"Niçin bu konuda bireysel olarak sorumluluk duymuyoruz? Hangi sebeplerle kirli duvarları boyamak, resimlerle kaplamak gibi bir derdimiz yok?"
Gittiğim herhangi bir şehirde duvarlarda neler olup bittiğini görmeyi önemli bulurum. Duvar resimleri kadar heykelleri de inceleyerek şehirle bağları üzerine düşünürüm. Ev içinde boş duvar gözleri ve gönlü dinlendirir, şehir içinde ise sorular sordurur. Bir şehir niye duvar resimlerini seçer, diğeri niye heykelde karar kılmıştır, merak ederim.
Eskişehir heykelde karar kılmış bir şehir olarak görünüyor. Yerleşme karakteristiğini belirleyen Porsuk Çayı üzerindeki köprünün etrafında olduğu gibi çeşitli meydanlarında da bol bol heykel var. Bu heykeller sanat şaheseri değiller ve çevreden kopuk, bir Venedik, bir Roma çağrışımı yapan üsluplarıyla bir iddiayı haykırıyorlar. Bazıları bir soyutlama halinde tasarlansaydı, kendi geleneğimizle buluşma örnekliği sergileyebilirdi.
Eskişehir, Batılı anlamda modern bir kültür şehri olmayı ideal olarak benimsediği düşünülen bir şehir. Göçmenlere açık olma yeteneği bu iddiasını tutarlı bir şekilde sürdürmesine ne ölçüde destek oluyor, emin değilim.
Bütün bu konuları ve daha birçok başlığı geçen hafta beni şehre davet eden Sahib'ül Vefa Kuran Kursu’nun öğretmen ve öğrencileriyle Cuma günü öğleden sonra ve ertesi gün ikindi üzeri de Tiryakizade Kıraathanesi’nde konuşma fırsatı bulduk.
Sahib’ül Vefa Kuran Kursu’nun davetinin beni çok heyecanlandırdığını belirtmeliyim. Yıllardır STK, belediye veya üniversite bağlamı olan konferans ve söyleşilere katılıyorum. Gecekondu mahallelerinde açılmış Kur’an kurslarına konuşma yapmaya gittiğim yıllar düştü aklıma. Daha öncesi de var.
Üniversite yıllarında bir yaz mevsimini Süleymaniye’de bulunan Tuğba Kur’an Kursu’nda geçirmiştim, o havayı soluduğumu duydum Sahib’ül Vefa Kur’an Kursu’nda karavana yemeği yerken. Yemekten sonra “Ailenin Dönüşümü etrafında “neler yapabiliriz?” sorusuna cevap aradık öğretmen ve öğrencilerle. Daha sonra Kurs Müdiresi Berrin Yolaçan, Müftü Yardımcısı Şerife Altuner ve CNR Fuarı’na bir otobüs dolusu öğrencisiyle gelişini hayranlıkla her yerde anlattığım Sabire Öztürk’ün katılımıyla sürdü sohbetimiz.
Ertesi gün, sitemiz yazarı ve aynı zamanda Osmangazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Levent Baştürk’ün davetiyle, Oduncular Tiryakizade Kıraathanesi’nde bir söyleşiye katıldım.
Bir kıraathane söyleşisi, ilk kez yaşadığım bir tecrübe. Geniş kıraathanenin bir tarafında biz söyleşiyi sürdürürken karşı tarafta insanlar oturuyor, gelip gidiyorlardı ve bu çok hoş geldi bana. Kıraathane'nin işletmecisi Bayram Kök’ün bu söyleşileri sürdürmeyi amaçladığını öğrendim.
Aileler, öğrenciler, hocalar, kahve müdavimleriyle hareketli bir topluluk oluşturduğumuz için, konuşma başlıklarının hepsine değinmem imkânsız. Anadolu Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nden Serpil Cebeci’nin sorusu kamusal alan muaşaretinin nasıl gelişeceği üzerineydi. Anadolu İletişim’den İsmail Kaplan, kendisinin de dahil olduğu –Mavera Gençlik” tarafından başlatılan “Zarif Haykırışlar” edebiyat hareketi üzerinden bir araya gelip sohbet etme konusundaki problemleri irdeledi. Osman Çalışkan “klasik” olarak bildiğimiz eserler listesindeki postkolonyalist gölge kuşkusunu dile getirdi. İnşaat Mühendisliği öğrencisi Recep Bilal Aksu, öğrenci yurtları örneğinde mekanların kişiliklere etkisini tartışmaya açtı.
Gülsüm Uzer kadınların kendi adına konuşamaması ve kadın meselelerinin temsiller üzerinden tartışmaya açılmasının getirdiği problemlere işaret etti. Levent Baştürk, Ahmet Altan’ın “günah işlemeyi göze alamayanın sanat eseri üretemeyeceği” şeklinde özetlenebilecek ifadeleri üzerinden sanat eserinin günahla ilişkisini tartışmaya açalım istedi. Sırf o başlık altındaki konuşmamız bile yazılsa sayfalar tutar.
Yazarlığı benimsememin hikayesini anlatırken elbette konu konuyu açtı. Osmangazi Üniversitesi Matematik Öğretmenliği öğrencisi Hilal Satıç, kadınların düşüncelerini doğrudan ifadesine izin vermeyen bir kamu anlayışını Atasoy Müftüoğlu’nun bir cümlesi üzerinden eleştirdi: “Zamanın Zeynebi diyoruz, ancak zeynepler perde arkasında dinliyor konuşmayı.”
Genç bir işadamı, Burak Uslu “Kadın Şadırvanları”nın eksikliğinden söz etti; onu da anmadan geçemeyeceğim. Mimarimiz ve şehirciliğimiz niçin kadınlar üzerine düşünmüyor? Uslu müteahhitlerle görüşüp onları işte şöyle sorguladığını anlattı: “Dindar olabilirsiniz, ama yaptıklarınız seküler binalar. Abdest için uygun olmayan lavabolar yapıyorsunuz. Kötü niyetli değilsiniz, ama taklitle yetiniyorsunuz.”
Bunun ardından gelen soru şehrin duvarlarını ilgilendiriyordu. Niçin bu konuda bireysel olarak sorumluluk duymuyoruz? Hangi sebeplerle kirli duvarları boyamak, resimlerle kaplamak gibi bir derdimiz yok? Niye artık “helal gıda” üzerine düşünmeyi sürdürmüyoruz? Üstelik “helal gıda”yı test eden bir laboratuvardan bile yoksun Türkiye. Doğrusu “helal yoldan üretme korkusu” içinde görünüyoruz.
Uslu’nun eleştirileri, sokağın seslerine duyarlı bir kültürel üretimin soruları etrafında gelişiyor. Şehrin duvarlarında neler olup bittiğiyle niye ilgili olmasın gençler? Genç kuşak el becerilerinden yoksun, boya badana yapmayı bilmiyor, tamirden yamadan anlamıyor, şeklinde bir genelleme yapacak değilim. Bir eşyayı emek çekip yenilemektense değiştirmeyi tercih etmeyi de gençler aile ortamında öğreniyorlar hoş. Salon duvarlarının çocuk çizgilerine terk edilmesi alışılmış bir terbiye örneği sayılmaz. Kaldı ki elinde boya kutusu ve fırçayla şehrin duvarlarını yenilemeye çıkan gençleri teşvik ettiğimiz de söylenemez.
Rastlantı olmasa gerek; Burak Uslu’nun sorusu aynı günün akşamı farklı bir ortamda yine karşıma çıktı.
Aydın Işık sürekli okuyan düşünen proje üreten bir kitap dostu. Bir akşam bizi evinde ağırladı, sağ olsun. Çevre meseleleri konusundaki duyarsızlığımız üzerine konuşurken kirli ve boyası dökülmüş duvarları boyamayı iş edinen bir arkadaşına getirdi sözü. Onu izlerken, “İşte İslam bu, yoksulların evini boyuyor” diye düşünmüş. “Niye Müslüman gençler ellerinde fırçayla şehrin kirli duvarlarını boyamıyor? Müslüman kadınlar gün yapacak yerde Eskişehir vilayetinin çöplerini toplayamaz mı? Ertesi gün de başka bir iş düşünülür.”
Çevremizle ilgisizliğimiz dinimizin emirlerinin halefine oluşmuş bir mustazaf olma hali. Dünyayı kurtarma yollarına düşüyor, ancak elimize fırça alıp da kirli yüzeyleri tazelemeyi bir sorumluluk saymıyoruz.
Cumhuriyet döneminde yetişen ilk kuşak mimarlardan olan ve modern mimariyi geleneksel kodlarıyla yorumlamayı önemseyen bir üslup geliştiren Mimar Abdurrahman Hancı’nın ifadesiyle, evimizin içiyle ilgilenmek yetiyor bize; dışarıda ne olup bittiğiyle ilgilenmiyoruz.
Evinden ayrılırken Aydın Işık’ın hediye ettiği kitaplar arasında bulunan şehit İsmail Raci Faruki’nin eseri Tevhid, bu eksikliğimizi tanımlayacak tespitler içeriyor. Biz olguları bütüncül görme becerisini yitirmişiz. Amaçlı evren üzerine layıkıyla düşünmediğimiz için onun düzeni konusunda da işleri oluruna bırakıyoruz. Tevhidi dünya görüşünü kalben ve zihnen anlayıp hayatımızın mihverine yerleştirdiğimiz asırlar boyunca mekan ve zamanla uyumu gerçekleştirmeyi büyük ölçüde başarmışız.
Şehirlerimizi planlayan aceleci muhayyile çevre bağlantılarını dikkate almayacak kadar önemsiz buluyor şimdilerde. Bir bina grubu yapıldığı yerden alınıp bambaşka bir semte kondurulabilir.
Şehrin duvarları ve sokaklarıyla ilgili kaygıları olan Aydın Işık, ressam Burhan Doğançay’ı hatırlattı bana. Bu köşede “Takım Elbiseli Ressam” başlığıyla üslubunu irdelediğim Doğançay, sanatını bir bakıma şehrin duvarlarını kurtarmaya adamış bir ressam sayılabilir.
Duvarı kurtarmak, farklı bir okumayla bir Hızır eylemi; yıkılmakta olana müdahalenin anlamlı bir sebebi olsa gerek. Aydın Işık kitap okuma sevgisini/sorumluluğunu yaygınlaştırma çabasıyla duvarların harabeye dönüşmemesi veya yalıtım sebebi olacak şekilde yükselmemesi için “tevhid” üzerine düşünmeye çağırıyor.
Mesele yine -bir önceki yazımda irdelediğim şekilde- sokaklarla ilişkimize dönüyor. Gençleri sokaklardan korkuttuğumuzda duvarları da bir bakıma reklam panolarının imajlarına terk etmiş oluyoruz. Onları siyasal dışavurumlar konusunda çekinmeye sevk eden cümleler kurarken çağırdığımız yer ise ekran bağımlılığı olmaktan öte geçemiyor.
Sokak elbette geçişlerin olduğu kadar itirazların da alanı. Modernist siyasetçilere tehlikeli görünen şehirlerimizin geleneksel labirent dokuları, kendi halinde gelişerek bir varlık edinen ve alternatif söylemlerin dillendirilmesine izin veren sokakları da içeriyor. Bir mazisi olan sokaklar mahallenin kılcal damarları halinde sesleri, cümleleri, adımları, beklemeleri ve buluşmaları, tartışmaları ve barışmaları, tanışmaları ve ayrılıkları kendi içinde harmanlayarak kaynaşmayı mümkün kılıyor.
Tevhidin prensiplerin arasında saydığı “İnsanın kapasitesi ve doğanın bükülebilirliği” başlıklı bölümde, “ahlaki hareketin faili olarak insanın” kendinde ve kendi dışındakilerde ilahi modeli ya da emirleri kuvveden fiile çıkarmak için arkadaşlarını veya toplumunu, tabiatı ve çevresini değiştirme kabiliyetine sahip olmasının gerekliliğini” vurguluyor Faruki.
Eskişehir, her şeye rağmen kültürel araçlar üzerine düşünen, bu araçları tazelemenin yollarını arayan bir şehir. Kendi haline veya kapitalizmin amaçlarına terk edilmiş çevre, Aydın Işık’ı barışın geliştirilmesi adına da tedirgin ediyor. Yapılaşma kaynaşmaya değil ayrışmaya dönük olarak sürüyor çünkü.
Sahib’ül Vefa Kur’an Kursu konuşmam sırasında da değindim bu konuya: Göçmen şehrinin –geniş bir mülteci nüfusunu ağırlamaya çalıştığımız bir dönemde- bize yeniden kaynaşmanın imkânlarını öğretmesi beklenirdi. Kes yapıştır uygulamalarıyla ise ayrıştırmayı değil kaynaştırmayı sağlayan bir hayat tarzı idealine ulaşılamadığı gibi, modern kentin kendi içindeki tutarlı örgüsüne yakın düşmek de mümkün olmuyor.
Cihan Aktaş, 12.06.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20233/sehrin-duvarlari-nasil-boyali
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20233/sehrin-duvarlari-nasil-boyali