4 Temmuz 2015 Cumartesi

SA1487/KY26-CA10: Arınma Fırsatı

"Dokunulmazlığı sürekli güncellenen başarı ve mutluluk mitleri tarafından yönlendiriliyor adımlarımız"


Aradan sadece bir yıl geçti, yine de sahur sofrası hazırlığı her seferinde şaşırtıcı geliyor. Ramazan, ezberlerimizin bozulduğu ay. Ömür boyu bildiğinizi sandığınız her şeyi başka türlü öğrenmek ve unuttuklarınızı hatırlamak üzere en başa dönüyorsunuz. Alışkanlıkların tersine dönmesiyle yaşanan karmaşaya ihtiyacı var insan benliğinin.

Ramazan geliyor ve hatırlatıyor: Hazırladığımız sofraların düzeninde bir yanlışlık, önemli işlerimizin sıralamasında bir karışma var.   Alıştığımız düzen alt üst olup yeniden kurulmalı.  İftar sofrasında Allah’ın misafiriyiz, elini elimizden hiç çekmesin bu sofrada, buna emin olmak isterken, o gelmesin, şu da yanıma oturmasın, demeye ne hakkımız olabilir?

Sonra aklımıza  “somut ekmek” üzerine sorular geliyor. Şu sofraya konulanı ne kadar hak ediyor olabiliriz? Yoksul, yolda kalmış yetim üzerine elimizden gelenin ne kadarını gerçekleştirdik? Ekmeği ve suyu şükürle yeniden tanıyabilir, kardeşliği sünnete uygun bir sofranın etrafında yeniden tanımlayabilir miyiz?

“Yoksul, yolda kalmış, yetim” denildiğinde akla ilk gelenler, mülteciler. Son iki yılda Türkiye’ye gelen iki milyona yakın kayıtlı mültecinin yüzde 85’i kampların dışında yaşıyor ve çoğunluğu gündelik hayatımıza karıştı. 

Bu konuda yalnız bırakıldığımız için birçok zorlukla yüz yüzeyiz, eksiklerimiz gediklerimiz ve “sınır” endişelerimiz var. Önceki hafta sonunda Akçakale sınır kapısı önündeki mülteci yığılması büyük bir gerilime sebep oldu. 

Aynı gün Mursi’nin idamına karşı sosyal medyada başlatılan imza kampanyası ile sınır kapısındaki yığılmaya ilişkin endişe bildirimlerinin birbirinden ayrı iki blok halinde ortaya çıkması bir hayli düşündürücü. Değerler ve ilkeler açısından değil de taraftarlık açısından olguları değerlendirmenin sebep olduğu bir dil ve “vicdan” tutulması yaşıyoruz. Yeni ve farklı sorular/sorgulamalar  kaba genellemelere gidilerek bir karşıtlık çuvalına doldurulup etiketleniyor.

***
İnsan niye okur, yazar ve düşünür ki?... Bildiğini sandığı şeyleri garanti altına almak için olmasa gerek. Kendine sınırlar koyma iradesiyle potansiyelini keşfediyor insan. Oysa verili sistem açısından gelişimi kendi tarif ettiği sınırların ötesine geçememeli. Dokunulmazlığı sürekli güncellenen başarı ve mutluluk mitleri tarafından yönlendiriliyor adımlarımız. Çok fazla bilgi, etkileşim, sorumluluk (veya sorumsuzluk sebebi olacak angarya) yükleniyoruz. Arınma kelimesi bile  “Katharsis” formuyla sızıyor metinlerimize.

“Bilgi toplumu” zaten bir efsanedir, Maurizio Lazzarato’ya göre: “Kapitalistler, hep ilan edilen ama asla hayata geçmeyen gayri muhtemelden öte bir “bilgi toplumu”na yatırım yapmakla pek meşgul olmasalar da, buna karşılık bizzat kendilerinin yarattığı bütün ekonomik risk ve zararların yönetilenler tarafından üstlenilmesi konusunda dayatmalar yaparken acımasız bir katılık gösterirler.” (Borçlandırılmış İnsanın İmali, sf 48, Açılım).

Biz bir borçlandırma ekonomisinin mahkûmlarıyız gerçekte;  “borçlandırılmış ekonomik özneleriz.”  İrademiz dışında gerçekleşen bağımlılığımız, hiç de bilgi toplumu olmakla ilgisi olmayan bir tezvirat sağanağında güçlendiriliyor.

Olağan herhangi bir sahnenin mistikleştirilmesi suretiyle oluşturulan güya “İslami” imajlar piyasası var bir de…  Kapitalizm oruçlu insanı kendi haline terk etmiyor. Çünkü mesela iftar dediğimizde ibadetin ruhunu oluşturan sadelik, samimiyet, tefekkür, paylaşma…  gibi kelimeleri hatırlamamıza izin vermeyen bir bağlantılar ve ilişkiler ağıyla kuşatılmış durumundayız. 

“Mistik kılıflar giydirilmiş imajlarla" ibadet zamanında bile vicdanı rahat Müslüman tüketiciler olmaya yönlendiriliyoruz. Sözünü ettiğim, ibadetin gözlerimizi açması gereken yerde kapıldığımız “ama artık bunu hak ediyoruz” rehaveti.

 “Çoğunluğu sigortasız çalışan, makas kullanmaktan parmakları su toplamış, toplama kamplarını hatırlatan boya atölyelerinde zehir soluyan, yaz sıcağında saatlerce ütü yapan fakir insancıklar”dan söz ediyor Ömer Güngör, “Kapitalist modaya son sarılış” başlığını taşıyan yazısında.  Kendi  benliklerindeki putları kıramayanlar, diğer insanları esir alan putlarla nasıl savaşabilir? 

Güngör “Minimalist yaşam” başlığını taşıyan blogunda yayımlanan bu yazısında modanın hakimiyeti altında yaşayıp giderken tekstil işçilerinin dünyasına dönük bir fark edişle başlattığı kişisel arınma sürecini anlatıyor.

***
Markanın kıymeti arttıkça, o markayı  emekleriyle var eden  işçiler daha fazla kazanmıyor.  Aslında o kadar az kazanıyorlar ki daha az kazanmaları imkânsız; zaten olabildiğince olumsuz şartlar altında çalışıyorlar. Ucuza mal olan pahalı zevkler kurbanlar gerektiriyor. Güngör’ün tecrübesi, moda tabilerinin  ödediği faturaların toplama kamplarını hatırlatan boya atölyelerinde zehir soluyan “insancık”lara bir faydası olmadığı hususunda düşündürücü. 

Arınma, bağımlılık kanallarını olabildiğince azaltmadan nasıl mümkün olabilir? Kapitalizme karşı mücadele onun kullandığı yöntemlerle verilemez.  Dindarlık ise vaazla değil hal ve hareketlerle kendini gösterdiğinde inandırıyor, yüreklere dokunuyor, fikirleri sarsıyor ancak. Hak olan sözü tam zamanında dile getirmenin yanı sıra adaleti gerçekleştirmek, israftan ve gösterişten kaçınmak nasıl da önemli! 

Güncel bir örnek vereyim:  Bir emeklilik firmasının reklam videosunda görünen müşteriler arasındaki 3 veya 4 kadının hepsi de başörtülü ve hepsi sırayla Babalar Günü’nü kutluyorlar. Bilinçlenme veya zafer böyle bir şey olmasa gerek. Hayat tarzımız gibi adabı muaşeretimiz de sınırlarımız üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Tamam, büyük kentlerde işler başka türlü yürüyor, mesela huzurevi “zorunluluk” değil de “seçenek” halinde kendimizin değilse bile yakınlarımızın gündeminde yer tutmaya başladı.

Müsrif bir sistemde sınırlar öylesine belirsizleşmişken kişisel kanaat ekonomisinin imkânsız olduğunu düşünme noktasına çekiliyoruz. Doğru, sürekli ödediğimiz, farkına varmadan bize ödettirilen borçlarımız var. Ancak hiç değilse borçlu halimizi fark edip helal-haram farkını gözeten sınırlarımıza, kendimizi sınırlandırmayı öğreten arınma fırsatına sahip çıkalım. “Daha fazla gelişmiş” olarak sunulan herhangi bir ürün, bizi ne açıdan geliştireceği üzerine düşünülmediği takdirde ayağımıza takılan yeni bir borç halkası anlamına geliyor.  

Arınmak, şaşırmakla başlıyor ve hayrete ulaşıyor. Oruçluyken hem sahnenin içindeyiz, hem de kendimizi dışarıdan görmeye de fırsat verecek bambaşka bir bağlama sıçramış bulunuyoruz. Bakalım bu kez neler öğreneceğiz? Bakalım bu kez öğrendiklerimizi hatırlamayı başarabilecek miyiz?


Cihan Aktaş, 04.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 

Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20255/arinma-firsati

Seçkin Deniz Twitter Akışı