"Muhacir kendini nereye kadar indirgeyebilir?"
Kıztaşı civarında bir kültür merkezine 'İrfan Sineması' başlığı altında konuşma yapmak için gidecektim. Davet eden öğrencilerden biri yolumun zaten oradan geçtiğini söyledi. Tasarladığım ziyaretin yerini tutmayacaktı, böyleyken daha fazla gecikmektense uğramayı istedim.
O beni İtfaiye Durağı’ndan aldı, yanında arkadaşları da vardı, birlikte parka doğru yürüdük. Bir grup mülteci kadın ve çocuk çimlerin üzerine yaydıkları pike ve battaniyelerle, sandıkla sepetle piknik yapıyormuş gibi görünüyorlardı uzaktan. Vakit ikindiye yaklaşıyor. Yılın bitmesine bir hafta var, olağan kış soğukları henüz görülmedi, ancak hava durumu raporlarına göre bu gece soğuklar başlıyor.
Öğrenciler kendi aralarında tartışıyorlar: Gece için bir dam altı bulunsa da gündüz saatlerinde yine burada toplanmak isteyecek kimileri. Birinin kardeşi, diğerinin annesi, bir diğerinin oğlu adres olarak bu parkı öğrendi.
Park, geçici adresleri; doğrusu kara kışta bile uzağına gitmek istemiyorlar, akrabalardan haberci gelebilir. Biri kampta daraldığını, bir diğeri ablasını aradığını söylüyor. Birkaç erkek var başlarında, üç beş kuruş ekmek parası kazanıyorlar sağda solda. Ne iş yapacaklar? Taş taşıyor, kaldırım döşüyor, harç karıyor, hamallık yapıyorlar.
Parklarda gecelerken galiba zaman daha hızlı geçiyor; işte kış geldi, ama umulan kavuşmalar gerçekleşmedi. Burada, göz önündeler; zabıta huzur vermiyor ve yanı sıra nefret dolu cümleler eksik olmuyor etraflarından. “Selam” asıl işte bu şartlar altında bir değer kazanıyor olsa gerek. Şehrin manzaralarını lekeledikleri söylendi yüzlerine, ten renkleri ve dilleri yüzünden istenmedikleri duyuruldu. Nefret karşısında hayata tutunmak nasıl da zor olmalı! Gençler Facebook üzerinden arayışlarını sürdürüyor. İzmit’te bir çiftlik için işçi arıyorlarmış ve Suriyeli olabilir, ailece gelsinler, diye haber göndermişler. Kim gitmek ister ki İzmit’e, bakalım giden olur mu?
Bu yardımlaşma faaliyetini, geceleri uyumayıp sosyal medya yoluyla şimdi hangi parkta kaç mülteci var öğrenerek yardımları seferber eden bir fotoğrafçılık öğrencisi örgütledi. Elindeki ihtiyaç listesine yeni şıklar ekleyen Türk Dili Ve Edebiyatı öğrencisi ve Arap Dili mezunu gönüllü tercümanımız beni İMÇ Blokları’nın arka sokaklarında bulunan apartmana götürecekler. Beterin beteri oluyor.
Öğrencilerden biri Esenler Otogarı’nın hemen önündeki tarla gibi bir arazide açlık ve soğuktan titreşen mülteci ailelerin otogar güvenliği tarafından maruz kaldığı kötü muamelenin haberini veriyor. Çok iyi, insancıl diye bildiğimiz insanlar bile, onları İstanbul’da görmek istemiyor, diye anlatıyor Şair. Sinema Öğrencisi bildiği Kürtçe kelimelerle anlaşmaya çalışıyor kadınlarla.
Geçici de olsa bir çatı altı bulunmalı bugün; birden soğuması bekleniyor havanın. Bir beşik aranıyor; beşik en fazla ihtiyaç duyulan eşyalardan biri. Çocuk bezi, mama, acil ihtiyaç listesinin ilk sıralarında yer alıyor. Dayanışma Platformu bir depo kiraladı, bağışlanan eşyalar orada toplanıyor. İhtiyaç listesi gözden geçiriliyor. Acilen gereken eşyalar şunlar: 6 tane çift kişilik ranza, 12 yatak, yastık, battaniye… Soba, odun kömür, beşik, BİM kartları…
İnsan yola düşmek zorunda kaldığında neleri yanında götürmek ister? Bütün bir ömür boyu çeşitli sebeplerle biriktirilmiş nice eşyayla vedalaşma zamanı bile bulunamaz. Önemi de yoktur bunların; canlar yitirilmiş, bedenler sakatlanmış, gönüller yaralanmıştır; evler dağılmış, şehirler harabeye dönmüştür. İlaçlar, kimlik belgeleri, mücevherler, yedek giysiler… Muhacir kendini nereye kadar indirgeyebilir? Bebeğini terk edenler olur hicrette, gidilen yol korkutucu bulunduğu için. Buna benzer hikâyeler anlattılar Hocagıyaseddin Mahallesi, Yoğurtçuoğlu Sokak’taki apartmanda.
Semtte sayısız benzeri bulunan yıkıldı yıkılacak izlenimi veren üç katlı izbe bir apartmandı. Fakat geniş gönüllü apartmanlar bunlar, her halükârda şimdilik oturulabilir; bir konfor vaadi yok, uzun vadeli bir beklenti söz konusu olamaz zaten.
Giriş katının sahanlığı üst üste yığılı kutularla kaplı. Birkaç çocuk Arapça kelimelerin karıştığı bir uğultu içinde atlamalı zıplamalı bir oyun oynuyorlar. Sahanlıkları kaplayan ayakkabılar ve çocuk sesleri herhangi bir dairede normal sayılanın on katı kadar ailenin barındırdığını düşündürüyor.
Parkta bekleyen aileler için ne büyük şans olurdu bunun gibi parka uzak olmayan bir apartmana geçmek. Yüzü, üstü başı kirli çocukların bakışlarında olağan çocuk ifadesinin dışındaki o “her sürprize hazır olma” ifadesini yakalamak şaşırtıcı değil; yine de sarsılıyorum. İnsana, hayata, savaşlara ve sanata dair bildiğim ne varsa unutmuş gibiyim. Biraz sonra bir yerde konuşma yapacağım. Ne anlatacağım?
Küçük odada yer minderlerine oturduk, geride kalanlar üzerine konuşuyoruz. “Birbirimize dualarımızla yakın olalım.” Bunu söyleyen, yola düşemeyecek kadar yaşlı ve hasta bir adammış.
“Sanki mezarlarda yatanlara bizlerden ve geleceğe duyacağı umuttan daha yakındı” diye anlatıyor kızı, Hatice. “Tek dileği vardı: Halep’te ölmek.” Peki, daha sonra ne oldu? Haber alamadık. Bir o tarafa giden kafileye katıldı deniyor, bir bu tarafa. Herkes ayrı bir şey söylüyor. Öldü diyenler de oldu. İnanmamayı tercih ediyoruz. İnatçı biriydi hep, yine de kendimi sorguluyorum: Benimle gelsin diye elimden geleni yaptım mı?
Birkaç belge ve bir dua cümlesiyle ile yola düşmüş Hatice. Onu dinlerken Güney Afrikalı romancı Nadine Gordimer’in “July’in İnsanları” isimli romanını okurken aklıma düşen cümleyi hatırlıyorum: İyiliğimiz veya masumiyetimiz korunaklı hayatımızın sağladığı imtiyazlardan yoksunlaştığında geriye ne kalır acaba? Kentlilikle ilişkilendirilen alışkanlıklarımızın zorunlu araçlarından bilerek veya mecburen mahrum olduğumuzda geriye bizden ne kalır?
“İşte böyle yün bir şalım vardı” diyor Rula; katlayıp çantamın üstüne koyduğum şalımı gösteriyor. Kehriman rengi. Tercüme ediyor Arap Dili mezunu çocuk: Kehriman, kehribar demek.“Çok üşüyen biriyim, yanımdan ayırmazdım. O bile bir yerlerde kaldı.”
Kalın bir kazak var üzerinde, yine de elektrik sobasının yanı başına oturmuş. İlle de bir bardak çay ikram etmek istiyor, ancak sadece uğradık biz. Başka bir gün geleceğiz.
Yarım saat içinde normal denilen bir hayatı karıştıracak türde onlarca hikaye dinliyorum. Anlatıcılar başlarından geçeni bir başkası yaşamış gibi aktardıkları için kafamız karışıyor bazen. Başka nasıl dayanabilirler?
Emanet verilen bir bebekten söz açılıyor. Bombardıman nedeniyle yola düşülürken ulaşılamayan o bebeğin Türkiye sınırları içinde olduğunu öğrendiler, kavuşmak için gün sayıyorlar. Bebeğin annesi Aksaray’da bir lokantada bulaşık yıkıyor şu saatlerde. Bunu söyleyen Rula, bebeğin halası; o da hastanede çalışıyor, biraz önce döndü işten. Çamaşır yıkıyormuş. Günlük ücreti 15 lira, ancak halinden memnun. Bir yerleşmenin içinde değil, sadece günü geçirmeye çalışıyor.
Bütün bunları kesilmek bilmeyen bir uğultu içinde konuşuyoruz. İrili ufaklı çocuk grubu koşturuyor odalarda, bazen bir şikayette bulunmak için geliyorlar yanımıza. "Çok acıkıyorlar", diyor Hatice, Türkçe. Aklıma gelen soruları unutuyor, “Kehriman” şalıma yabancılaşıyorum. Onu, Rula’ya iletilmek üzere öğrencilere bırakmak geçiyor içimden, düşünüp vazgeçiyorum. Aynısından alıp göndermek daha doğru olmaz mı? Peki, ben biraz sonra ne anlatacağım irfan sineması üzerine?
“Bizim eve gelmiş olsaydınız size işte şöyle bir sofra donatırdım.”
Geniş, terasının etrafı Muhammediye gülleriyle kaplı bir mutfaktan söz ediyor Rula. Çalışmıyordu, ihtiyacı yoktu. Sabah saatlerinde çocukları okula eşini işe yolladıktan sonra tekrar yatardı. Haftada bir gelen bir yardımcısı vardı, ona güvenirdi ev işlerinde. “Şimdi böyle göründüğüme bakma,” dedi. Kremleri, cilt temizleme sütleri, mücevherleri, dolaplar dolusu giysileri vardı. Bahçeli bir evde yaşıyordu. Kocası ziraat mühendisi olduğu için komşularınkine göre daha bir bakımlı ve zengindi bahçesi.
Evi top atışı sırasında yıkıldı, kocası ve iki çocuğu öldü. Yaralı bereli halde kendini akraba göçünün akışına bıraktı. Üç beş parça kişisel eşyayla yola düştü. Bazılarını –kehribar şalını da- ine çıka, yollarda yitirdi.
İnsan kendini nereye kadar indirgeyebilir? Bir eşya, bir söz, bir ihtiyaç, dahası bir amaç… Beklediği bir bebek var, yeğeni, sonunda bulunacak; geriye kalan hiçbir şey o kadar önemli değil. Bebekle ilgili olumlu haberlerden söz ederken aydınlanıyor yüzü. Bir fotoğrafı olsaydı da gösterseydi keşke.
Vakit akşama yaklaşıyor. Koca bir evim bir ailem vardı, şimdi rüya gibi geliyor, diyor Rula. Kendime acıyıp duramam, o günleri geri getiremem çünkü. Burada çok çocuk var, görüyorsunuz, ihtiyaçları bitmiyor, sık acıkıyorlar. Çalışarak kendimi unutuyorum, yorulmak ruhuma iyi geliyor. Şimdi çocuklarla birlikte pazara gideceğim.
Semt pazarının akşam saatlerinde kalan sebzeleri dağıtıyor kimi pazarcılar. Halep’teki bahçesinde yetişen fasulyeler, domatesler, patlıcanlar gibi değil torbasına atılan, ama olsun. Neler neler yaşadı bu eve gelinceye kadar; yemek pişirecek bir tencereye sahip olmak bile şükrü gerektirirmiş. Sahi, mütebbel yapacak akşama; bildiğimiz tahinli patlıcan salatası. Bazı pazarcılar giyecek de veriyorlar. Tezgâhlar kaldırılmamışsa, kaybettiğine benzeyen bir şal için bakınacak. Havalar daha da soğuyacağa benziyor.
Bir gün mütebbel yemeye davet ediyor bizi. Zaten gelecektik, sonra bir plan yapacağız öğrencilerle; kültür merkezine gecikmemem gerek. Bir alt kattaki daireye de uğrayacaktık, ama gerçekten vakit daralmıştı. Gençler beni Kıztaşı’na doğru geçirirken acil ihtiyaçlardan söz açıldı. Hırkalar, kabanlar, atkı ve bereler, eldivenler, bot ve çizmeler…
Bir şeyler birikti birikti, “Kehriman” yün şala eklendi, ancak o apartmana götürülemedi. Karne tatilinde gitmeyecek miydik “mütebbel” davetine? Edebiyat Fakültesi öğrencisini aradım. Haber gözümden mi kaçmıştı? “Terk edilmiş üç katlı binanın büyük kısmı gürültüyle çöktü.”
Çökme gündüz saatlerinde gerçekleşmiş. Ekipler göçüğün altından üç kadın ve sekiz çocuk çıkarmışlar. Ölen yok Allah’tan. Haberleri inceledim. Hastaneye kaldırılanlar arasında Rula ve Hatice yoktu. Çalıştığı hastaneyi aradım: Rula oradan ayrılmış. "Tuzla Kampı’na gitmiş olabilirler", dedi Edebiyat Öğrencisi birkaç gün önce aradığımda.
Aslında artık öğrenci değil o, mezun oldu. Yıllar nasıl da hızlı geçiyor. Halepli mülteciler yolunu gözledikleri bebeğe kavuştular mı, yaşlı adamdan bir haber alınmadı mı, merak ediyorum.
Cihan Aktaş, 18.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20273/karsilasmalar-bir-duayla-yola-dusen-kadinlar
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20273/karsilasmalar-bir-duayla-yola-dusen-kadinlar