(Nişanlı bir kızın Hocaefendi de olsa, nihayetinde yabancı bir erkeğin resmini öyle kucaklayıp her namazdan sonra bakmasını bir türlü anlayamadım.)
Resim, Üniversite Öğrencileri için kurulan tuzakları temsil etmek üzere seçilmiştir. Sonsuz Ark
Bugün geçmişten bazı anılarıma gittim.. Üniversite yıllarıma.. Bazı anlar vardır, bazı anılar.. ruhunuzda derin izler yaparlar, bu izler siz ne yapsanız, ne etseniz geçmez.. Bu anlatacaklarım o kadar derinliği olan şeyler değil tabi.. Yine de üniversite, barınma, öğrencilik, fakülte yılları denilince ara sıra hatırlıyorum işte.. (İç açıcı bir şeyler anlatmak isterdim ama kazın ayağı öyle değil veya dışı seni içi beni derler ya.. İşte bu kapsama girecek türden bu anlatacaklarım…) Üniversite dönemimin ilk yılında kaldığım “X Cemaat Evi” ortamını hatırlamışken yazıya aktarmayı düşündüm..
Cemaatin hangisi olduğunu söylemeye gerek görmüyorum.. (Bence hemen hemen hepsi aynı minvaldeler.. Bence diyorum, gözlemlerim bu yönde çünkü.. Ama içlerinde iyi olan, alışılmışın dışında olan türde evler var mıdır, belki; bilemeyeceğim.. çok da umutlu değilim açıkçası...) Belki bu yazıyı okuyan ve çoluk çocuk sahibi olup evladını lise veya üniversite yıllarında bir cemaat yanına barınmak için göndermeyi planlayan ebeveynlerin bir kez daha düşünmesine vesile olup küçük de olsa bir ışık tutabilirim..
Dediğim gibi bu benim hikayem.. Bir evde üniversiteyi kazanan bir genç varsa ilk sevinç etkisi yerini “Nerede kalacak, nerede barınacak?” sorusuna bırakır.. Duyarlı bir aileniz varsa, sizin rahat ve güvende olmanızı istiyorlarsa ilk düşündükleri cemaat ve dernek evleridir.. (Hele de devlet yurtları şaibelere karışmışsa ve elenecek şıklar arasında dahi bulunmuyorsa başka şansınız yok demektir. )
Devlet yurtları daha yeni yeni düzene girdi diyebiliriz.. Benim dönemimde maddi imkanlar ve barınma şartları açısından dahi epey sıkıntılı olan devlet yurtlarına, hele de kız yurtlarına pek iyi gözle bakılmazdı.. Haliyle böyle bir seçenek hiç düşünülmemişti.. (Çalışan ve iyi-kötü bir düzeni olan bir aileniz varsa onlar da haliyle peşiniz sıra gelip ev tutup başınızı bekleyemezler ya.. Böyle bir şık da yoktu yani anlayacağınız.. Kala kala cemaat evine kalmıştık..)
Babamla üniversite okuyacağım şehre gelmeden önce burada okuyan benden birkaç yaş büyük bir ablayla görüştük.. Bu cemaatte kalıyordu ve çok övmüştü.. Anlattıklarına bakılırsa her yönden idealdi.. O bize birkaç isim ve adres yazılı bir kağıt verdi.. Kağıdı cebimize koyduk yollara düştük..Ne kadar da heyecanlıydım.. kayıt yaptırdık, birkaç kişiyle tanıştık ayak üstü.. Sonra doğruca verilen adrese.. Israrla bana yurdu söylüyorlardı ve ben yurtta kalmak istemiyordum.. Üstelik yurt fiyatları çok absürd düzeyde ve binası fakülteden oldukça uzaktaydı.. (Babam için o fiyatı ödemek çok zor olacaktı, ona yük de olmak istemiyordum.)
Sonra biz bunları konuşurken odaya bir öğrenci geldi.. Baktı bizim halimize.. Yurt Müdiresi'ne “Kardeşimiz evlerde kalsa nasıl olur” dedi.. Birkaç allem kallemden sonra eve yazdılar beni.. Maddi olarak gerçekten çok ucuz olacaktı.. Evler sekiz dokuz kişilikti, her odada en çok üç kişi kalınıyordu.. Kira ve diğer gelirler kişi sayısına bölünüp ortaklaşa ödeniyordu.. Üstelik fakülteye yürüme mesafesindeydi ve taşıt ücreti yoktu.. kısaca yurda göre çok çok hesaplıydı… (Yarı yarıya kârda olacaktık neredeyse.. Ben epeyce rahatlamıştım.. Babama daha az yük olacaktım.. )
Kayıt yapılmış, barınacağım yer ayarlanmış, geldiğimize göre daha rahat bir psikolojiyle memleketimize dönmüştük.. Gün geldi çattı, iki valizimle babam bu kez beni yerleştirmeye getirdi.. Bu emin ellere bırakıp gitti.. Ayrılık edebiyatına da girmeyeceğim.. Yaş on altı.. Henüz çocuk denecek bir yaşta bir başınıza hayatı sırtlanıyorsunuz.. Zor tabi.. Neyseki evdeki herkes ablalarımdı ve bana iyi bakacaklardı.. Babamın içi rahattı anlayacağınız..
Yazımın başında "X Cemaati Evi"'ydi dedim.. Evde hep bir “Hocaefendi” lafı dolaşıp dururdu.. İlkin yadırgamıştım.. Gerçi ben en başında da bir cemaatle kalmayı hiç istememiştim, ama, benden çok, beni iyi düşünen babamın sözü geçerli olduğu için ve başkaca alternatifim de olmadığı için kerhen razı olmuştum..
Çantamda Kuran Meali, Ali Şeriati, Mevdudi, Seyyid Kutub kitaplarıyla gitmişim, biraz uçarı, biraz özgür bir gencim, yani, benden ehl-i tarik, ehl-i tasavvuf bir genç zor çıkardı.. Onların da bunu fark etmesi uzun sürmedi.. Evin en küçüğüyüm diye idare ettiler besbelli.. Bir keresinde okuduğum kitaplara laf ettiler.. Bunları burada okuyamazsın, dediler.. Onlara göre ismini saydığım insanlar tiye alınacak insanlar değildi, Hocaefendi kitapları olmalıydı evde sadece.. Yine sadece onların dergileri, kaset ve cd.leri..
Evin salonunda bir televizyon vardı, Hocaefendi videolarını seyrederdik.. O ne diyorsa feyz ve huşu içinde dinlemeliydik.. Sabah namazlarından sonra uyumak yoktu.. Evrad okumak amacıyla her gün bir odada bir araya gelir uykulu gözlerle içimizden birinin Evrad ve Ezkar'ı okuyuşunu dinlerdik.. (Ne çok sıkılırdım Ya Rabbi..)
Ara sıra evde 'Hatme Yapmak' için diğer evlerden öğrencileri de çağırıp halkalar kurardık.. Tabi ben sadece bir kez böyle bir halkaya katıldım.. Ne komik gelmişti bana.. 'Hatme' denilen şey şu: Evin salonunun orta yerinde el ele tutuşup bir halka kuruluyor, ortasına bazı taşlar getiriyorlar, birisi yönlendiriyor, ölüm, şeyh, şöyle böyle şeyler vs.i (Rabıta yapmak adına) hatırlatıyor.. taşları avuçlara koyup söylenen Ezkar ve Tesbih cümleleri sessizce okunuyor.. (Ağlamak da lazım.. hiç değilse ağlama modunda olmalısın ki feyzi yakalayabilesin..)
Yapsınlar, ama beni de halkaya dahil edeceğiz diye zorlamasınlar tabii.. Zaten ilk ve son Hatmeme, baktılar zora gelmiyorum, tatlı dille ikna etmişlerdi, “Gel bir kere katıl, feyzini al, zararın olmaz vs” diye sözde ikna etmişlerdi..
Ve ablanın biri tembihlemişti.. “Sakın ha, hatme esnasında gözlerini açma, gözlerin kör olur.” Bunu diyen abla Kimya öğretmenliği son sınıf öğrencisiydi.. İçimden gülmüştüm tabi.. Hatme kurulmuştu, halka olmuştuk, eller sımsıkı kilitlenmişti, Hatme'yi yöneten abla habire bir şey söylüyordu, tabi ben gözlerimi açmıştım ev arkadaşlarımı seyrediyordum.. Gözlerimizi kapatıyoruz diye başladıklarında da hiç kapatmamıştım ki.. Kör mör de olmamıştım.. Böyle hurafelere üstelik üniversite son sınıfa gelmiş ve çok yakında öğretmen olacak birinin inanmasına aklım almıyordu.. (Saçları başları dağıldı, ağladılar, selpak mendillere, peçetelere burunlarını sildiler, kendilerinden geçtiler, bende tık yoktu.. Dedim ya benden ehl-i tarik bir genç olmazdı..)
Bağnazlığın yaşı yoktu.. Bunu küçük denilebilecek yaşta öğrenmiştim..
Ara sıra Hocaefendilerinin vaazlarını dinlemek için il dışına yolculuklar tertipliyorlardı, gitmek yine şarttı, ama ben yine gitmiyordum.. Şu gözünü açma kör olursun diyen abla, “Aman dedi oraya gidersen kalbini temiz tut, Hocaefendi hakkında içinden kötü şeyler geçirme, o kalbinden geçeni dahi bilir”.. (Burada “yuh” diyebilirsiniz.. Gerçekten yok artık denecek düzeyde hocaefendiyi kutsamaları vardı.)
Mesela yine başka bir abla, üstelik nişanlıydı, her namazdan sonra Hocaefendi'nin kartpostal boyuttaki resmine bakar, kalbinin üstüne bastırarak, “Ayy hocaefendiyi çok seviyorum, canım benim vs.” der, ağlaya zırlaya dualar eder, onu kendisini Allah’a yaklaştıran bir vesile kabul ederdi.. Ölüm Rabıtası yapmadan önce ve dua etmeden önce şeyhinin yüzünü gözünün önüne getirmesine bu fotoğraf yardımcı oluyordu.. (Nişanlı bir kızın Hocaefendi de olsa, nihayetinde yabancı bir erkeğin resmini öyle kucaklayıp her namazdan sonra bakmasını bir türlü anlayamadım.)
Bunlar tamamen şirke götüren şeylerdi.. Bunları kendi çapımda söylemek istediğimde, hep gerekçeleri vardı.. İşte bir müdüre, başkana giderken bile araya elçiler konuluyorken, direkt olarak kapısını çalamıyorken biz aciz kullar için Allah’a gitmek öyle kolay mıydı, bu insanlar/şeyhler-hocaefendiler salih insanlardı ve dualarını istemek, vesile edinmek yanlış değildi..
Vesselam evde hep bir çatlak sestim ve hoşlarına gitmiyordum.. Bazı fakülte hocaları ve arkadaşlarım için ikaz ediliyordum. Tıpkı okuduğum kitaplara olduğu gibi.. Onlara gitme, onlarla görüşme diye.. Kuran ve sünnet diyen, cemaatsiz, derneksiz kişiler kötüleniyordu. Onlar radikal, onlar vehhabi, deniliyordu.. (Tabii ben yine de onlarla görüşmeyi sürdürüyordum..)
Bir de ilgimi çeken şey o ablaların karıncayı dahi incitmeyecek düzeyde naif ve duygusal olmalarıydı.. (Ses tonlarını nasıl o hale getirirlerdi, nasıl öyle mülayim ve kısık sesle konuşurlardı onu da anlayamadım..)
Sonra ev, ev değil, sanki şirketti, yurttu.. Mutfakta yemek vakti atıştıramazdık.. Eğer es kaza karnın acıkır da mutfağa dolanırsan yediklerinin parasını tezgahın ucunda duran para kutusuna koyman gerekiyordu.. (Mutfak mutfak değil, bakkaldı mübarek! Hepsi hak geçmesin diyeydi, ha yanlış anlaşılmasın.. İnsanda iştah mı bırakıyorlardı ki?)
Bu zor bela geçen bir yılın ardından böyle olmayacak deyip başka bir dernek yurdunda kalan ve benim gibi muzdarip olan bir arkadaşla birlikte, radikal bir karar alarak eve çıktık..
Daha on altı-on yedi yaşlarında genç kızlar olarak, fakülte binasının çevresini ayaklarımız şişene kadar günlerce dolaşarak ev aramamız ve eve çıkış sürecimiz, babalarımızı ikna etmemiz, yeni ev arkadaşları bulmamız, eşyasını şusunu busunu ayarlamamız epey sıkıntılı oldu, ama değdi mi dersiniz, değdi çok şükür..
En azından şahsiyetlerimiz rencide edilmiyordu ve sürekli birilerinin bize “din” adına tahakkum edip ahkam kesmesi son bulmuştu..
Heca Ris, 07.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, İronik Felsefe