30 Temmuz 2015 Perşembe

SA1589/KY1-CÇ137: Hasırlı/ Roman- Bölüm 2-6

"Yazgım kadınlara eşlik içinmiş; bunu şimdi daha iyi kavradım. Bu yerde, bu kadınlar cehenneminde daha bir iyi anlaşılıyor her bir şey."

“Cinayet etmedi cânı gibi anın câm
Boguldı seyl-i belaya tagıldı erkânı”
Taşlıcalı Yahya

BÖLÜM İKİ
6
Şaşılası bir durum.

“Sana çaresizlik içinde ne kadar ileri gittiğimi söyleyeyim mi?” tümcesini boşuna beklersin.
Dedirtmem; “Besbelli çok bunalmış garibim!”

Dedirtmem işte. Ya SEN hiç ağan bir yıldız gördün mü? Ve onların o kuyruğumsu “ŞEY”lerini koparmak arzusuyla kıvrandın mı? ve işte kıvrandım ben! İtiraf ediyorum; KIVRANDIM!

Koparıyorsun örneğin ve sonra bir teneke bağlıyorsun ve uçsuz bucaksız uzaya salıyorsun.. ne şamata olur değil mi? olmaz mı?

Ve işte hırsından kudurduğunu görür gibiyim!

Ve yağmur iyice şiddetlendi. Ve dolaştım birazcık has bahçede. Ve hafif hafif çiseleyen yağmur, sevincimi mutluluğu buldurdu. Getirdi. İyi ki Roxelenna’ya yağmuru özlediğimi söyledim de kavuştum yağmura.

Ve şuan ağlayabilirim!
Çığlıklar savurabilirim..
Zıplarım ve gülerim delice.. kahkahalarla gülerim..

“Biz evvelisi..”
“Siz evvelisi bir “ŞEY” değildiniz. Olsaydınız biz de bir ŞEY olurduk.. hem “ŞEY” olmak çok mu önemli?

Ölümlerden başka anılarınız var mı?

“Öksüz düzen alaylarınızdan başka?”

“Biz evvelisi aylarca develer üstünde, atlar üstünde yere hiç inmeden giderdik.. o zamanlar doğru dürüst bir şeylere rastlamadığımız zamanlardı.. öylesine kıt olurdu ki bahtımız.. ağzımızı bıçak açmazdı.. bazen de.. daha yeni çıkmışken yola.. henüz ne biz ne atlarımız, develerimiz terlemeye fırsat bulamadan talih tanrısı olanca haşmetiyle çıkardı karşımıza.. ah biz evvelisi..”

Siz evvelisi akınlarda çocuklar gibi şendiniz. Tunayı bin atlılarla geçerdiniz.. dıgıdık dıgıdık.. bilmem hangi şehrin kapısına kadar varırdınız göz açıp kapayıncaya kadar. Dıgıdık dıgıdık..

Kıştı mevsim. Diz boyu kardı yollar.. atlı kızaklarla yapılırdı yolculuk. Eninde sonunda varılırdı varılacak yere.. beklenenler bekleyenlerle buluşurdu eninde sonunda.. sarmaş dolaş olunurdu.
Suat için için ağlardı Sermaya, Necmi’ye, Medaha Yenge’ye..

Vildan kızardı için için Pislik Murat’a!
Medaha Yenge Sedye Hala’ya kızardı! Erdal’a, Daştan’a kızardı.

İşte siz şimdi idare lambalarının aydınlattığı odalarda sabahlarsınız. Aynaların karşısında uykuya dalarsınız. Savaş kösleri çalar uykularınızı, uykularımızı. Uyku çaldığında sizi hayıflanırsınız. Ben sevinirim. Uyku çalsın isterim.

“Uyku ey ulu uyku gel çal beni.. çal beni.. bir kabus olsun bütün bu olup-bittiğini sandığım şeyler.. başım ablamın dizlerindeymiş de ben uykuya dalmışım.. yüzüme konmak için çırpınan sinekleri kovmak için kan-ter içinde kalan ablamın devinimleri yaşatıyormuş bütün bunları.. yok muş yüzü nikaplı hecin deve süvarileri.. yok muş Ömer Ağa.. Medaha Yenge varmış ama.. yani olsun.. ey ulu uyku gel kaçır beni..  hadi gel..”

İşte uykumu çalan taş duvarlar.. taşlık. Ve buyruk;

“Tiz boğdurulsun!”
Tiz.. vakit geçirmeden..

Uykumu çalan ses.. sesler.. ağlayışlar.. yalvarışlar.. yakarışlar.. ilençler.. ne olur, ne olur sussun herkes ve her şey.. uykunun kollarına bırakacağım kendimi.. derin, süreksiz bir uykunun kollarına bırakacağım kendimi.. başkaca kurtuluş yolu gözükmüyor..

Yollar kesilmiş.. yollar tutulmuş..

“Kemuşin.. kemuşin.. meşlaşin.. meşlaşin.. meşlehşin.. meşlehşin.. kerubin kerubin.. cerubin cerubin.. tubin tubin eylin hüve..”

Yetiş Medaha Yenge! Yetiş Medaha Yenge.. işte bak kuşlarından biri daha çalınmak üzere kediler tarafından.. hem kanatları kırık bu kuşun.. hem uzun, up uzun yol gidecek soluğu da yok.. Medaha Yenge.. Medaha Yenge.. kortma benim ben.. ben Suat Ulu.. başımı gövdemden ayıracaklar sabahın ilk ışıklarıyla..

Başımda karıncalanmalar başladı. Tembel tembel kafama götürüyorum elimi. YOK! Olacak bir şey mi bu?

Bir hayli aradım olması gereken yerde. YOK işte!

Sağa sola bakındım.. işte.. iki adım ötede çamurlar içinde sol yanına yatmış boylu boyunca.. öyle mahzun.. öyle bungun bakışları var ki.. görseniz.. ah bir görebilseniz.. görebilseydiniz..

Tam karşımda. Karşısındayım. Bir tarafı çamura bulanmış.. hangi tarafı olduğunu çıkaramadım. Hala kanlar damlıyor.. azar, azar.. ayarı bozulmuş gibi.. bir ayarı varmış ta şimdi bozulmuş gibi.. öyle bir duygu duyumsatıyor.. usulca sokuldum.. yanı başına kadar vardım.. parmaklarımdan birini -hangisi olduğunu şu an anımsamıyorum- uzatıyorum, parmağım yanar gibi oluyor.. çekiyorum. Parmağıma bulaşan kanlar süzülüyor aşağıya.. birkaç saattir görmediğim başım ayaklarımın ucuna bakıyor.. çıplak ayaklarımın parmak uçlarına.

Ellerim sancıyor. İki elimin parmaklarına iğne batırılmış gibi sancıyor. Korkarak eğiliyorum. Gözlerine bakmak istiyorum kesik başımın.. utangaç bir hale bürünüyor.. yumar gibi yapıyor gözlerini.. utangaçtı.

Kesik kısımları iğrençti. Ömer Ağa’nın sırıtışından da iğrenç.. parçalanmış damarlar.. deri zerrecikleri.. sinirler.. yemek borusu.. etrafı yokluyorum.. cesaret toplamaya çalışıyorum böylelikle. Bun kendime bile sezdirmiyorum.. yeniden toparlayıp tüm cesaretimi, olanca gücümle dokunuyorum yemek borusuna. Karıştırıyorum. Parmağımı ileri-geri sokup çıkarıyorum. Bilemeğime kadar kan oluyor elim.. kulaklarını okşuyorum kesik başımın. Kana bulanan elimi saçlarında temizleme eylemimi sezmesin diye için için dua ediyorum.. umarım sezmez.. sezmesin.. diyorum.. içimin derinliklerinde.. temizledim ellerimi.. kendi kanımla kirlenen ellerimi kendi saçlarımda temizliyorum. Rahatlıyorum.

Kervana yetişmek için hızla uzaklaşıyorum yanından. Ayaklarıma sarıldı kesik başım gözleriyle. İttim. Ezdim. Hafif bir acı gezindi yüreğimde hepsi o kadar.

Ağlayacaktım. Ağlamalıydım. Ağlamaya karar verdim. Ve fakat işte ağlayamazdım ki.. daha birkaç dakika önce ezmiştim gözlerimi..

Zedelenen onurum muydu? Omur iliğim miydi? Bilemedim. “Omurgası yok bunun efendim.. omurgası yok!” bilseler böyle bir yargıda bulunabilirler miydi? Elbet hayır.. ben ne aptalmışım.. ben ne safmışım!

Bir cımbızla yolmalıyım tüm olmayan tüylerimi! Böylelikle belki görmezden gelirler varlığımı.. görmezden gelmenin bir yolunu bulurlar kim bilebilir ki?

Küçücük bir kız çocuğu sağ elini ileri uzatıp;

“ Bak! Bak baba bir bulut dağa düşmüş!” dedi. Adam güldü bakmadan gösterilen yöne. Gülmekle yetindi. Çocuk bakmasını istemişti babanın.. bunu anlamadı baba. Çocuk üstelemedi. Sarsmak istemedi babanın otoritesini.. çöl burası.. bir duyan olursa otoritesi sarsılmış bir babanın varlığını.. çocuk sustu. Sustu.

DAĞA DÜŞEN bir BULUT! Soluk bir karanlık düşmüştü üzerine. Birkaç parçası vardı BOŞLUK’ta. Paramparçaydı dağın üstünde. Çok çırpınmış olmalıydı. Ya da uzun süre çırpınmış olmalıydı ya da çırpınışı uzun sürmüş olmalıydı. Düşerken can havliyle kendini geriye atmak istemiş olmalıydı. Ve fakat başaramamıştı.. her halde böyle olmuş olmalıydı.

Kımıltısızlık onanan ŞEY olmayı becertmişti. Onandırmak için saatlerce nutuk çekmişti her halde.
Çocuk baktı, baktı.. babanın gülüşü takılıydı kulaklarına. Takılıp kalmıştı kulaklarına. Bir küpe kadar ağırdı. Yaşına orantısızdı küpeleri anlayacağınız. Anlayacağınız yasak düşünceler, arzular, düşler henüz yüreğine, beynine konuk olmamıştı Serma’nın. Pislik Ömer’i tanımamıştı henüz. Henüz sarı tüyler her hangi bir bölgesinde belirmemişti vücudunun. Ve henüz “KAN İŞEME” dönemi başlamamıştı.

Bir küpe kadar ağırdı ağzından dökülen sözcükler. Sallanıyorlardı bile. minicik elleriyle koparmak, çıkarıp atmak istedi, yeniden baktı babasına. Kulaklarını kaşıdı sırasıyla. Yani ikisini aynı anda kaşımadı. Babasını sevindirmişti. Düşünmek, düşündürmek yerine sevinmek, sevindirmek.. bellemişti bir kez bunu. Yolu da belliydi.

Sevinç adamı öksürte öksürte SEVİNÇ ADAMI yaptı.

Kime ne yalnızlıktan? Eli sıcacıktı babanın. O’nun elleri arasında kaybolurdu eli her zaman. El yutan bir eldi BABA’nın eli.

Çocuk usulca yana döndürdü başını; bir çocuk, el yutan bir el tarafından kaldırılıyordu.
Acımış olmalı dizleri!
Taş zemin acıtır.
Düşüş acıdır.
Taş zemin acıtır. Çölde olsa.. kaç kez düştüm.. bir keresinde bile acıdığını anımsamam.. ama burası.. tahta da acıtır.. çölden koparıp deniz taşıtına attıklarında ne çok acımıştı dizlerim.. topraktan daha katıydı.. ondan olmalı.. dizlerim çok acımıştı. Ve ayak tabanlarım patlamıştı.

Demiştim.. demiştim.. tahta yerine KANAT bulsam!

Ağaçlar yerine BULUTLAR tünenir olsa! Hem hiçbir yere de düşmesine izin verilmesin bulutların. Bulutlar düşmesin.. bulutlar düşmese olmaz mı?

Şehirlerdir, saraylardır kara düşünen! Kara kara düşünen! KARA BULUT’ları doğuran bu düşünüştür.

Soluklanacak HAVA bile yasta şimdi. Ve kuşlar da. Ve böcekler yasta! Gökyüzü gezilecek gibi değil. İkindi çaylarına nereye gidilecek? Öyle ise ne için kanat çırpılacak? Şimdi GÜLMEYİ PEÇE yapmış. Pudrayla da kalınlaştırılmış. Soyunup atamıyor! Belki de gizlenen bir şey’i biliyor! Gizlenmesi gereken BİR ŞEY’i biliyor olmalı!

Ve işte soruyorum bilinen nedir? Ve beklemeden yanıtlarınızı atladığım gibi atıma ve işte gidiyorum ve işte dört ayağı vardır atımın ve dördünün de alnı akıtmadır atlarımın ve ilkbaharda ekilen ekini söylüyorum işte güzün biçin ve biliyorum dudak bükeceksiniz ve işte büküyorsunuz dudaklarınız ve saklıyorsunuz benden. Benden saklamanın hazzını yaşıyorsunuz ve bu hazzı gümüş kadehlerde sunuyorsunuz birbirinize.. iğrenmeden bir bir ağızlarınızdan. Ve ama bilin ki ben biliyorum iğrendiğinizi.. iğrenmediğinizin iri yalanlar olduğunu biliyorum. Ve bu bilgiyi faş edeceğim. Ve benden gizlediklerinizi de ifşa edeceğim gün geçirmeden ve işte ediyorum ve meyveye dönüşüyor sözlerim ve size acı gelir ısırdığınızda ve kına yakarsınız şaşkınlığınızın ellerine ve parmaklarına ve resmini yaptırırsınız bir kadeh gül şerbeti karşılığında ve bilmezsiniz o ressamın neler çektiğini ve suçlarsınız kendisini ucuza sattığı yargısıyla ve çok umurundadır sanki sizin yargınızı yargılarınız ve işte umursamıyordur sizi gümüş çerçeveli aynalarınız bile kesememiştir hızını ve bilgisizliğinizi vurmamıştır yüzünüze ve kar yağmıştır güvendiği dağlara ve işte fırçası elinde sokaklardadır ve kendisine aittir ve işte göğsünü gerer ve işte geriyor ve siz bir şey anlamıyorsunuz ve ucuzluğun dik başlılığı yargısıyla caka satıyorsunuz ve odanızın başköşesine asıyorsunuz yaptırdığınız portrenizi ve resim uzmanı kesiliyorsunuz birden konuklarınızın karşısında ve işte gölgelerin yersizliğini anlatıyorsunuz konuklarınıza ve onlar da birer uzman edasıyla katılıyorlar yergilerinize ve işte sizin gözünüzden kaçan noktaları büyük bir pişkinlikle seriyorlar gözler önüne ve bütün konuklarınız bu edepsiz teşhir karşısında renkleri uçuk ve fakat gözleri iri iri açık teşhir edilenlere bakıyorlar büyük bir açlıkla ve güya dudak büküyorlar ve suçluyorlar ressamı ve ressam kazandıklarından çok kaybettiklerinin coşkusuyla esrik bir külhanbeyinden yalvararak elde ettiği bir testi şarapla denize karşı oturmuştur ve akşamdır işte ve deniz kenarındadır kurmuştur sofrasını gözlerden ırak ve sofrasında üzüm vardır suyundan ayrı olarak Frenk eriği vardır ve birazcık küflü peynir ve işte denize karşı oturmuştur kalyonların geçişine iç geçirmektedir ve vahadaki günleri çağırmıştır ve fakat yalnızdır işte ve der “Suat olsa şu an!” durur, iç çeker “Erdal olsa şu an!” yadına Necmi düşer gözleri bulanır ve işte dünyayı bağışlasanız Daştan sizin portrenizi yapma bu an kendisine aittir ve denize ve işte anılarıyla baş başadır yalnız da değildir artık bir an Pislik Murat belirir gözleri önünde güler ve bulanmaz midesi ve kusmaz ve “iyi çocuktu her şeye karşın!” diye iç geçirir işte aklanmıştır Pislik Murat ve ipek iç çamaşırlarıyla yakaladığı Suat belirir yeniden karşısında bu tek kişilik bir gizdir ve işte yüzü denize yöneliktir anılarını canlandırmaktadır imgeleminde ve coşmaktadır anılarıyla ve denizin sükunetine hayret etmekte ve fakat kıskandığını sezdirmemeye çalışmaktadır ve kendisini fark edenlerin yargılarını umursamadan denizle konuşmasını sürdürmektedir ve bilmektedir O’nu gözetleyenlerin “ İşte bir deli.. kesin dalgaları sayıyordur!” dediklerini ve fakat umursamazlığın koynunda atmıştır bir kere kendini Daştan ve işte size söylüyorum o dalgaları değil anılarını saymaktadır yüzü nikaplı hecin deve süvarilerinin rüzgarı fırlatmıştır O’nu bu kıyılara ve işte söylüyorum bir gün batımında zaman durmuştur O’nun için duran zaman savurmuştur o kıyıdan bu kıyılara daha uzak kıyılara ve dönmüştür yeni baştan payitahta bir umut belki düşlerinden en albenilisi yeni baştan getirmiştir bu kıyılara benim kokumu duymuştur ya da Necmi’nin ve fakat yalnızdır yine de canlıdır anıları tazeciktir dipdiri ve hatta körpedir anıları ve küskün de değildir cellatlarına tıpkı benim gibi ah evet siz dalgaları saydığını sansanız da dalgaları saymadığını ben bilmekteyim ve bu bilişle sizlerden bir adım öndeyim ve hep bir adım önde olacağım ve işte dalgaları saymıyor anılarını sayıyor ve bahar da eskimemiştir ve aşkları eskimemiştir ve inanmasanız da aynalardan aynalarda görünmekten hala nefret etmektedir aynalara bakmayı oldum olası sevmemiş ve hatta nefret etmiştir yine de bir an ilişse de gözleri yüzüne utanmaz kendisinden ve söylüyorum size onurunu hiç satmamıştır Daştan ve eğilmemiştir ve yenilmemiştir ve sönmemiştir içindeki ateş ve bilmiştir korumasını ve işte size söylüyorum aynadaki aksi utanç duyurtmaz insana ve işte söylüyorum hayıflanmaz Suat’a hayıflanmaz Vildan’a hayıflanmaz Serma’ya hayıflanmaz Sevgi’ye hayıflanmaz geceye-gündüze ve hayıflanmaz beklentilerinin el sallayışlarına ve yarım kalan tekerlemelere şarap testilerinin çabucak tükenişine de hayıflanmaz kuşlarının resimlerini yaptıranlara diş bilemez kapılmaz uzatılan kafeslerin albenisine ve işte yudumluyordur şarabını ve Pislik Ömer gibi de yapmıyordur yapıp eylediklerini ve işte alaca karanlık yitip gitmiştir ve artık gecedir ve denizin dalgaları kıyıları dövmüyordur.

Ve işte bir gün daha bitmiştir sizler için O’nun içinse fark eden bir şey değildir ışığın değişimi dalgalar yorganıdır Daştan’ın ve düşünde anılarıyladır. Cahit’ten Daştan’a dönüşümünün sorgusuyla ezik olsa da.. mutludur düşlerinde sarmaş dolaş olduğu anılarıyla.. ve diş bilemektedir bana ve size.. en çok da size! Bana diş biler arada bir.. oncacık olsun.. severim Daştan’ı.. Cahit’i sevmemiş olsam da..




Cemal Çalık, 30.07.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Hasırlı, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı