"“Büyü” çoğu kez masallar çağıyla özdeşleşen annenin hayat seyriyle de iç içe eksilmeyi sürdürüyor."
Bir arkadaşım izlemem için “Hâlâ Buradayım” (2014) filmini gönderdi. İlgimi çekeceğini düşünmüş. Kurgu gerçek üzerine yeniden düşündürüyor. Film başoyuncusu Julianna Moore’a Oscar kazandırdığı için bu sene yeniden konuşuldu. Alzheimer konulu filmler ilgimi çekse de uzağında duruyorum. Yeni, farklı bir yüzleşme gerektirirmiş gibi. İris Murdoch’un hastalık dönemine yoğunlaşan “Iris”ı da (2001) henüz izlemedim.
Bütün çabanıza karşılık asla kapanmayacak bir suçluluk duygusu uyandıracak şekilde sizi seyirci bölümüne yerleştiren bir hastalık, Alzheimer. O hızla değişiyor ve yardımınıza izin vermiyor.
Bakışlarına oturan kaskatı çılgın ifade, mazisinin bana karanlık sahnelerine dalıp çıkmaktan yorgun, bütün o zihinsel hızlı geçişlere bir anlam verememek yüzünden de panik içinde olduğunu anlatırdı. Biraz önce neredeydi ve şimdi hangi yıllara geçti, az sonra nereye savrulacak?
Elinden tutsanız da aynı yorucu geçişleri el ele sürdüremiyorsunuz. Sen zaten kimsin acaba, kızı mı, annesi mi, yoksa evde bulunmaması gereken bir yabancı mı? İnsanı erişilmez kılan hastalık yaşlanan bedeni bir çocuğun, bir genç kızın, zaman akıp giderken de bir bebeğin tepkilerine zorluyor.
Kopuşu birden başlamadı, uzun ve acıklı bir veda yaşandı. Anne zaten hiçbir zaman ölmüyor. Kendi mimiklerinizde, ses tonunuzda, zevk ve eğilimlerinizde yaşıyor.
Siyah üzüm, tahinli çörek, leylak rengi giysi ve Cem Karaca severdi. Bir cümleyle, hatırayla, yemek tarifiyle, şarkı ve duayla, eşya veya giysiyle kendini hatırlatıyor. Onunla karşılaşmadığım yer ve zaman yok. Sadece hatıralar değil, eşyalar da değil. Sevdiği adreslerin önünde duralıyorum.
Çınar Mahallesi’ne çıkan yokuşun hemen altında, vitrininde yağlı boya tablolar sergilenen bir mağaza var. Durup incelerdi. Özellikle pastoral tablolar ilgisini çekerdi. Sevdiği tablolardan birini alıp hediye etmiştim. Salonun duvarına asmıştı hemen. Manzaranın içinde dikkat çeken kuşlarla, tavuklarla konuşmaya başlamıştı son bir yıl içinde.
Mektep Caddesi’nde ikinci el eşyaların satıldığı sayısız mağaza var. Sonbahar içinde bir gün caddeden geçerken mağazalardan birinin önünde bir kuzine soba çarptı gözüme. Çağrışım ve hatırlamalarla sarsılarak, düşünceler içinde döndüm eve.
Kuzine soba üzerine ilk kez düşünüyor değilim. Proust'un madlen kekinin büyüsü bilincimde sahurda kuzine sobanın fırınında ağır ağır pişmekte olan cevizli keteye karşılık geliyor.
Mutluluğa inandıran tek varlıktır büyü. O bozulduğunda, tarifini az çok yapabilsek bile mutluluk hep elimizden kaçan bir hedef. “Büyü" çocuksu bir şey zaten, "büyümek" onu elimizden alıyor, o yüzden sanatçılar çocuk çizgilerine yönelmeye çalışmaz mı? “Büyü” çoğu kez masallar çağıyla özdeşleşen annenin hayat seyriyle de iç içe eksilmeyi sürdürüyor.
Kuzine soba, gece ve gündüz bir masal kaynağı, büyüye dahil olan çağların tanığıydı. Bütün evi o ısıtıyor, yemekleri de ve gözünde hep ağır ağır pişen bir şeyler oluyor: Kete, börek, kömbe, elma, patates, kestane… Kapağının deliklerinden fışkıran alev yalımları benimle birlikte masalları okur/dinler ve yeni masallara kaynaklık etmez miydi?
Annemin elleri mor eldivenler geçirdiği izlenimi uyandırırdı sobayla mutfak arasında gidip gelirken. Kışların “kara” nitelemesini hak edecek şekilde sert geçtiği bir iklimde ellerinde hiç olmazsa yedi ay görünürdü o eldivenler. Kış Ramazanı gecesi o ne zaman kalkardı da kuzine sobayı yakardı, bilmezdim.
Mutfakta ilkel bir tüplü ocak vardı, ama sahur, kuzine soba etrafında dönüp duran bir telaş demekti. Annem masalı devinimleriyle var eden bir peri kızıydı. Ne zaman mayalanmıştı hamur, hangi aralıkta yakılmıştı soba?… Cevizli ketenin veya üzümlü böreğin pişmekte olduğunu anlatan kokuyla uyanırdım sanki sahura.
Ramazan sahurları her zaman bir parça çocukluk günlerine dönüş. Fakat yuvaya dönüş imkânsız, çünkü herkese yetecek büyük bir kuzine sobam olmadığını biliyorum artık.
Kuzine soba uzun yıllar boyunca hayatımızdan kayboldu. İstanbul’daki evimizde standart bir kömür sobasıyla yaşadık yıllarca. O sobanın türlü işleriyle babam ilgileniyordu. Sobanın kirini isini daha fazla belli ediyordu apartman dairesi. Doğal gaza geçildiğinde annem mutlu olmuştu. Soba varsa, “kuzine” olmalıydı zaten.
Kuzine soba zamana uydu, kalorifer sistemine geçiş yaptı. Odun ve kömürle çalışan eski tipi bazen bir evde bazen terk edilmiş bir mekânın geçici düzeninde karşıma çıkardı, çıkıyor. Babam yıllar sonra yaz mevsimini geçirmek için köyde, aile ocağının yerinde iki katlı bir ev yaptırdı. Evin mutfağına sonbahara sarkan aylar hesaba katılarak eski tip bir kuzine soba kuruldu, ama yakıldığını hiç görmedim; Ağustos’ta giderdim ben.
Birkaç yıl önce her sene yaptığımız gibi köyümüzdeki evde buluştuk. Hava yaz mevsiminde bile serin olur çam ormanlarının eteklerinde yer alan bir köyde. Kalın hırkalarla idare edebilmiştik hep ama bu kez durum farklıydı. Akşama doğru soğuk hırkalarla baş edilemeyecek kadar arttı.
Babam bahçede biraz dolaştıktan sonra birkaç iri kütük getirip sobanın yanına koymuş, ardından bir battaniyeyle televizyonun karşısına geçmişti. Annem ise üşüdüğünü veya ısındığını bilmeden ortalığı karıştırmaya devam ediyordu. Hastalığının orta evrelerindeydi. Hareketli ve huzursuzdu. Hep bir şeylerin arayışı içinde, çekmeceleri ve dolapları karıştırıyordu.
Onu izlerken, hatırlamakta zorlandığı geçmişini aydınlatacak izler peşinde olduğunu düşünürdüm. Mesela ben gerçekten onun kızı olabilir miydim? Çünkü genç bir kadın, hatta çocuk olduğunu sanıyor. O köşede battaniyelerin altında büzülmüş yatan yaşlı adam kim öyleyse?
Banyo yapmak, saçlarını taramak, giysilerini değiştirmek istemiyor. Huzursuz bir arayış içinde dolaşıyor odalarda. Tanımlayamıyor düşüncelerini. Metaforlarla konuşuyor. Aynaya baktığında şaşkına dönüyor, karışıyor kafası ve söylenerek uzaklaşıyor görüntüden. O yaşlı, yüz hatları birbirine karışmış, saçı başı dağınık kadın kim?
Onu battaniye altında tutmak imkânsız. Bir metamorfoz yaşamış gibi hiperaktif haller sergiliyor. Hırkasını çıkarıp atmış bir yerde. Giydirmeye çalıştım; direndi. Çıplak ayaklarla bir de balkona mı çıkıp gelmiş? Terlikle arası hiç hoş olmamıştır zaten.
Mevsim güya yaz, ancak karıştırdığı çekmecelerden birinde gözüme ilişen yün patikleri giymesi için uğraştım; karşı çıktı. Birbirine karışmış bir dantel örtü ve yemeni yığını arasında kenarı ısırılmış bir şeftali geldi elime; hiç hoş değil bu. Şaşırtıcı da değil. Diş macunu buzdolabından çıkabilir.
”Hâlâ Buradayım”da, filmin erken Alzheimer’a yakalanan dilbilimci kahramanı buzdolabında şampuan bulmadı mı? Yemek saati yaklaştı. Sobayı yakar yakmaz sofrayı hazırlayacağım. Gerçi o artık acıktığını ve doyduğunu bilmiyor. Bazı yiyeceklere takıntısı var. Elinden almasan bir kilogram balı yiyebilir şimdi. Rejim yaptığını hiç hatırlamıyorum zaten, obur olduğu da söylenemezdi oysa. Şık giyinmek için özel çaba sarf etmez, rahat olmayı yeğlerdi. Doğuştan bir zarafeti vardı. Dişli biri olmadı hiç. Üzerine gelen insanlar karşısında şaşkına dönerdi. İyi de niye geçmiş zamandan söz ediyorum?
Onu torunlarına emanet ederek bahçeye çıktım. İşin aslında yıllardır soba yakmadım. Babamın sobanın yanına koyduğu odunlar fazla iriydi, ufak tefek odun parçaları, çalı çırpı aradım depoda. Bu hazırlığı gereğinden fazla uzattım, annem gibi geçmişime hızlı ve düzensiz dönüşler yaşadım çünkü.
Kuzine sobayı yakıp da göze görünmeyen hazırlıklarla pişirip taşırmak ve sofra hazırlamak onun işiydi. Bense çıra bulamamış, mutsuzluğum yüzüme yansımış vaziyette gazete parçalarının yardımıyla sobayı tutuşturmaya çalışıyordum.
Çocukluğumu öldürüyordum sanki ve gerçek anlamda büyümeyle yüz yüze gelmenin, bu büyümeye mecbur kalmanın önüme serdiği açıklamalar ağrıma gidiyordu. Onlar gerçekten yaşlanmıştı. Annem doğru dürüst cümle kuramıyor, çoraplarını giyemiyor, çatalını kavrayamıyor. Küfürbaz, çılgın, pasaklı ve saldırgan bir çocuk gibi davranıyor. Babam ise onun hastalığına inanmamak için her şey çok normalmiş gibi davranmayı yeğliyor.
Odunlar tutuştu sonunda, sobanın kapağını kapatarak üzerine çaydanlığı yerleştirdim. Babam battaniyesi ve kitabıyla gelip sedire uzandı. İçeri odalarda çekmeceleri karıştırmaya devam eden annemi ısınmaya çağırdım. İlgilenmedi. Rengârenk kurdele ve çözülmüş yumaklardan oluşan bir karmaşa arasında bir şey arıyordu. O şey her ne ise, sobanın sıcaklığından çok önemli geliyor değildi. Bilinci başka bir bağlama kilitlenmişti.
“Hâlâ Buradayım” filminin dilbilimci kahramanı Alice, Elizabeth Bishop’tan bir cümle aktarıyordu: “Kaybetme sanatında ustalaşmak zor değildir.”
Üzerine düşünüp duruyorum günlerdir. Annem dört yıl önce bugün vefat etti. Anne, kuzine soba, kasaba, kış ramazanı, tipi uğultusu ve cevizli kete kokusu bir daha asla bir araya gelmeyecek...
Güzellikle hatırlanan bir yere kaybolmuyor, buna inanıyorum. Hayatın olduğu gibi ölümün de bir adaleti var.
Cihan Aktaş, 25.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20283/kuzine-soba-buyu-ve-annem
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20283/kuzine-soba-buyu-ve-annem