"Zihin her an, her durum için hummalı bir tercüme faaliyeti içindeyken, sezgi şerh düşmeden, tercümeye yeltenmeden “Sessizce beni takip et” diye fısıldıyor kulağımıza..."
Bugünlerde doktor arkadaşlarımla ve dönüşüyle Türkiye için kalbimde yeni bir umut uyandıran Efe’yle görüşmemek en iyisi galiba:)
Mücella’da, Şükran’da, Bilgin’de bioenerji konusunda fikir beyan etmediler. Sanırım pozitif bilim saflarında yer almayan bu disipline karşı çıktıkları ve fakat çaresizce sarıldığım bir ilaç olduğunu fark ettikleri için seslerini çıkarmadılar.
Onlar bir şey söylemedi, ama Efe açık açık, 'bioenerjiyi de bütün o reiki, yoga vs. cümlesinden gördüğünü ve asla böyle bir şey kalkışmamam gerektiğini' anlattı örneklediği gerekçelerle.
Bense onkologumun “Bu ağrı ve acılar için artık bizim yapacağımız bir şey yok” demesinden sonra denize düşmüş durumdayım:) Dışarıdan bakınca rasyonel akla mugayir bir şey yaptığım aslında.
Ancak zihnimiz sanki bu tür oyunları seviyor; rasyonel akıl sezgilerimize kafa tutmaya bayılıyor. Biz kaybetsek de çoğu zamansa sezgilerimiz kazanıyor bu oyunu ama…
Zihin her an, her durum için hummalı bir tercüme faaliyeti içindeyken, sezgi şerh düşmeden, tercümeye yeltenmeden “Sessizce beni takip et” diye fısıldıyor kulağımıza...
Spinoza’nın, Gazali’nin ve dahi başka filozofların da en ehemmiyet verdikleri yetilerden sezgiyi ve dolayısıyla onun dilini keşfetmek, ezbere bildiklerinizin yanında, bilmediğiniz yolların varlığından haberdar olmak ve neyle karşılaşacağınızı bilmeden o yolda yürümek heyecan verici bir şey.
Ne kadar kulağınızı tıkarsanız tıkayın, zihnin elediği bütün hesaplar yolun bir yerinde sizi sezgiye çıkarıyor ve sonunda boyun eğip kulak veriyorsunuz o sese.
Zihin ispat istiyor, sezgi ispatsız kendisine davet ediyor; bu muamma içinde pür dikkat bir dinleyici olarak kaldığınızda, sezgileriniz sizi bir şekilde rasyonel aklın ölçülü biçili yollarından çekip, müphem ve macera dolu bir yola sürüklüyor…
Benimki de böyle bir hikâye işte; macera dolu… İyileşirsem Efe’nin ağrıları dinmeyen annesini de bioenerjiye götürmek istiyorum.
Sezgilerim bunun olabileceğini söylüyor:)
***
Bugün bioenerjide beşinci günüm.
Dün Melek Hanım seansa başladıktan hemen sonra ağırdan ağırdan acı duyduğuna dair sesler işitmeye başladım. Kıpırdamamam gerektiği için dönüp bakamıyordum, seansın sonunda zarif beyaz ellerini gösterdiğinde çok ama çok şaşırdım;
Melek Hanım'ın eli ve kolu şişerek neredeyse iki katına çıkmış ve simsiyah olmuştu.
“Bak senin hastalığın yaptı bunu” dedi.
Benim hastalığım?
Bedenimde gezen, elimi kolumu, ayağımı ağrıtan, acıtan, yakan şeyler nedir böyle, bu karanlık nasıl oluyor da bedenimden çıkıp bir başka insanın bedenini bu kadar tahrip ediyor ve ben bu kadar tahribatla nasıl yaşıyorum, nasıl yaşadım?
Melek Hanım'ın yardımcısı, “Bugün bütün randevularını iptal etti, akşama kadar ancak atacak sizden çektiği bu ağırlığı. Bugün ağrılarınızı oynattı yerinden, yarın daha iyi olacaksınız inşallah, ama sakın kimseyle görüşmeyin ve konuşmayın. Hatta tokalaşmayın bile enerjiniz dağılmasın” diye sıkı sıkı tembihledi.
Dün de bugün de eve döndükten sonra bütün bedenim ağrılar içinde kaldı. Yarın ne olacağını merak ediyorum…
Melek Hanım kendisinin “Mumya” diye telaffuz ettiği “Mumiyo” adlı bir ilaç verdi bir de bilgilendirme notu ile birlikte.
Mumiyo ile ilgili bilgi notunda şu tür satırlar var: “ Mumiyo özü eski zamanlardan beri sağlıklarını iyileştirmek amacıyla Orta Asya ve Doğu halkları tarafından kullanılan, bağışıklık sistemini takviye eden ve enerji seviyesini yükselten detoksifiye (toksinlerden arındırma) özelliği olan bir biyolojik canlandırıcıdır. Tanrı Dağları, Altaylar ve Himalayalar’daki kayalıklardan elde edilir. Sanskritçede “Dağların Fatihi, Dağ Kanı gibi deyimlerde kullanılmaktadır. Mumiyo kimyasal katkı içermemekte, tabii anabolik, anti-septik anti-toksik ve anti-bakteriyel özelliklerin hepsine birden sahiptir.”
Melek Hanım “Şifa benden değil Allah’tandır unutmayın” diye de hatırlatmada bulunarak katran tadında bu tuhaf ilaçtan günde üç kere almamı tembihledi.
Şimdi gelelim bu tedavinin benim için en zor kısmına; kimseye dokunmamak:)
Dokunarak tedavi eden şifacı, dokunmaktan men etti çünkü.
Oysa dokunmayı dokunarak iletişim kurmayı o kadar severim ki; tılsımlı bulurum dokunmayı…
Dokunmamak tam bir ceza benim için; dokunmanın iyileştirici bir yanı olduğuna inanıyorum, karşımdakinin varlığını onayladığımı ona göstermenin bir yolu olduğuna inanıyorum dokunmanın.
Bunu hissettirmeyi hissetmeyi de çok seviyorum…
Konuşurken ara sıra belli belirsiz sırtına dokunurum sevdiğim insanların, yanlarında olduğumu hissetmelerini, taşıdıkları kaygıları, üzüntüleri birlikte yok edebileceğimizi anlatmak isterim böylelikle…
Bunu ne ölçüde yapabildiğim tartışılır ama şimdi tam da dokunmak yasakken aklıma geliverdi işte…
Bir de sözlerle dokunmak var ki, o da bambaşka bir şifa kaynağı; dostlarınızdan duyduğunuz kelimelerin her zaman ruha dokunan bir yanı var, “Yarın görüşürüz inşallah”, “Hemen geliyorum”, “Ablacığım”, “Özledim yahu”, “Senin için dua ediyorum unutma”, “Allah’a emanet ol” Şşunu bi okusana, harika”, “Sakın ihmal etme”
Bu kelimeleri, cümleleri duyacağınız ve söyleyeceğiniz insanların varlığı ne şahane bir şey…
Ve bütün bunların üstünde Kur’an, “sözlerin en güzeli” olan Kur’an…
“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rabb-lerinden korkanların, bu Kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır.” Zümer Suresi 23.Âyet Meali…
***
Bir de konuşma yasağı var, konuşurken de epey enerji kaybediyormuşum çünkü.
Dün Jale geldi, söyleyeceklerimi kâğıda yazdım o da konuşarak cevap verdi.
Bu yıl anaokuluna başlayan dünya tatlısı Zeynep’imiz, Fevziye ile Ebubekir’in kızı uzun zaman sonraki ilk görüşmemizde düşüp alnını yaralamıştı. Dikişleri alındı mı diye merak ettim, yeğenimiz Tuba Amerika’ya gitmek için vize almaya gelecekti onu da merak ettim. Jale’de aradı sağ olsun. Ardından Zekiye’yi aramasını rica ettim, sesini duymayınca daha çok özlüyorum onu çünkü onu da aradı.
Bu konuşmalardan sonra Jale elimde yine kalem kâğıt görünce isyan etti, “Aaa Neşe abla benim de enerjim gidiyor, ama arayamam artık kimseyi:)" deyip kahkahayı patlattı.
Pes ettim tabii ki…
Bir zen üstadı gibi sessiz kalmak enteresan bir tecrübe velhasıl…
***
Enerjinin bünyeme yerleşmesi için seanstan sonra en az dört beş saat da uzanıp dinlenmem gerekiyormuş, ama yalnızca gidiş iki saatime mal oluyor. “Dinlenme” nin ilk iki saatlik kısmını da eve dönerken kalabalık otobüs ve dolmuşlarda yapıyorum mecburen:)
Şimdi sessiz sedasız Atila’nın yeni keşfettiği bir komedi dizisinin ilk bölümün seyredeceğiz birlikte, biraz “enerji” toplayıp yarına hazırlanmam lazım :)
Not: Saksıda çiftlik yaptım, fotoğraftaki Afak’ın çocukluk oyuncaklarının da yardımıyla tek bir şimşir ağacı olan o çiftlik. Son eğlencem bu, şimdi sırada bu çiftliği beğenenler için yeni çiftlikler inşa etmek var:)
Neşe Kutlutaş, 30.07.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 14.09.2012)