"Tarihi bir sorumluluğu yeniden tanımlama zamanında olduğumuzu düşünüyorum. Çocuklarımızın yüzyılının umutlarını ve iyiliğe inancımızı yitirmemeliyiz."
Seçimin ardından söylenmemiş söz, yapılmamış yorum kalmadı sanki. Bir taraftan nokta konulmuş bir seçim gündeminden söz edemiyoruz, seçim sonrası belirsizliği sürüyor. Hâlâ hükümet konusunda belirleyici bir parti olan AK Parti’nin düşen oy oranı üzerine de fazlasıyla yorum yapıldı. Bunlara ekleyebileceğim en az birkaç cümle var tabii. Mutlak, kazanılıp paket edilmiş ve öylece garanti altına alınmış bir başarı yok; siyaset söz konusu olduğunda mutlak, değişmemesi gereken bir fikir, bir düşünce özgürlüğü paketinden de söz edilemeyeceği gibi. Siyaset sürekli halka kendini beğendirmek zorundadır. Halk sınar, kendi kendini de sınar hatta yanıltır. Halk biziz, hepimiz.
Halkın medya vs. tarafından kandırıldığına dair yorum halka güvensizliği gösterdiği için verili siyasetin kuralları açısından bakıldığında sorunlu en başından. Halkın bir irfanı olmasaydı 28 Şubatçı medyaya rağmen AK Parti’ye Türkiye’nin önünü açma misyonunu emanet etmezdi.
Türkiye'de büyük seçim sürprizleri her zaman medya manipülasyonlarına rağmen gerçekleşmiştir. Klostrofobi duygusuna yol açan ezberci bir medya ve bunun oluşturduğu duygu gelişmeyi dileyen bir siyasi hareket için hiçbir zaman faydalı bir şey değil. Milli Eğitim alanında Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu reformlara bazen yazılarımda değiniyorum. Kültür işleri ise bakanlık seviyesinde sanki hâlâ taşeron sistemiyle yürütüldüğü izlenimi uyandırıyor.
Başkalarını kendinden daha çok düşünmek, kusuru önce kendinde aramak -Hızırla Kırk Saat’te de anlatıldığı üzere- bu topraklarının irfanının özellikleri… Kutuplaştırıcı dil ise AK Parti’yi 2000’lerde Türkiye’de bir umut haline getiren geleneğinin dışına taşıran “eski Türkiye’ye" ait bir siyasetin alametifarikası. AK Parti başarılı iki buçuk döneminin ardından söylemsel tazelenmeye gidecek yerde, kendi medyasını oluşturma girişimini, kusurlarını ötekini eleştiri üzerinden mazur gösterme, dahası konuşulmaz kılmaya dönük bir yayın çerçevesi oluşturmakla bir tuttu.
Sözün içeriğine değil de söyleyenin bir genellemeyle tanımlanmış “tarafına” bakılması, “emaneti ehline verme” düsturunun gözetildiği anlamına gelmiyor. Siyasi krizlerde ve toplumsal meselelerde ne çok yazara söyleyecek sözü olmayan boş kişi muamelesi yapıldı. Troll diliyle ne söylem ne oluşuyor ne de halkın beklediği barışa katkı sağlanıyor.
Böylelikle egemen olmaya başlayan bir kısıtlı dil ve ezberlenmiş söylem hissi, klasik medya oligarşisinin de hevesle sunduğu destekle klostrofobi hissini koyulaştırdı. Kutuplaşma siyasetinin atışmaları arasında Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu pek çok değişim hamlesi, küreselleşmenin buyurduğu projelerin geniş çuvalına tıkılarak göz ardı edildi.
Sözünü ettiğim, Türkiye’nin şartları açısından pekala mantıklı bulunabilecek olan “Başkanlık sistemi”. Cumhurbaşkanı Erdoğan sahalara inme sebeplerini izahın sebep olduğu karmaşada bu sistemi çok berrak bir şekilde topluma açıklayamadığı gibi, söz konusu sistem medyada da kutuplaşma ezberlerinin ötesine geçen bir dille yorumlanmaktan uzak kaldı.
“Saray” tartışmaları magazini, ihtiyaç duyulanı anlaşılmaz hale getirdi. Oysa meclis ve hükümet arasındaki siyasal bağımlılık ilişkisini koparan başkanlık sisteminin, böylelikle meclise hükümeti daha sıkı denetleme gücü kazandırabilme özelliği pekâlâ ayrıntılı olarak konuşulabilirdi.
Kutuplaşma dilinin evet ve hayırları nedeniyle de ülkemize özgü bir modelin oluşturulması şansı, modelin ısrarla şahsileştirilerek yıpratılması yüzünden harcandı. Başkanlık sistemi, imkanları ve handikapları bağlamında çeşitli platformlarda, bilim insanlarının katılımıyla çeşitli boyutlarıyla konuşulmalıydı. Gittikçe genişleyen kullanım alanı ile “Reisçi” dilin, “Başkanlık sistemi”ni nesnel bir düzeyde konuşmaya izin vermeyen bir duvar ördüğünden söz edilebilir.
***
2000’lerden itibaren AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’de siyasi atmosferi daha önce hiç yaşanmadığı ölçüde belirleyen yapıcı bir rol oynadı. Bu rolün ilk kez somut olarak Uludere ile aksamaya başladığı söylenilebilir. Bir onarım hareketi hatta devrim gerçekleştirme rolünün yerini Uludere ile birlikte giderek daha belirginleşen bir şekilde devletçi bir dil almaya başladı.
AK Parti’nin seçimlerdeki %10 kaybını sokağın seslerine duyarsızlaşmanın bir bedeli olarak görüyorum. Anadolu’ya ve İslam’a atıfta bulunan bir siyasal hareket sokağın seslerini “ayaklar baş oldu”, “çapulcu”, “ırgat” gibi nitelemelerle tanımlamamalıydı.
Toplumun güvenini defalarca belirttiği bir siyasal hareketin (arkalarındaki “karanlık” destekleri kast etme meramı taşısa bile) muhalif sesleri buyurgan devlet diliyle hor görmesi, AK Parti’ye fayda sağlayamazdı; hiçbir partiye veya harekete de sağlamazdı zaten. Kaldı ki AK Parti’nin en büyük sıkıntısı muhalefetinin silikliği olmuştur. Bu nedenle kendi içindeki özeleştiri mekanizmalarını daha da faal kılmaya ihtiyaç duyuyor olmalıydı bu siyasal hareket. Muhalefet silikleşmesi, AK Parti siyasetinde “kibir” olarak ifade edilen tutumları kışkırtan bir etki uyandırmıştır.
Sıklıkla atıfta bulunulan Karakoç mısraları “geleceğin kara gözlü zalimleri” olma endişesinden söz etmez mi? Doğru, geçmişte çok çektik ve bugünü olduğu gibi geleceğe dönük plan ve kurguları da “kabusun geri geleceği” endişesinden uzak değerlendirmekte zorlanıyoruz.
Oysa bizim sıkıntı ve acı çekme sebeplerimiz siyasal iradenin çabasıyla da ortadan kaldırılırken başka türlü acı çekme sebepleri kaplıyor gündemi ve böylesine zorlu bir gündemi her şeyden daha berrak bir şekilde ancak sokağın sesleri anlatıyor; ekrandaki taraftar yorumcular değil. Adalet duygusunun incinmesi kötü niyetli odakları harekete geçiriyor diye bunun sorumlusu incinmelerini, maruz kaldıkları haksızlıkları ifadenin yollarını arayan kesimler olarak gösterilemez.
***
“İslamcılık/Eksik olan artık başka bir şey” başlığıyla iki yıl önce yayımlanan kitabımı, bütün bu meseleleri konuşarak söylemsel bir muhasebeye gitme ihtiyacına işaret etmek üzere yayımlatmıştım.
Türkiye’ye çok şey kazandıran bir toplumsal ve siyasal hareket, halkın verdiği desteğin anlamı üzerine çok yönlü okumalarını hem topluma hem de üzerinde yükseldiği büyük bir mücadeleye borçluydu. İslam ümmetinin umudu olmanın temsili, tevhidi dünya görüşünün derkiyle bu toplumdaki mustazafların duyarlığı üzerinden oluşturulmaya başlanan bir dayanışmanın kıymetini daha doğru bir şekilde takdir etmeyi gerektirirdi.
Kaldı ki söz konusu mustazaflara ilişkin duyarlık, paylaşımlarda adaleti sağlamayı öncelikli vazife bilmeliydi. Kuşkusuz sosyal devlet olmanın icaplarını gözeten çok değerli hizmetler ortaya konuldu. Hastaların evlerde bakımı, engellilere verilen destek, akılda kalan örnekler.
Tarihi bir sorumluluğu yeniden tanımlama zamanında olduğumuzu düşünüyorum. Çocuklarımızın yüzyılının umutlarını ve iyiliğe inancımızı yitirmemeliyiz. Seçim, süreklidir. Kendi seçimlerimizle sonsuzluktaki varlığımızı biçimlendiriyoruz aslında, boşlukta yitip giden hiçbir şey yok. Dilimizi seçerek vaatlerde bulunuruz. Müslümanca dil iddiası bir konjonktüre bağımlı ve bununla sınırlı kalabilir mi? “Bidon kafalı”nın karşı eleştirisi “Irgat işi” olmamalı. Dün haksız yere "paçoz" diye horlanan bugün başkasına rastgele "paçoz" diyememeli. Sahip olunan bütün imtiyazlarda Kemalist sistemin ezdiği, ötekileştirerek günah keçisi kıldığı kesimlerin payı var.
Söylem daraldığında, yerini komplo teorilerinin baskısına bırakıyor. Komplo teorileri büsbütün reddedilemese de bu teorilerle düşünce üretilemez. Ve zaten ancak "gözün içinden görmeye çalışan” kişi, kardeşliğin imkânlarını seferber ederek komplo teorilerini yanıltabilir.
Fikirler çarpışırken ortaya çıkan sesler provokasyona değil, hakikate açılır. İslam bize sürekli okumayı öğütlüyor: Kur’an’ı, toplumu, dünyayı, siyaseti ve elbette kendi işlerimizi ezberlerimizi bozacak şekilde yeni okumalara tabi tutmalıyız.
Okuma ve eleştiri tembelliğinin, yorumlama zaaflarının eşiği savaş seslerini de içeren bir kaosa açılır. Oysa kendini daha doğru ifadenin somut cevabı ısrarla barışa ayrılan payda kendini okutur ve kuşkusuz bu ülkede barış, Müslümanların İslam’ı doğru anlamasına ve yaşamasına her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyor.
Cihan Aktaş, 19.06.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20239/secim-irfani
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20239/secim-irfani