بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
Sonsuz Ark'ın Notu:
Aşağıdaki çalışma, kaynakları dikkate alınarak çok fazla eleştirilebilir içeriklere sahip değildir; ancak Türklerin müslüman olmalarıyla ilgili siyasî argümanların kasıtlı seçildiği dikkat çekmektedir.
Seçkin Deniz, 02.08.2015
Yesevilik
Batıni doktrinler tarihi açısından önem taşıyan bir başka mutasavvıf, kendisinden sonrakilerin yönünü çizmiş olan Türk sufisi Ahmet Yesevi'dir. Yesevi'nin yaşamına ve görüşlerine geçmeden önce, Orta Asya Türklerinin, İslamiyetin yayılma yıllarındaki durumlarına ve inançlarına göz atmak gerekir.
Kadim Uygur İmparatorluğu'nun mirasçıları olan Orta Asya Türkleri, bir güneş kültü olan Şaman dinine bağlıydılar. Naacal öğretisinin binlerce sene içindeki bozulmuş bir ifadesi olan Şaman dinine göre, Türkler, aynı Tanrının eril ve dişil ifadeleri olan Güneş ve Ay'dan doğmuşlardır. Şamanizm'in rahipleri Şamanlar, Güneş ve Ay tapınım törenlerinde kırmızı külah giyerler, kopuz çalarlar ve dans ederlerdi. Benzeri uygulama, Şamanist Türklerin devamı olan Anadolu Alevilerinde ve ayrıca Mevlevilerde de görülmektedir.
Şaman olabilmek, uzun bir inisiyatif yolu takip etmeyi gerektirirdi. Şaman adayları özel törenlerle rahipliğe kabul edilir ve ancak görsel sırları aldıktan sonra Şaman sıfatını kazanabilirlerdi. Şamanizme göre evrende her şeyin bir ruhu, canı vardı. Dağlar, göller, ırmaklar ormanlar hep canlı olarak kabul edilir ve ağaçlara kutsallık yüklenirdi. Güneş ve Ay, onların ortaya çıkmasına sebep olan en büyük Tanrının, Kara Han'ın oğlu olan Gök Tanrı "Ülgen'in birer sembolüydü.[1]
Şamanlar, Gök Tanrı Ülgen'e ulaşılabilmek için içlerine kapanır ve vecde ulaşmaya çalışırlardı. Şaman deyimi de rahiplerin bu hallerinden gelmekteydi ve "kendinden geçmiş kişi" anlamındaydı. Gök Tanrı'yı akılla algılamak mümkün değildi. Onun için Güneş ve Ay'ın, Tanrı Ülgen'in temsilcileri olarak saygı görmeleri, onlara tapınılması gerekliydi.
İnsan ile doğa arasındaki ilişkilere, insan ile insan arasındaki ilişkiler kadar özen göstermek gerekirdi çünkü bir taş, ağaç ya da nehrin ruhu, bir insanın ruhundan daha aşağıda değildi. Eski bir Türk destanı olan "Oğuz Kaan Destanı"nda, Türklerin doğuşu efsanesi şöyle anlatılmaktadır:[2]
"Oğuz Kaan, Tanrı Ülgen'e yakarırken, gökten bir ışık belirdi. Bu göksel ışığın ortasında bir kız vardı. Bu kız Oğuz'a üç çocuk doğurdu. Adlarını Güneş, Ay ve Yıldız koydular."
Bunlar, gökten yere inen ruhu remzetmek üzere, ucu aşağı dönük bir üçgenle sembolize edilmiştir.
"Daha sonra, Oğuz Kaan ormanda dolaşırken, bir ağaç kovuğundan bir başka kız çıktı. Bu kızdan da üç çocuğu oldu. Bunlara da gök, dağ ve deniz adlarını verdiler. Bu altı çocuktan Türk nesli doğdu".
Destanın ikinci bölümünde yer alan, ağaç kovuğundan çıkan kız doğanın, dolayısıyla evrenin sembolüdür. Ondan doğan üç çocuk da, gök Havanın, dağ Toprağın ve deniz de Suyun sembolüdürler ve üç çocuğun simgesi de, ruhun gökyüzüne, yani Tanrı'ya döneceğini gösteren ucu yukarı bakan üçgendir.
Her iki üçgenin birleşimi, eski bir “Mu” simgesi olan altı köşeli yıldızı, Tanrısal adalet yıldızını verir. Tüm bu ipuçları, Orta Asya Türklerinin tek Tanrılı bir inanış olarak kabul edilebilecek "Gök Tanrı" dinine inandıklarını göstermektedir.
Ülgen'in altındaki tanrılar ancak, ikincil dereceli tanrılardır. Buna karşın, bu tek Tanrı inancı Müslümanları tatmin etmemiştir. Zaten İslam peygamberi Muhammed, kendisi Türkleri tanımamasına rağmen, onları düşman ilan etmiştir. "Kıtat ül Türk" başlığı taşıyan bir hadisinde Hz.Muhammed, Türklerle savaşmanın özel bir anlamı olduğunu, kıyametin ancak, Müslümanların Türkleri öldürmelerinden sonra kopabileceğini söylemiştir.
Buhari'nin, "Es Sahih Kitabül Cihad" adını taşıyan, peygamber hadislerini derleyen eserinde Hz.Muhammed'in, "Geniş yüzlü, küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz" dediği belirtilmektedir. (Hadis temelli algılamaların geldiği nokta bu şekilde çıkarımlar yapılmasına neden, olmaktadır. Seçkin Deniz)
Bu hadis uyarınca Arap orduları Türk topraklarına girmiş ve "kâfir Türklerle öldürülmüşlerdir". Ancak, kıyamet kopmamış, netice Türklerin Müslümanlığı kabulü olmuştur. Emeviler yönetimi sırasıda Türkistan'a giren Arap orduları son derece ırkçı davranmışlar ve onların bu tutumu Türk halkının büyük tepkisine yol açmıştır.[3]
İki ulus arasında çok uzun süren kanlı savaşlar meydana gelmiştir Kentlerde yaşayan Türk halkı, işgalci Arapların bazı vergi muhafiyetleri tanıması neticesinde ve yoğun baskılar altında daha çabuk İslamiyete geçerken, göçebelerin Şamanlıktan kopmaları ve Müslüman olmaları daha uzun bir süreç almıştır. Sonunda kabul ettikleri Müslümanlık da, sadece görünürde Müslümanlık olmuştur.
Arapların zengin Orta Asya kentlerini işgali M.S. 630'larda başladı. Özellikle Halife 2. Yezid döneminde Türk hakanı Su-Lu'nun Arap ordularına yenilmesi, Müslümanlığın Türk topraklarına bir daha çıkmamacasına yerleşmeye başlamasına yol açtı.[4]
Araplar, Orta Asya Türkleri'nden bir bölümünü, köle asker olarak kullanmak üzere ülkelerine götürdüler. Arapların bu tutumu hiç de ummadıkları bir neticeye yol açtı. Büyük bir Türk göçü başladı ve zaman içerisinde, Arap egemenliğindeki toprakların tamamı Türklerin yönetimine geçti. Araplar için geçen yüzyılın sonuna kadar bitmeyecek Türk egemenliği başlamış oldu.
Türklerin, Emeviler'in getirdiği sömürgeci İslamiyete direnmeleri, iki ulus arasında kanlı savaşlara ve düşmanlığa yol açtı. Bu kuvvetli direncin altında, eski inançlarını koruma isteğinin yanı sıra, Emeviler'in aşırı Arap milliyetçiliği gütmeleri de yatıyordu.
Türkleri, yok edilmesi gereken ırk, kendilerini de üstün ırk olarak gören Emeviler, ırkçı politikalarını işgal ettikleri tüm Arap olmayan kentlerde sergilediler. Bir İran veya Türkistan kentinde yerli halkın Arap işgalcilerle aynı kaldırımda yürümeleri bile yasaktı.[5]
Bir Arabın geldiğini gören yerli, kaldırım değiştirmek zorundaydı. Emeviler için kendileri efendi, diğer uluslar köleydi. Arap olmayanlar, Arap kadınları ile evlenemezdi. Aksine davrananların kellesi uçurulurdu. Emevi devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Abbasiler, Emevileri desteklemiş olan Arap unsurlara güvenemezlerdi. Onun için atlarını paralı Türk askerlerine dayamak zorunda kaldılar.
Bu zorunluluk, Abbasiler'in, İslamiyeti kabul etmeleri koşuluyla tüm milletleri Araplara eşit saymaları ödününü getirdi. Bu arada meydana gelen bir olay, Türk-Arap yakınlaşmasına ve daha çok sayıda Türk'ün İslamiyeti kabulüne yardımcı oldu.
Orta Asya'da Çin-Türk rekabeti yüzyıllardır sürmekteydi ve M.S. 700'lerde Çin, Batı Türkistan'ın önemlice bir bölümünü ele geçirmişti. Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir saldırı başlatmaları üzerine Türkler, Abbasi'lerden yardım istediler.
Arapların bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk kuvvetleri Talas Meydan Savaşı'nda Çinlileri yendi ve Batı Türkistan Çin'in elinden kurtarıldı. Abbasi Halifelerinin paralı Türk askerlerinden meydana getirdiği ordunun başarısı, Türklere olan talebi artırdı ve bu talep önlenemeyen muazzam bir göçün başlangıcı oldu.
9. yüzyılda Türkler, Horasan ve civarında çoğunluğa ulaşmışlardı bile. Ancak Horasan'da hâkimiyet kurabilmek için bölgeye yerleşen Türkler, Müslümanlığa geçmek durumunda kaldılar. Çünkü Müslümanlığı daha önce kabul etmiş bölge sakinleri, başka bir dinden olanları aralarına kabul etmiyorlardı.
Türkler, kitleler halinde Müslümanlığa geçiyorlardı. Ancak çoğunluğu, Müslümanlığın Şaman dinine çok daha yakın olan İsmaili mezhebini seçiyorlardı. İsmaililer de bölgede son derece örgütlüydüler ve büyük bir güç halindeydiler. Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda böyle bir dönemde dünyaya geldi.[6]
Horasan ve civarında İsmaili Dai'lerinin yanı sıra, yine aynı mezhebe bağlı Fütüvve Örgütü de son derece yaygındı. Kendisi de, inisiye edilmiş bir İsmaili Dai'si olan Yesevi, Horasan İsmaili tekkesinin şeyhi konumuna yükseldi. Yesevi müridleri halk arasında Horasan erenleri ya da "Baba Erenler" olarak tanındılar.[7]
Diğer İsmaili dergâhlarında olduğu gibi Horasan tekkesinde de müridlerin şeyhin emirlerine kesinlikle uymaları, sembolleri ve sırları anlayabilecek olgunluğa gelmek için öğreticilerini sabırla dinlemeleri, sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle doğru olmaları ve ser verip sır vermemeleri beklenirdi.
Ahmet Yesevi, her ne kadar bir İsmaili Dai'si idiyse de, kendi tekkesinde bazı değişiklikler yaptı. Mesela, altı aşamalı olan öğretiyi, Fütüvve teşkilatlarını örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Yesevi müridinin şeyh unvanı alabilmesi için bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:
1-Tövbe edenler,
2- Bilginler,
3- Zahidler,
4- Sabirler (Sabredenler),
5- Salihler (Kurtulanlar),
6- Raziler,
7- Şakirdler (Öğrenciler),
8- Muhibler (İstekliler),
9- Arifler (Gönül Erenleri)[8]
Her biri birer derece niteliğinde olan bu aşamaların maliklerine verilen adlar, Yesevi'nin bir İsmaili olduğunun göstergesidir.
Yeseviliğin son basamağı olan Ariflerin hedefi, Tanrısal gerçeğe ulaşmak, ruhun tekâmülünü sağlayarak Tanrı ile bir olmaktır. Yesevi'ye göre bunun yegâne yöntemi içe kapanmaktır. Yüce Tanrıyı us ile anlamanın imkânı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle, kendinde var olan Tanrı'yı içinde aramalıdır. İçe kapanış, kendi benliğini bir yana atmayı, Tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir.
İçe kapanışla sağlanan derin sezgi, ruhu Tanrı'ya ulaştıran sevginin uyanmasına olanak sağlar. İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada Kamil İnsan artık Tanrı'yla bir olmuştur.
Yesevilik içe kapanma yöntemini Şamanist din adamlarından aldı ve bunu Batıniliğe uyguladı. Bu nedenle tarikat, Şamanizme bağlı geniş kitlelere hiç de yabancı gelmedi ve İslamın katı kurallarından kaçmak için çare arayan Türkler kurtuluşu Yesevilik'te buldular. Ancak göçebe halk, İsmaillik, Yesevilik ve Fütüvve aracılığıyla Aleviliği seçerken, kentlerde bulunan yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sünni görüşü tercih ettiler.
Türk yöneticilerin Sünniliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin yöntemlerinin kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkânlar sağladığını görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünniliğin kentli Türkler arasında tutulmasını ve kurumsallaşmasını sağlayanların başında Selçuklular gelmektedir.
Daha önce de görüldüğü gibi Bağdat Hilafeti Mutezile ve İsmaili hareketlerinin baskısı altındaydı. Selçuklular güçlenip, Gazzelileri ve Bizans kuvvetlerini yenince Abbasi halifesi Kaim, İsmaili baskısından kurtulmak için Selçuklu Sultanı Tuğrul'a bir çağrı gönderdi.
Tuğrul kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri M.S. 1055'de Bağdat'a girdi. Ebu Hamid El Gazali gibi ünlü sufilerin de aralarında bulunduğu Bağdat kardeşliği İhvan-ı Sefa'ya, Mütezile'ye büyük bir darbe indirildi. İsmaili Daileri ve Sufiler kenti terk etmeye zorlandı. Kadiri mezhebinin kurucusu Abdülkadir Ci-lani de Bağdat'tan ayrılmak zorunda kalan sufilerdendir.
Bu arada, Türk illerinde başlayan Moğol akınları, Türklerin büyük dalgalar halinde batıya göç etmelerine neden oldu. Türkmenlerle birlikte, Türk illerinde yaygın olan İsmaili Daileri de batıya göç ettiler.
Türkmenlerin büyük çoğunluğu Selçuklu yöneticiler tarafından, Bizans ordularının yenilmesinden sonra, iki ülke arasında tampon oluşturmaları için Anadolu topraklarına yerleştirildiler. Ancak, Sünni inançlı Selçuklu yöneticileri için kuşku uyandıran, yer yer korkulan topluluklar oldular.
Alevilerin doğal müttefiki İsmaililer ise, Selçuklu devletini yıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İsmaililiğin son kalesi olan Alanı ut'tan Hasan Sabbah fedaileri, Selçuklu yöneticilerine ve dönemin diğer önde gelen Sünni liderlerine karşı suikastlerini sürdürüyorlardı.[9]
Alamut kalesi, 1256 yılına kadar Sünnilerin korkulu rüyası olmaya devam etti. Bu tarihte, Hülagü Han komutasındaki Moğol orduları kaleyi zaptetti ve fedailerin büyük bölümünü kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan kaçabilen İsmailliler, Anadolu'daki yandaşlarının yanına sığındılar ve İsmaillilik önemli bir güç olmaktan çıktı.
Türklerin Anadolu topraklarına yoğun biçimde ayak basmalarından sadece 45 yıl sonra tüm ülke neredeyse tamamen Türk kontrolü altına geçti. Anadolu'nun doğusundan batısına bu Türk istilası sırasında eski Anadolu halklarından en küçük bir tepki dahi doğmadı.[10] Aksine eskiler, yeni gelenlere adeta yer gösterdi.
Bu nasıl mümkün oldu? Eskiler, Anadolu çok tanrıcılığı ve Apollon dini, Pisagor ve Saabilik öğretileriyle yoğrulmuştu. En büyük korkuları Sünni Müslüman işgaliydi. Yeni gelenler de, her ne kadar Müslümanız diyorlardıysa da, İslamiyetle pek alakaları yoktu. Eski ve yeniler inanç bakımından birbirlerine oldukça yakındılar. Yerli halklar, Türkmenler ile uyuşabileceklerini gördüler. Ayrıca bazı tarihçiler, Anadolu'da yaşamakta olanların arasında, çok önceleri bu topraklara gelmiş Türklerin de bulunduğunu belirtmektedirler.
Türklerin bir kolu olan İskitlerin M.Ö. 4 binlerde Anadolu topraklarına yerleştikleri, ayrıca kadim Uygur imparatorluğunun bir kolu olan Sümerler'in de aslen Türk oldukları sanılmaktadır.[11]
Bu eski Türk boylarının varlığı, yeni Türklerin kolayca kabulünde bir etken olmuştur. Nitekim aradan 100 yıl dahi geçmeden Moğollar da, güçlü ordularının ardından Anadolu'ya girmelerine karşın, Anadolu halkları tarafından kesinlikle kabul görmemişler ve büyük bir kısmı geri dönmek zorunda kalırken, çok azı Türkmenler arasında asimile olarak bu topraklara yerleşebilmişlerdir.
Bu gelişmelerin sonucunda, Haçlı seferleri ile birlikte Anadolu'nun adı "Turchia" (Türkeli) olarak telaffuz edilmeye başlandı. Türkmen göçerler özgürlüklerine son derece düşkündüler. Aralarında ayrılık yoktu. Kabile reisi ile basit bir çoban dahi eşit ve kardeşti. Kadınları, erkeklerin bulunduğu her ortamda yer alırlar, İslamın gerektirdiği örtünmeye de uymazlardı.
Bu tutumu, bir Türkmen ozanı olan Künci şöyle dile getirmişti: "Arifler namus-ı ırzın vermez; Tesettür ne demek akıl ermez"...
Ancak, Selçukluların Türkmenlere geniş bir özgürlük tanımaya hiç niyetleri yoktu. Sünni yöneticiler, Türkmenlerin de aynı görüşe gelmelerini sağlamak için her türlü baskıyı uyguluyorlar, Aleviliği sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı. Bu baskılardan bunalan Türkmenlerin karşısında, Moğol akınları sonucu yıkılmış Büyük Selçuklular yerine, daha zayıf olan Anadolu Selçuları kalmıştı.
Sürekli Moğol akınları şehirlerdeki ticari hayatı felce uğratmış, Türkistan'a yayılması ile Ahilik adını alan Fütüvve kuruluşları için sıkıntılı günler başlamıştı. Ahi kelimesi Arapça'da "Kardeş" anlamına gelmektedir.
İşte bu ortamda, 2. Gıyasettin Keykubat'ın sultanlığı sırasında Horasanlı Yesevi Şeyhi Baba İlyas, halkı sultana karşı isyana çağırdı.[12]
Horasan'dan Amasya'ya göç etmiş bulunan Baba İlyas'ın çağrısı kısa sürede göçebe Türkmenler arasında büyük bir yankı buldu. Yesevi tarikatının en üst derecesi olan "Baba"lığa ulaşmış İlyas'a göre gerçek olan bu dünyaydı. Yaşamdan sonra başka dünyalarda ödüllendirme ya da cezalandırma yoktu. "Şeriat'ın saçma hükümlerine uymaya gerek yok" diyen İlyas, toplumda kadın-erkek ayrımı gözetilemeyeceğini, bütün insanların eşit olduğunu ancak sultanların bu eşitliği kuvvete dayanarak bozduklarını söylüyordu.
Batıni doktrinin tüm kurumlarına, ruhun ölümsüzlüğüne ve tekâmülüne, yeniden doğuşa ve son durağın Tanrı'yla birleşmek olduğuna inanan İlyas, "Herkes eşittir. Ancak, ruhunu geliştirme yolundaki tarikat erenleri Tanrıya daha yakındır" demekteydi.
Baba İlyas'ın isyan çağrısına koşan göçmenlerin başında, yine bir başka Yesevi Baba'sı olan, Baba İshak bulunuyordu. Baba İshak'ın çevresinde kısa sürede, Alevi Türkmenler, İsmaililer, Saabi inanırları ve Ahiler'den binlerce kişi toplandı. İshak komutasındaki bu kuvvet birçok kere, üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını yendi.
Baba İlyas bu sırada Amasya'da Selçukluların elinde tutsak bulunuyordu. İshak kuvvetleri onu kurtarmak üzere Amasya'ya yönelince Selçuklular yeni bir ordu kurarak, İshak kuvvetlerini yendiler ve neredeyse hepsini kılıçtan geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer İsyanı" olarak geçmiş olan halk ayaklanması bastırıldı.[13]
Babailer İsyanı her ne kadar yenilgiyle sonuçlandıysa da, Aleviliğin bir kurum olarak Anadolu'da ne denli yaygın ve yerleşmiş olduğunu da ortaya koydu. Daha sonraki yüzyıllarda, Selçukluların devamı niteliğindeki Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti ele geçirmesi ile Sünni İslam dünyasının lideri konumuna yükseldiler. Buna karışın Osmanlı İmparatorluğunda da Alevi isyanları hiç eksik olmadı.
1519'da Yozgat'daki Babai tekkesinin şeyhi Baba Celal'in ayaklanması ile başlayan Celali isyanları yüzyıllarca sürdü. Ünlü Şeyh Bedrettin ayaklanması da Osmanlıları sarsan bir başka Batıni ayaklanmasıydı.
Babailer isyanının ardından, sağ kalabilen İsmaili ve Yesevi dervişlerinin büyük bölümü, Hacı Bektaşi Veli önderliğinde biraraya gelerek, Bektaşilik tarikatini kurdular. Bektaşilik böylece, Alevi inancın örgütlenmiş üst yapısı olarak ortaya çıktı.[14]
Alevilik öğretisi dört ana başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, tüm varlıkların Tanrıdan sudur ettiğine inanmak, ikincisi Kamil İnsan teorisi, üçüncüsü Ali aşkı ve sonuncusu da Şeriatın reddidir.[15]
Aleviler, "Her şeyin Tanrının bir parçası olduğunu bilirseniz, şeriat tarafından yasaklanan şeylerden vazgeçmeye, örneğin içki içme yasağına uymaya gerek yoktur" derler.
Alevilere göre bugün kullanılan Kuran gerçek Kuran değildir. Muhammed'in Kuranı, Halife Osman döneminde Osman ve yandaşlarınca, kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilmiştir.
Anadolu Alevileri ile İran Şiileri, birbirlerinden çok farklı inanç sistemlerine sahip olan iki ayrı topluluktur. Her iki mezhebin Ali yandaşı olmaları, onların daima aynı kampta bulundukları iddiasıyla ele alınmalarına yol açmıştır.
Ancak, Zerdüşt dininin etkisinde kalan ve bu dinden bazı bölümleri İslami inanç sistemine sokan Şiilerin, zaman içinde şeriatın büyük bir bölümünü kabul etmiş olmalarına karşın, Batıni doktrin yanlısı Aleviler şeriatı hiçbir zaman kabul etmemişlerdir.
Aleviler ve Bektaşiler Türkçeyi tapınım dili olarak kabul etmişler ve bu sayede Anadolu 'da Türk dilinin kullanılmasını, bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır. Alevilerin Türkçeye bağlı kalmaları sayesinda Anadolu Türk halkının Araplaşması ya da İranlılaşması da önlenmiştir.
Alevilik, Allah-Muhammed-Ali üçlemesine inanır. Bu inanış, Tanrı-doğa-insan birliğini kapsayan üçlemenin bir tür devamıdır. Alevilikte kadın, Sünniliğin tam aksine, kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır. Dini törenlerde dahi başını örtmez. Bu törenlerde kadınlar ve erkekler birlikte dans ederler ve hatta topluluğa saygı kuralını gözetmek koşuluyla içki dahi içebilirler.
Aleviler Tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre Tanrının en büyük vahiyi doğa ve düşünen insandır. Şimdiye kadar yazılmış her şey insanların eseridir. Özellikle kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, Kamil İnsanlardır. Bu nedenle, bu metinlerin Tanrısal kabul edilerek dogmalaştırılmasına, bazı parçaları alınarak, bunlarla zorunlu bir yaşam biçimi belirlenmesine kesinlikle karşıdırlar.
Aleviler tarihin her döneminde dünya üzerinde 300 dolayında Kamil İnsanın yaşadığına, bugün de üç aşağı beş yukarı aynı sayıda Kamil İnsanın yeryüzünde bulunduğuna inanmaktadırlar. Alevilikte en önemli Batıni inanç sudur teorisi ve Kamil İnsan inançlarıdır. Bu konular kitap boyunca birkaç kez ele alınmış olmasına rağmen, Alevilerin düşünce yapısını daha iyi anlayabilmek için, onların bu teorileri yorumlayış tarzını incelemek yararlı olacaktır.
Puran Tilmiz, 02.08.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
[1] URAZ Murat "Türk Mitolojisi" - Mitologya Yayınları İstanbul 1992 - Sf. 125.
[2] Uraz M. -ie- Sf. 298.
[3] ARSEL İlhan, - "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" - İnkilap Yayınlan - İstanbul 1990 - Sf. 62.
[4] KÖPRÜLÜ Fuad - "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları - Ankara 1984 - Sf. 13.
[5] ARSEL İ. -ie-Sf. 64.
[6] KÖPRÜLÜ F. -ie- Sf. 6.
[7] OCAK Mehmet Yaşar - "Babailer İsyanı" - Dergah Yayınları İstanbul 1980 Sf. 52.
[8] Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 277.
[9] Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 343.
[10] DİERL Anton Josef - "Anadolu Aleviliği" - Ant Yayınları İstanbul 1991 Sf. 39.
[11] Uraz M.-ie-Sf. 13.
[12] Çamuroğlu Reha - "Tarih, Heterodoksi ve Babailer" - Metis Yayınları İstanbul 1990-Sf. 153.
[13] Ocak M.Y. -ie-Sf. 133.
[14] BİRGE John Kingsley - "Bektaşilik Tarihi" - Ant Yayınları İstanbul 1991- Sf. 48.
[15] ZELYUT Rıza - "Öz Kaynaklarına Göre Alevilik" - Yön Yayıncılık - İstanbul 1992-Sf. 27.