5 Ağustos 2015 Çarşamba

SA1615/KY9-NK73: Daha Ölmedim

"Ben kanserim ve hayat devam ediyor, benimle, herkesle ve her şeyle birlikte devam ediyor."



Geçen gün bioenerjiye gitmeden önce, sabah erkenden Afak için yufka almaya gittim. Çünkü kahvaltıda gözleme yemeği seviyor, alıştığı özel bir kahvaltı stili var ve o düzen bozulsun istemiyorum.


Giderken yolda gördüğüm bir arkadaşım bütün iyi niyetiyle  “Bioenerjiye gideceksin, yorulacaksın. Aman ne olur ki bir gün de gözleme yemesin Afak, kendi hazırlasın kahvaltısını da, kocaman adam oldu artık, sen yorma kendini” dedi.

O anda ağzımdan “Daha onun annesi ölmedi!” çıkıverdi öfkeyle. Kalbim acımıştı. Arkadaşım pişman oldu söylediğine, ama oldu bir kere…

Atila da memleketten döndükten sonra ortak tanıdığımız insanların bana ne söyleyeceklerini bilemedikleri için arayıp sormadıklarını söylemişti.

Kanser olmadan önce görüşüp konuştuğumuz insanlar bunlar.

Eyvallah da ben daha ölmedim ki…

“Nasılsın?” demeselerdi de, “Senin için ne yapabiliriz?”,  “Gel buralara, birlikte olalım" vs. desinlerdi. Bu da o kadar zor bir şey olmasa gerek…

Çünkü ben daha ölmedim, daha ölmedim!

Evet, ben ölmüşüm gibi davranılsın istemiyorum, ben ölmüşüm gibi davranmak da istemiyorum. Bir buçuk ay süren radyoterapi boyunca da acı ve sıkıntı içinde olmama rağmen her sabah Afak’ın kahvaltısını hazırlayıp öyle gittim. Bazen tabağının üzerine küçük özel notlar da yazarak.

Çünkü ben ölmemiştim daha, yaşıyordum ve yapabileceğim bütün güzel şeyleri yapmak istiyordum. Şimdi de öyle…

Burada benim gibi o da göğüs kanseri olan ve gördüğü tedavilerden sonra lösemi yüzünden ölen Susan Sontag’a başvurmam gerekiyor.

Sontag, hastalıkların algılanma ve yorumlanma tarzlarına dikkat çektiği kitabı “Bir Metafor Olarak Hastalık” adlı kitabında bedeni “kale” kabul ettiğimizde mikrop virüs gibi etki edenlerin de kuşatma yapan, işgal eden askerlere benzetilerek hastalığında böylelikle düşmanlaştırıldığını yazar.

“Bu manada verem romantik bir metafora dönüştürülürken, kanser utanç duyulan ve hatta duyulması gereken bir metafora dönüştürülüyor. Kanser olan hastadan hastalığı, tahlilleri, tetkikleri saklanıyor, kimselere söylenmiyor vs. çünkü hepsi ölümle özdeş… Ve bu metaforik anlatımlar hastaların aforoz edilip, damgalanmalarına katkıda bulunmaktadır”

Evet, kimse ölüme yakın olmak istemiyor. Ölüme yakın olanla da yakın olmak istemiyor… Şuur altlarında kanser olanlara zaten “öldü” gözüyle baktıkları için irtibata geçmek istemiyor çoğu insan. 

Muhtemelen beni aramaya "cesaret edemeyen" insanların şuur altları da böyle işliyor.

***
Kitabın başında da şunları söylüyor Sontag: “Beni Metafor Olarak Hastalık adlı kitabımı yazmaya götüren etken de, kanserli hastaların nasıl damgalandığını keşfetmem oldu. Hastalık, hayatın gece karanlığıdır, fakat bir metafor değildir, doğal bir fenomendir; o yüzden, hastalığa bakmanın en doğru yolu; onu metaforik düşünme biçiminden arıtarak ele almaktır. Ölümlü olmanın kendisi yeterince dehşet uyandırıcı olmadığı halde, metaforlar ve mitler, bize sancılı ve katlanılmaz ölüm hikâyeleri anlatırlar. Fakat metaforlar sırf biz onları sevmiyoruz diye de tesirsiz hale gelmezler; metaforların bilhassa teşhis edilip varlıklarının silinmesi gerekir. Benim, yeryüzünden silinmesini en çok istediğim metaforlar ise askeri metaforlardır."

Sontag daha sonra, İsrail nasıl Arap dünyasında “kanser” olarak görülüyorsa Filistinliler de İsrail tarafından “kalpteki kanser” olarak tanımlanıyor diyerek metaforik anlatımın önemine dikkat çekiyor.

Kitabın bir yerinde de derdimi ifade etmeme yarayan, önemsediğim şu satırlar yer alıyor:

“Kansere karşı ‘Haçlı seferi’ düzenlenmiştir; kanser ‘katil’ hastalıktır; kanserli olan insanlar ‘kanser kurbanları’dır. Görünüşe bakıldığında sanık konumunda olan bizzat hastalıktır. Ayıplanmayı hak ettiği söylenen kişi de, kanser hastası. Hastalıkla ilgili yaygın şekilde inanılan psikolojik teoriler, gerek hasta düşmenin gerekse iyileşmenin nihai sorumluluğunu talihsiz hastalara yükler.”
                                                  
***
Sontag’ın burada yaptığı tespit çok önemli benim için; “Sen de şunu yapmasaydın, bu kadar üzülmeseydin ya da şunu yapsaydın daha çabuk iyileşirdin vs” o kadar çok duyduğum cümleler ki, hem kanser olup hem de bunun bütün sorumluluğunu taşımakta kimi zaman zorlanıyorum.

Ne hastalığın ne de iyileşmenin nihai sorumluluğu bende değil oysa ki…

Kırk beş yaşımda hayatım ellerimde patladı.

Kanser bedenimi parçaladı; bana aitmiş gibi gözüken bir hücre sessizce, sinsice milim milim büyüyerek kansere dönüştü. Adı ölümle bir anılan kansere. Ama ben ölmedim daha!

“Onun annesi daha ölmedi” derken de işte, içimdeki öfkeyi yeniden keşfettim... Kanserle başlayan yeni hayatımda birçok şeyi hallettiğimi sanırken aslında paralize olduğumu fark ettim birdenbire... hem de ilk teşhis gününde…

Şimdi iyileşmemin yalnızca bioenerji ile olamayacağını ve zihinsel bir şey olduğunu yeniden ve yeniden keşfetmiş durumdayım.

Bu zihinsel dönüşüme katkı verecek her şeye açık olmam gerekiyor.

Hep doğruluğuna inandığım, zehirli sözler söyleyen herkesten uzak durmak, onları dinlememek zihni temizlenmenin bir parçası bu manada.

Dostlarımla yan yana geldiğimizde çiçek böcek muhabbeti yapıp, suni iyi hava oluşturulmaya çalışılmasından bahsetmiyorum elbette. Var olan bir şeyin yokmuş gibi davranılmasından da.

Ben kanserim ve hayat devam ediyor, benimle, herkesle ve her şeyle birlikte devam ediyor.

Telaffuz edilmesinden bile imtina edilen kanser ölünceye kadar benimle birlikte olacak.

Ama burada sözün, sohbetin, konuşmanın ve dolayısıyla kelimelerin hayatımızdaki tesirine dikkat ederek yaşamak gerekiyor.

Kelimelerle tesir ediyoruz birbirimize, kelimelerle anlaşıyoruz ve yine maalesef kelimelerle anlaşamıyoruz.

Bundan sonra kelimelere daha fazla dikkat edip, beni hakikatten uzaklaştıracak olan kelimelerden daha fazla kaçınmam gerektiğine inanıyorum.

Hakikat hep durduğu yerde duruyor aslında.

Onu kelimelerle bozup yeniden yapmaya çalışan ya da farbela kurdele takarak kendince süslemeye çalışan oyunlarsa insanı şuur bulanıklığına sevk ediyor.

Bunun için Resulullah’ın (aleyhiselatu vesselam) “Ya hayır konuşun ya da susun” tavsiyesini içselleştirmek en önemlisi.

Birbirimize zehir akıtıyoruz sürekli şikayet ederek mesela, kelimelerle hayatımızı cehenneme çevirebiliyoruz hem de tam tersi mümkünken…

Bu tabii işin bir veçhesi, diğer taraftan baktığımda, ruhumun parçalanmasına müsaade ettiğim için fazlasıyla yara bere aldığımı görüyorum.

Bioenerji parçalanan bütünü yalnızca bir nebze yeniden birleştirmeye çalışıyor. Ancak bu yeterli değil, hakikat arayışı, yalın olanı, sade olanı görebilmek arzusu ve çabası bu parçalanmışlığı biraz daha toparlayabilir sanki.

Öğrenmeye devam ediyorum işte ve inşallah bu süreç hem kendim hem de ailem ve dostlarım için hayra evrilecek bir süreç olarak kendisini gösterir.  

Şimdi sil baştan başlıyorum…

Bugün bioenerjide sekizinci günüm. Altıncı günün sabahı Melek Hanım'ın yardımcısı arayıp, artık gelmememi, Melek Hanım'a çok ağır geldiğimi, benden sonra hasta alamadığını ve enerjisini toplayamadığını söyledi. “Ankara dışına çıkacağız ne zaman geleceğimiz de belli değil zaten” diye de ekledi.

 “İyi ama tedavim bitmedi ki daha” gibi bir şeyler mırıldanıp kapattım telefonu ve
öylece kalakaldım. 

Atila’da yorum yapamadı. Birkaç dakika sonra elim insiyaki olarak tekrar telefona gitti, Melek Hanım'ın yardımcısını aradım, “Parayı biraz artırırsak kabul eder mi acaba?” diye sordum. Hiç bekletmeden ve tereddütsüz yeni istediği fiyatı söyledi öğlenden sonra için randevu da vererek.

Melek Hanım'ın enerjisi birden geri gelmişti:)

Öğlenden sonra Atila ile birlikte gittik. Kalbimi karartmadan girdim seansa. Çıktığımda Atila “Sana iyi davrandı mı?” diye sordu.

Ben de “Bana davranmadı bile, hiçbir şekilde davranmıyor zaten” dedim. Güldük.

Kadın enerjisini hiç boşa harcamıyor, fazladan konuşmuyor ve gülmüyor. Evet, gülmüyor asık suratlı bir kadın.

Ama başımı ellerinin arasına alınca bedenimde olan değişimi hissediyorum, ağır ağır da olsa iyileşeceğime inanıyorum.

Son seanstan sonra ek seanslar da gerekecekmiş. Bütün bunlar için küçük bir servet ödüyoruz, ama gelişmeyi görünce buna değeceğine inanarak devam ediyorum. Atila da sonuna kadar bu durumu destekliyor.

Bedenimde bloke olan bir şeyler var. Gözle görülmeyen ve beni hasta eden blokajlar bunlar, Melek Hanım da işte o blokajları kaldırıyor her gün biraz daha.

Yeni bir yolda biraz ürkek ve biraz heyecanla yürüyorum velhasıl kelam…

Şimdi bu yeni yolda nelerden ve kimlerden feragat etmem gerekiyorsa onu yapmak istiyorum.

Başa dönersek, hastalığın ve iyileşmenin nihai sorumluluğunu üzerime almadan yapmak istiyorum bunu…

Parçalanmış ve biraz da enkaz altında ezilen ruhumu inançla yeniden ihya etmesi için Allah’a dua ediyorum.

Bütün bunları yaparken ve ruh tamiratını beklerken yolun bir yerinde artık, “yapmanın” da “beklemenin” de önemsizleşeceğini hissediyorum şimdiden.

Ama bunun için “daha vakit var” diyor içimden bir ses.

Ben de yürüyerek bekliyorum:

Hepsi bu.



Neşe Kutlutaş, 05.07.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 17.09.2012)

Seçkin Deniz Twitter Akışı