"Hawthorne, bu uzun öyküyü 1844 yılında bilimsel ve teknolojik gelişimin bir alegorisini yapmak üzere yazmış."
‘Klasik Amerikan Edebiyatı Üzerine İncelemeler’ adlı kitabında; Nathaniel Hawthorne’un da içinde yer aldığı, kuruluş dönemi Amerikan Edebiyatı için ‘...başka hiçbir yere ait değil, yalnızca Amerika kıtasına özgü yaban ve tekil bir nitelik içerir, bölümlenmiş ve dönemselleştirilmiş bir dizge içerisinde gerek sömürge dönemi (1607,1620 - 1765 ) ve gerekse bu dönemi takip eden bağımsızlık savaşı ve ulusallaşma dönemi ( 1765 - 1800 ) sonrasında gelişen Amerikan öykü ve romanının özellikle ilk ürünleri başka hiçbir yere ait değil, yalnızca Amerika kıtasına özgü yaban ve tekil bir nitelik içerir...’ der D.H.Lawrence.
Bu yaban ve tekil içeriğe devrin Amerika’sına özel çakırdikenli bir romantizm ve katı püriten duyarlıklar da eklenince, gerçek anlamda Amerikalı bir roman tarzının doğmasına yol açar.
Gerçekten de, Hawthorne’un da içinde yer aldığı bu dönem Amerikan Edebiyatı’ nın temel özelliklerinin başında tıpkı yaşanan coğrafyaya benzer biçimde ‘In the Wilderness / Vahşetin İçinde’ki ilkelliği ile benimsenmiş bir doğa sevgisi ve bunun ortaya çıkardığı aynı ölçüde vahşi ve aynı ölçüde ilkel epik duyguların yer aldığı görülür.
Örneğin F. Cooper, ormanlarda tuzak kuran avcıların romanını yazarken, hem av’ın hem de avcı’nın serüvenine yönelerek avlanmakla avlamak arasında gerilen bütün duygulanımları bu vahşi ve ilkel epiğin odağında anlatırken, Walden Ormanlarının yalnız ve kaçkın adamı H.D.Thoreau, bu ilkel yaşamın sunduğu tatlardan aldığı mutlulukla bir başka yol seçip bir yandan yalnız insanın doğadaki bağımsızlığını kutsar bir yandan da bu bağımsızlıkla haşır neşir haldeki Amerikan insanının otorite karşısındaki konumunu dillendirerek,bireysel ve toplumsal bir özgürlük söyleminin ilk temellerini atar.
Öte yandan, balina yağı kokan ışıldaklar altında, denizden sökülüp alınan kazanımlarla temelleri atılan ve her türden zorlu mücadelelerle refaha kavuşan Amerikan kentlerini anlatmayı seçen H.Mellville, karanlık denizlerde kucak açtığı metafizik mitoslarla yüklenen satırlarında sanki Amerika’ya bir yabanarısı / wasp sürüsü gibi akın ederek her şeyi kendine mal eden bir topluluğun ödediği bedelle kazandığı dünya arasında bir köprü kurmaya çalışır.
Ağrılı ve korkutucu süreçlerin sonunda insanı kendinden sıyıran duygularla baş başa bırakan ve yaşadığı ortamı reddedercesine, dışarıdan bir yerden bakmaya mahkum eden püriten gerçeğin acımasız kesinliğinden yola çıkan E.A. Poe ise sanki de onların gelişiyle kıtanın bütününe sinmiş haldeki bir ‘sanrılılar ve deliler toplumu’ nu izlercesine izlediğinden kaçan ve rotasını dışarıya ötekine yönlendiren kapkara betimlemelerle dolu öyküler yazar.
Aynı dönemin bir diğer romancı ve öykücüsü Hawthorne ise bir yandan insan ruhunun doğal gelişim çizgisine bağladığı bir tavırla anlam kazanan kendi hayatını yazarken, diğer yandan da bu kendini adayış sürecinde kapıldığı romantik boğuntularla gelişip büyüyen bir yalnızlık ve karamsarlık duygusunu paylaştırır bütün Amerikalılara.
Hawtorne, Gotik Edebiyat ve İroni
Aslında hiç bir şekilde Gotik geleneğin ve İngiliz romantik geleneğinin içinde yer almamış bir romancı/ öykücü Hawthorne; bununla beraber belki içinde yer aldığı dönemin Amerikan duyarlığına eş biçimde, ulusal değerlerle birlikte işlediği metafizik korkulara yer verişi ve yine aynı biçimde döneminin bir takım ahlaki, bireysel ve toplumsal algılarıyla hem eleştirel hem de taraftar biçimlerde ilişkiler kurarak, bunu da bütünüyle kendine özgü biçimlerde kurup kurguladığı yarı kurgusal bir dünyada anlatmayı seçişiyle de Gotik Edebiyat’a bir biçimde değip dokunmuş.
Farklı bir biçimde, okura F.Braudel’ in bahsetmiş olduğu Amerikalı yazarın ikiciliği bağlamındaki bir gerilimin eşiğinde yazıldığı izlenimini de veren öykü ve romanlarında sözgelimi; özellikle ‘Genç Goodman Brown’ ve ‘Rappaccini’nin Kızı’nda ve ayrıca ‘Yedi Çatılı Ev’ adlı öyküsünde de açıkça görülebilecek bu gerilim eşiğinde yazılmışlık halinin onu hem büyük bir yazar hem de özgün bir Amerikalı haline getirdiğini söyleyebiliriz.
Poe’ya göre hem bir ‘ahlakçı’ hem de devrinin en kuvvetli öykücüsü olan Hawthorne’un sürekli olarak bir gerçeğin peşinde oluşu, yoğun üsluba dayanan yaratıcılığı ve zengin hayal gücü de kuvvetle muhtemel içinde yer aldığı ve anlatmaktan geri durmadığı bu gerilimin ürünü sayılsa gerek.
Nathaniel Hawthorne’un, oldukça basit bir hikâyeye dayanan ve ciddi biçimde dram içermesine rağmen dramatize etmeden yazma başarısını gösterdiği ‘Rappaccini’nin Kızı’nı aslında 2003 yılında çok değerli ve sessiz bir çıkışla yayın dünyasına girip sessizce kapanan ‘Koç Kitaplığı’ndan yine Zeynep Avcı çevirisiyle okumuştum.
Bundan da öte Klasik Amerikan edebiyatı okumalarım sırasında sadece haberdar olduğum ama bir çevirisine rastlamadığım için okuyamadığım, Hawthorne’un ‘Moses form an old mouse’ adlı toplu öykülerini yayınladığı kitabında da yer verdiğini bildiğim bir öykü bu.
Rahmetle anıyoruz, Demirtaş Ceyhun’un Klasik Amerikan yazını deyince, özellikle üzerinde durduğu bir yazardı Hawthorne ve bundan dolayı da benim için tavsiye nitelikli ayrı bir önem kazanmıştı onu okumak. Şimdi bu uzun öykü ‘Alakarga Yayınları’ nın şık baskısı ve Zeynep Avcı’ nın oylumlu ve titiz çevirisiyle yeniden okur karşısında.
‘Rappaccini’nin Kızı’ içeriğindeki basitlik bir yana, yazıldığı dönemde birkaç dergi ve gazetede bağımsız olarak yayınlanışı, farklı zamanlarda iki kere sinemaya uyarlanışı ve bir kere de O.Paz tarafından tiyatroya uyarlanışıyla bile önemli bir yapıt niteliğini taşıyor.
Hawthorne, bu uzun öyküyü 1844 yılında bilimsel ve teknolojik gelişimin bir alegorisini yapmak üzere yazmış. Rappaccini isimli işine delicesine bağlı bir bitkibilimci, onun güzel kızı Beatrice ve bu güzel kıza aşık olan genç Giovanni arasında geçen hikâyede, bir yandan sınırsız bilimsel gelişim arzusunun hastalıklı boyutlarının eleştirisi yapılırken bir yandan da oldukça iyi tasarımlanmış bir kurgu eşliğinde umutsuz bir aşk ve tarif edilemez bir güzellik bir araya getirilmiş.
Pek çok öyküsünde de bahçeleri ve özellikle ormanları oldukça koyu renkli bir fon olarak anlatısının zeminine yerleştiren Hawthorne’un bu öyküsündeki zehirli çiçeklerle süslediği bahçenin Cennet’i onun güzel kızı Beatrice’nin Havva’yı, genç aşık Giovanni’nin de Adem’i ve sapkın doktor Rappaccini’nin de Tanrı’yı temsil ettikleri söylense de aslında bu hikâyenin gayet seküler bir biçimde kötü tasarımlanmış ve daha da kötüleştirilmiş bir dünyayı temsil ettiğini de öne sürebiliriz.
Bütün güzelliğinin geri planında hırsla zehirlenen bir dünya ve bu dünyayı bir hırs uğruna zehirleyen gücün karşısına aynı güzellikle çıkabilecek tek şey; Aşk.
Şahin Torun, 04.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Takip et: @torunsahin
Sonsuz Ark'ın Notu: Bu çalışma Star Gazetesi StarKitap'ta yayınlanmıştır. Seçkin Deniz, 04.07.2015
Kitap:
Rappaccini’nin Kızı
Nathaniel Hawthorne
Çev. Zeynep Avcı
Alakarga Yayınları
Şahin Torun Yazıları
Takip et: @torunsahin
Sonsuz Ark'ın Notu: Bu çalışma Star Gazetesi StarKitap'ta yayınlanmıştır. Seçkin Deniz, 04.07.2015
Kitap:
Rappaccini’nin Kızı
Nathaniel Hawthorne
Çev. Zeynep Avcı
Alakarga Yayınları