücüne inanan, Kur’an’ın gücüne sığınan, Kur’an’dan medet uman yüzlerce insan… Ağlamamak elde değil… Ümmetti gözlerimle görüyordum işte…
Sonra bir anda kalbimde bir şeylerin değişmeye başladığını hissettim, o âna kadar belki kalben biraz uzak durduğum, zaman zaman merhametli olmada biraz noksanlıklarını hissettiğim insanlar kalbimde yerlerini değiştirerek “ümmet”in içindeki asıl yerlerini aldılar.
Bu tam olarak nasıl oldu bilmiyorum ama mübarek Kur’an bir anda beni ikaz etti sanki…
Mazlumlar dardaydı ve kendilerine kalben uzak durduğum birkaç insan hemen halkaya dâhil olup mazlumlar için bir şeyler yapmanın derdine düşmüştü…
Aleksandr Soljenitsin’in lise yıllarında okuduğum, Sovyet döneminin en büyük zulümlerini yaptığı kampı anlattığı “Gulag Takım Adaları” adlı kitabının başında yer alan o kısa yazı geldi aklıma o an: “En iyi kalplerde bile kötülüğe uzanan bir köprübaşı vardır. Ve en kötü kalplerde bile iyiliğe uzanan bir köprübaşı.”
Ne kadar da doğruydu, birkaç letafetten uzak tavır, bazen bir parça merhametsizlik, bazen biraz şefkat noksanlığı herkeste her zaman olabiliyordu ne yazık ki… Ama insanlardan vazgeçmemek gerekiyordu…Çünkü her insanın kalbinde iyiliğe ve kötülüğe uzanan bir köprübaşı vardı işte...
Soljenitsin kitabının önsözünde bir insanî durumu da şöyle açıklıyordu:
“Bunları anlatmak için ömrü vefa etmeyenlere ithaf edilmiştir, beni affetsinler her şeyi göremedim her şeyi hatırlayamadım her şeyi sezemedim”
Soljenitsin sağlam fıtratıyla ve elemle yazdığı satırlarda bana Esma-ül Hüsna zikrinin ehemmiyetini hatırlatıyordu aslında...
Düşünsenize, Allah’ın Basir İsmi tecelli etmediği sürece görmemiz, gerçekten görmemiz nasıl mümkün olabilir, O’nun Hafız İsmi tecelli etmezse biz neyi nasıl hatırlayabiliriz, O’nun mübarek Latif İsmi tecelli etmeden nasıl sezebiliriz, nasıl incelikle insanlara yardım edebiliriz… Bu mümkün değil işte… Allah c.c izin vermediği sürece bu mümkün değil…
Allah c.c Esma-ül Hüsnası ile Kendisine dua edilmesini istiyor Kur’an’ı Kerim’de. Mesele O buyruğa ne derece gönlümüzü verdiğimizde galiba…
Kendimiz için istediğimiz, arzu ettiğimiz, talep ettiğimiz basiret ve letafeti başkaları için de istediğimiz de mesele biraz hallolur gibi olacak sanki…
Aksi takdirde, en ufak bir hatasında herhangi bir insandan fersah fersah uzaklaşmamız o kadar mümkün ki…
Kalbim artık bu tür hataları görmemem gerektiğini bana fısıldıyor… Merhum Ali Şeriati’nin tabiriyle insanların “Habil kutbundan” olanlarını seçip, onların da insan olduğunu, dolayısıyla hatadan beri olmadıklarını unutmadan, yalnızca iyi taraflarına dayanıp güvenerek, hayır için dayanışma içinde olmam gerektiğini fısıldıyor kalbim.
Böyle işte…
Fakat yine de hiçbir yargıda bulunmadan, bir arada olduğumda kalbimi daraltan insanlardan uzak durmaya gayret ediyorum… Bunun ümmet olma şuurumu yaralayan bir tarafı yok; tümüyle şahsi bir şey.
İzah etmek benim için zor olsa da, şu an hatırladığım bir örnek yardımcı olabilir galiba.
Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri'nin Mükerrem İnsan adlı kitabında 1340 Hicri senesinde İstanbul’da Ayasofya Camiinde geçen bir hadise anlatır.
Kitabı bulup oradan aktarmak en iyisi…
“Beylerbeyili Âdil Bey isminde manevi hâl ve keşfi açık bir zat da kürsüye yakın bir yerde oturmuş, dinliyor.Biraz sonra, Âdil Beye bir inkıbaz hâli gelir… Sıkılır, bunalır, daralır… Hâlbuki Ayasofya gibi bir camide cemaat-ı Müslim’in içinde, Kur’an ve mevlid okunurken böyle bir kabz ve sıkılma hali olmaması gerekir. Merakla sebebini araştırır. Bir de ne görsün, karşısında kasvet-i kalbe müptela bir adam var… Göğsü göğsüne karşı gelmiş… Oradan akis alarak sıkıldığını anlar ve yerini değiştirir. Biraz ferahlar fakat onun tesirini bir hafta gideremez. Böyle haller birçok müminin de başından geçmektedir. Binâenaleyh insan, yanında veya karşısında oturanların salih ve sadık ve kalbi temiz kimseler olmalarına dikkat etmesi lazımdır.”
Manevi hâl ve keşfim açık olmasa da, (inşallah bir gün olur) gayr-i ihtiyari bu işi yıllardır yapıyormuşum aslında, kalbimi karartan insanlardan yönümü hep çeviriyorum. Aksi beni çok yıpratıyor ve fiziken de hasta olabiliyorum üstelik…
***
Dün bütün gün ve gece ağrı ve acı çektim. On Dokuz Mayıs Hastanesi'ndeki randevuma da gidemedim bu yüzden; berbat vaziyetteydim vesselam. En sonunda Atila’nın işten sürekli telefon açıp ısrar etmesiyle doktora gitmeye niyetlendim. Çok yürüyecek durumda değildim ama sevgili Nuran ve Hakan’ın da yardımıyla zor da olsa gitmeyi başardık. Artık alıştığım üzere sebebi bulunamadı geceyi uykusuz geçirmeme sebep olan ağrılarımın ama dört gün sürecek ve o süre zarfında iğne olmamı gerektirecek bir tedavi öngördü doktor. Acı ve ağrı dayanılmaz boyuttaydı hakikaten, şimdi bir parça nefes alabiliyorum ve bunun için de Allah’a şükrediyorum…
Sonra Bursa’dan bir telefon geldi. Yüz yüze tanışmadığımız bir ağabeyimizden; Ayşen Gürcan Hocamızın kendisinden hep gıpta ile bahsettiği ağabeyi, aynı zamanda sevgili Tarık kardeşimizin de dayısı olan Mustafa abidendi telefon.
Mustafa Abi, sekiz yıl önce kansere yakalanmış; kanserden sonra başından geçen hadiseleri telefonda üç beş cümle ile özetlerken bile yoruldum. Benim yorulmam mesele değil elbette; derviş meşrep olduğuna kanaat getirdiğim Mustafa Abi'nin yaşadıkları onun adına yorulmama sebep oldu. Aklımda kalanlar şunlar; kanser teşhisi, ağır bir ameliyat, kemoterapi, metastaz, ameliyat, kemoterapi, tekrar metastaz kemoterapi, metastaz. Geldiği noktada kemoterapi olmuyor artık.
Babaannesinin ölmeden önce kendisine aktardığı bir ilimle (terminal dönem olmayan) kanser hastalarını Allah’ın izniyle iyileştiren bir faninin bitkisel ilaçlarını kullanıyor şimdi. Enteresan olan şey, tıpkı söylendiği gibi tümörlerde küçülme meydana gelmiş olması. Uyguladığı bitkisel tedavinin devamında da tümörlerin yok olmasını bekliyor… İnşallah da öyle olur.
Mustafa Abi, o kadar güzel şeylerden bahsetti ki, bir anda kendimi dünyanın seçilmiş insanları arasında görmeme sebep oldu anlattıkları…
Çok mu iddialı oldu, olsun… Mustafa Abi'yle konuştuğumuzda öyle hissettim…
Mustafa Abi, kanserin bize bir nimet ve armağan olduğunu düşünenlerden…
Kendisi bu durumu İsra Suresini (67-69. Âyet-i Kerimeler) örnek vererek açıkladı: “Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O’nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız.”
Bu Ayetten sonra şunları söyledi Mustafa Abi:
“Biz denizde sıkıntı ve tehlike içinde olanlarız kardeşim. Sıkıntı ve tehlike içinde olunca da siz de yaşamışsınızdır mutlaka, insanın aklına ne eş, ne çocuk, ne anne baba, ne de başka biri gelmiyor. Allah’la baş başa olduğunuz, Allah’la sımsıkı bağ kurduğunuz ve O’ndan başka her şeyin yalan olduğunu idrak ettiğiniz anlardır hastalık anları. Biz “karaya çıkanlardan” olmak istemiyoruz kardeşim. Allah bize Kendisini unutturmasın, nankör etmesin bizi “karaya çıkanlar” gibi… Kanseri Allah’a yakınlaşmamız için bir lütuf olarak görüp ona göre davranalım. Allah bir gün karaya çıkmamızı nasip etse bile Allah’ın “nankör” olarak vasfettiklerinden olmayalım…”
Olmayalım inşallah Mustafa Abi… Allah c.c razı olsun senden…
Kanserden sonra hastalık listeme yeni eklenen şeker ve hipotiroidden de bahsedecektim, ama vazgeçtim. Birsinin işine yarayacak bilgim olursa onu sonra paylaşırım inşallah…
Şimdi elimizin altından hızla geçip gitmekte olan Ramazan’ın güzelliklerini yaşama vakti… Ayrılık hüznü ile birlikte bu mübarek günlerde daha çok güzellik ve bereketin yaşanması için dua ediyorum…
Özellikle mazlumlar için, hassaten onlar için, her zaman onlar için dua, dua, dua…
Neşe Kutlutaş, 10.06.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 11.08.2012)