"ABD'yi kurtarıcı bilmeyi mazur gösteren sebeplerin baş edilmezliğiyle kapadık 20. yüzyılı, aynı minvalde ilerliyoruz."
“İslamcılığın ölümü” dönem dönem benzeri yorumlarla gündeme
geliyor medyada. Kanımca İslamcılığı bazen kerameti kendinden menkul “Siyasal
İslam” tanımı açısından, bazen de “Müslümanların Siyaseti” olarak görmekle
kısıtlı yorumlar bunlar. Çünkü –tabiatı gereği- İslamcılığın ölümünden değil,
geri çekilmesinden söz edilebilir.
İslamcılık -İslam’ın değil- Müslümanların
siyaset ve kültür alanında dönemsel refleksleridir. İslam sabittir, İslamcılık
dönemsel meselelere odaklanan bir birikim faaliyeti, bir sorumluluk üstlenme
gayretidir. Çeşitli yorumları vardır. Demokrat olabilir, otoriter de olabilir.
Gelimli gidimlidir. Gider, birikir, şimdiki zamanın soru ve cevaplarıyla geri
gelir.
Türkiye’de 1970’lerden itibaren yükselen İslamcılık,
Türkiye’ye, içine kapanmakla veya dışa bağımlı olmakla da üstesinden gelemediği
kuruluş zaaflarını hatırlattı. Hatırlatmakta kalmadı, acilen çözümler bulma
gereğini öne sürdü. Hiç olmazsa elli yıllık birikimiyle de bir sorumluluk
üstlendi.
Ulusalcılığın bastırmakla görünmez kılacağını var saydığı Kürt Meselesi'nin çözümü için gerekli cevapları haizdi İslamcılık. Kelime-i Tevhid’in
“La”sı, Allah’tan başka bir otoriteye tabi olmaya izin vermeyen bir ufuk
açıyordu önümüze. Yeni bir vatandaşlık, katılım, güç merkezli değil hakikat
merkezli bir kalkınma, gelişme, eğitim, aile, sanat, şehir, medeniyet görüşü…
Türk ve Kürt’ün, kadın ve erkeğin, zenginle fakirin, eşitlik ve adalet
ölçülerini gerçekleştirme sorumluluğuyla buluştukları secde, yok edilememiş bir
kardeşliğin imkânlarını aramanın zeminiydi.
Bütün bunları, Kürt Meselesi'nin hâlâ muhasebesi yapılmamış
yönlerine bakışımı kişisel açıdan değerlendirmede bir giriş olsun diye belirtme
gereği duydum. 1980’lerde içinde bulunduğum İslamcı kesimlerde köken,
belirleyici bir nitelik olmaktan uzaktı. Türk-Kürt, hepimiz yoğun okumalarla
İslam’ı öğrenmeye çalışıyorduk. Küçük odalarda, Kur’an ve ilmihal öğretilen
mekânlarda, gecekondu mahallelerinde Müslümanların ve insanlığın dertleriyle
dertlenmeyi birlikte öğrenmeye çalışıyorduk. Ulusalcı eğitim sistemi ve kamunun
sağlamaktan uzak durduğu öğrenme ve buluşmalar için kendimize mekanlar kuruyor,
ortamlar oluşturuyorduk. Ulusalcı kamunun yasakları ve kısıtlı dili, alternatif
kamuların arayışına sevk ediyordu. Bu bağlamda sürdürdüğümüz çalışmalar, Refahlı
belediyeler tecrübesinden itibaren bir devletleşme, devlet gibi görme
eğiliminin sınavlarına tabi olmaya devam ediyor.
Bazen ulus devletin katı sınırlarının sebep olduğu
daralmadan kaçarken ideallerini uzak beldelerin direnişleri üzerinden okumaya
başlayan “Romantik İslamcılık”tan söz ediyorum. Sezai Karakoç’u da bu tür bir
İslamcılıkla eleştirenler oluyor. Oysa Karakoç, elli yıllık planlardan yoksun
olduğumuzda yapıcı adımlar atamayacağımızı söyler hep. Elli yıllık planlardan
yoksunluğumuz bir tarafa, bir öngörüden ve dayanışmadan da yoksunuz.
Ulusçuluğu ortaklaşa eleştirsek de Türk kökenlilerin farkına
varmadan sahip olduğu ayrıcalıklar yok muydu? Ayrıcalık, mesela dili nedeniyle
horlanmamış olmaktı. Mehmet Uzun’u, Mehmet Efe’yi anasının dilini unutmaya zorlayan
öğretmen baskısını birçok açıdan tanısak bile bu yönüyle yaşamamıştık.
Bunlar
pek konuşulmazdı aramızda. Çünkü bizler İslam’ı yeniden öğrenirken bir Zeyd,
bir Sümeyye, Yasir, Ammar, Selman, Hatice eşitliğinde buluştuğumuzu
düşünüyorduk. Hep beraber okuma yazmayı yeni öğrenen çocuklar gibiydik, ama
beraberdik. Zulme kapı açan sistem ise bütün korkunç uygulamalarına karşılık
soyut bir varlık sergiliyordu. İslam gelince dertler bitmeyecek miydi?
İslamcılar, devlete, düzene, iktidara ele geçirme ya da intikam veya ebedî bir
iktidar arzusuyla yaklaşmayabilecek, vatandaşını birinci ikinci sınıf diye
ayırmayabilecek bir bakış açısını Kürt ve Türk demeden birlikte geliştirmeye
gayret ettiler.
Elbet ana dalga dışında farklı eğilimlere sahip İslamcılıklar olduğunu
da hatırlamak gerekiyor.
Türklerde (ve Milli Görüş’te) etkili olan milliyetçi
muhafazakâr damar, Kürt tarafında da eksik olabilir miydi? Ancak ana söylemi
oluşturan kadınla erkeğin Allah karşısındaki eşitliğini benimseyen, adaleti
önemseyen, demokrasiye güvenmese bile seçimlere inanan, Batıcı veya Doğucu
olunması gerektiğini düşünmeyerek evrensel nitelikli okumalar yapmaya çalışan
bir İslamcılıktı.
Ulus devletin dışına attığı İslam coğrafyasını konuşmaktan
buralarda neler olup bittiğini konuşmaya gelmiyordu sıra. Darbe ertesiydi. Hep
“Darbe Ertesi”nde yaşanmaz mı zaman bu topraklarda?
Birey, Kürt veya Türk
değildik. Kadın veya erkek olarak Asrı Saadet zemininde yaşıyor gibi olmayı
başarmalıydık. İslam’ı yeniden öğreniyor ve adeta kendi kendimizi yeniden
doğuruyorduk.
Hocalarımızın, ağabeylerimizin çoğu Güneydoğu şehirlerinden Kürt
kişiliklerdi. Evleneceğimiz kişiye kadar danıştığımız, fetva istediğimiz
alimler ekseriyetle Kürt'tü. Senelerce aynı kitapları okuduk, panellerde
konferanslarda konuştuk, dergiler çıkardık.
İlk dergi cemaatı tecrübesini -Aylık Dergi ile eş zamanlı olarak- yaşadığım dergi olan Girişim’de yazar
ağırlığı Kürt’tü.
Yazı yazdığım bir diğer dergi olan Yeryüzü dergisi “Kürtçü”
olarak suçlanırdı. Girişim’in gençlikten kaynaklanan bir heyecanla dile
getirdiği başlıklar 1990’larda Yeni Zemin’de daha oylumlu olarak açılacaktı.
Ben Yeni Zemin’de en fazla birkaç yazı yazdım. Edebiyata ağırlık verdiğim,
yolculuklarla geçen bir dönemdi.
Şimdilerde kimi Kürt Gençleri İslamcıları bir zulme seyirci
kalmakla suçluyor. Elbette doğru, Diyarbakır Cezaevi’nden yükselen işkence
seslerini zamanında duyamadık. Darbe yıllarıydı, sansür vardı, İslami
arayışımızın önündeki engelleri aşmaya çalışıyorduk. Ancak Kürt yazarlarla
birlikte, çeşitli çalışmaların içindeydik. Sesleri duyanlar duymayanlara
anlatmalıydı. Diyarbakır hapishanesini, ölüm kuyularını, asit tarlalarını
gecikerek öğrendik ne yazık ki. Tabii bu bir zulmün yaşandığının farkında
olmadığımız anlamına gelmiyordu.
Fakat biz zaten genel olarak düşüncelerini birbirine
anlatabilmeyi başaramayan bir toplumuz. Kamusal alanımız buna izin vermeyecek
ayrımcı bir yapıyla malul olarak temellendirilmiş. Sadece duymak istediği
cümlelerle idare etmeye çalışan bir siyaset, bir kültür de ister istemez
kırılganlaşmaz mı?
Yeni Devir’de yazarken bazen “Kürt” bir âlimin
olumlu/olumsuz bir eleştirisini ulaştırırlardı bana. O dönemde veya takip eden
yıllarda ayrıntılı olarak düşünme gereğini duymadığım köken farkı etrafında,
kimi Kürt gençlerinin eleştirileri üzerine düşünmeye başladım.
Hocalarımızın
Kürt veya Türk kökenli olması üzerinde durmadığım bir ayrıntıydı. Fakat ne
kadar çok Kürt Hocamız varmış!
Ve evet, çeşitli İslami ölçüler konusundaki
tedirginliğimize karşılık nasıl da kardeşçe konuşabilmişiz!
1980’lerde her kesimden insan “La” diye söze başlayarak
okuma yazmayı yeniden öğrenen kardeşler olmuşken, birbirimizle konuşamaz hale
geldik. İşte, bedenlerimiz kan sızdırırken bölge bir kez daha parçalanmak
isteniyor. Kürtler bu parçalanan yapı içinde kendilerine ait bir devlet
arıyorlar.
Ulus devlet ideolojisi zaviyesinden bakıldığında bu talebe
söyleyecek bir söz bulunamaz. Cılızlaşan “Biz”, “daha fazla sayıda devlet”
demek; hep böyle oldu. Emperyalizmin “böl ve parçala” taktiğini paranteze
almaya yüreklendiren acı dosyaları fazlasıyla kabarık."
ABD'yi kurtarıcı bilmeyi mazur gösteren sebeplerin baş
edilmezliğiyle kapadık 20. yüzyılı, aynı minvalde ilerliyoruz.
Ulusçu Kemalizm’in tevhidi tedrisatı kelimelerimizi
kısıtladı, inançlarımızı özel alanda yaşamaya zorlandık, tamam, ama daha sonra
ne oldu?
Hep Kemalizmi, ulusçuluğu, emperyalizmi suçlamak, uzak ülkeler
düşleri/düşüncesi İslamcılığının avuntusu olabilir. Biz kendi aramızda ne
okuduk, nasıl anladık?
İslamcılar, elli yıl boyunca siyasal kutuplaşma dilinin
dışında geliştirdikleri kardeşlik diliyle 2000’lerde bir umut kaynağı olmayı
başarmışlardı. İslamcı aktörlerin muhafazakarlık kimliği altında devletle
bütünleşmesinin bir sonucu, laik/ulusçu bir dilin mütedeyyin Kürt kesimlerde
yankılanması oldu.
Kendi varlıklarını ulusçu paradigma ile belirleyen ve bölge
sorunlarına emperyalizmin desteğiyle çözüm arayan İslamcılar bu olup bitenleri
hâlâ “haddini bildirme” diliyle tartışıyor.
“İslamcı” olduğunu belirten
okur-yazarların manşetler bağlamında hiç olmazsa otuz yıl boyunca eleştirilen
ulusçu, feodal ve militer üslubu onayladığı izlenimi, toplumsal dil tashihi
açısından büyük bir hayal kırıklığı. İslamcılar devleti dönüştürme sürecinde
hazırlıksız yakalandıkları sorunlar tarafından manipüle edilirken, bu
sorunların ait olduğu dili kullanmayı da önemli bir ayrıntı olarak görmediler.
Roboski’de ağırlık kazanan ve adaleti paranteze alan devlet dili bir kırılma
noktasına yol açtı. Şimdi kimi dindar Kürt Gençleri İslamcıları Kürt Meselesi'ne
geç uyanma konusunda suçluyorlar. Oysa kendileri de artık geri çekilmekte olan
İslamcılığın bir parçası olarak “sınır”lı, “devlet”li düşünüyorlar.
Yazımın
girişinde belirttiğim gibi, zaten İslamcılığın artık açıklama gücü kalmadığı,
bu nedenle de geriye çekildiği söylenebilir.
Beri taraftan İslamcılar sıklıkla ağırlıklı olarak “Kürt”
kişiliklerden ders alan “öğrenciler” olmuşlardır. Kürt hocalarımız bize ulusçu
siyasetlerle ve dille barışı sağlayamayacağımızı öğretmişti. İslamcılar olarak
dünyaya köken perspektifinden bakmamayı sağlayan bir dünya görüşünün, bir
dayanışmanın birikimlerinin kıymetini bilemedik. Ulusçu siyasetlerle
emperyalizm, bizleri tabi kılan kurguyu birlikte yürütmüyorlar mıydı?
“Kötü insanlar kumpas kurarken iyi insanlar plan yapmalıdır”
der, Martin Luther King. Elli yıllık planlarımız yok, ama sanki hafızalarımız
da yok, birikimlerimizin kıymetini bilmiyoruz.
Kardeşliğimiz istenmiyorsa da
kardeşlikte direnmeye hakkımız yok mu peki?
Türk ve Kürt hocalarımız asli
kardeşlik sebebinin “din” olduğunu öğretmişlerdi bize. Hayal kırıklığı
hepimizin, yeni ortak sorular üzerine düşünmek de hepimizin sorumluluğu.
Cihan Aktaş, 11.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20263/hepimizin-hayal-kirikligi
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20263/hepimizin-hayal-kirikligi