"Herkes ve her şey, yolumun üzerine yeni bir bilgi öğretmek üzere Allah tarafından muntazam bir sırayla konmuş birer armağan."
Yalnızca birkaç öğün yemek ve birkaç kitap parası etmişti. Toklukla kitap arasında tercih yapmam gerektiğinde tercihimi kitaptan yana kullanırdım hep. Bu sefer “dengeli” davranmıştım ama... hem yemek, hem kitap vardı yanımda:)
Knut Hamsun’ın “Açlık” kitabını işte böyle bir tercih anında almıştım.
Kitabı okumaya başladığımda Knut Hamsun’la arkadaş olmuştum birden bire. Onu okuyor ve daha bu raddeye gelmedim diyordum içimden, daha ceketimin dört düğmesini rehinciye verecek ya da karnımı doyurmak için kasaptan ‘köpeklerim için” kemik isteyecek raddeye gelmedim diyordum…
Evden yollanan paralar bankaya on beş günde ancak ulaşıyordu, ama bu süre de çoktan geçmişti.
Para gelmiyordu, ama onur meselesi yaptığım için “Neden para göndermiyorsunuz?” diye de sormuyordum.
Daha sonraları evden neden para gelmediğini acı bir şekilde öğrenecektim.
Yakın akrabalarımdan birisi, “Neşe’nin bütün ihtiyaçlarını ben karşılıyorum sakın para göndermeyin artık” demişti evdekilere. Onlar da inanmışlardı. Ne feci bir şey…
Bunu öğrendiğimde insanların içindeki karanlık ve nefreti yavaş yavaş hissetmeye başlamıştım, ama hislerin ötesine geçip kötülüğün nedenini tam manasıyla öğrenmem için epey zaman geçmesi gerekecekti.
Her tarafı dökülen üniversite tamir ve yenilenme kararı almıştı o günlerde. Bizim bölüm baştan aşağı boyanıyordu. İşçilerin başında duran adamı gördüğümde içimden bir ses “Git ve konuş onunla” demişti. O sesi duyar duymaz hiç düşünmeden adamın yanına gittim. “Ben boya yaparım. Boyacıya ihtiyacınız var mı?” diye sordum. “Sen öğrenci değil misin?” dedi adam. Öğrenci olduğumu, ama çalışmaya da ihtiyacım olduğunu söylediğimde, bence merhametli bir insan olduğu için yevmiye ile işe başlayabileceğimi söylemişti.
Kayserili'ydi adam ve iş devam ettiği sürece taahhüt ettiği o azcık parayla gayet güzel geçinebilirdim.
O sırada zatürre oldum işte. Bir an önce işe başlamam lazımdı aslında, param yoktu çünkü ve kimseden de para istemiyordum. İşe başlamam lazımdı, ama gücüm giderek tükeniyordu. İlaçları aç karnına içiyordum.
Tanıdık bir yerlere gitmem lazımdı. Beş gündür hastaydım, açtım ve cebimde yalnızca üç jetonum ve dört öğrenci biletim vardı.
Halamları aradım, hiçbiri “müsait” değildi ve “çok önemli” işleri vardı.
Üç jetonum da bitmişti. Bir biletle Güler Abla'ya gidebilir, evde yoklarsa aynı biletle yurda geri dönebilirdim.
Yurttan çıktığımda sarhoş gibiydim,
Servisle Kızılay’a gittim.
427 Numaralı otobüse bindiğimde gerçekten ne olacağını merak ediyordum. Güven Park’ta ayağım yalpaladı, bir kadına çarptım kadın “Sarhoş musun, dikkat etsene nasıl yürüdüğüne!” diye sinirlendi.
Aç karnına aldığım ilaçlar nedeniyle dilim sanki ağzımda büyüyor gibiydi, tam olarak telaffuz edemiyordum kelimeleri ve ayaklarım birbirine dolaşıyordu. Kadına cevap vermedim.
Güler ablanın evine gittiğimde zili basarken kalbimin daha bir hızlı çarptığın hatırlıyorum.
Zile bastım, kapıyı Tahsin Abi açtı. Yüzüne dikkatle baktım, gülümsüyordu ve bu bana güven vermişti. Sonra Güler Abla geldi, o da tıpkı kocası gibi çok sevinerek karşılamıştı.
Kahvaltıdan yeni kalkmışlardı, sofra yarı yarıya toplanmıştı. Kaldırılmayı bekleyen zeytin ve peynir tabağı ile boş sucuklu yumurta tavası kalmıştı yalnızca masanın üzerinde.
Güler Abla mütebessim bir ifadeyle şöyle bir baktı: “Kahvaltı yaptın mı Neşecim?” diye sordu. Utanmıştım “Yapmadım” demeye, “Yaptım” dedim. Güler Abla sanırım gözlerimden anlamıştı yalan söylediğimi, “Hadi hadi sen öğrencisin, öğrenci her zaman açtır. Bir bardak çay iç, sonra yemek yeriz birlikte” dedi. İtiraz edemedim.
Elimi yüzümü yıkamak için banyoya geçtim. Yurtta sular genellikle akmıyordu, hasret kalmıştım suyun iyileştirici dokunuşlarına. Yüzüme serin sular serpersem bir nebze olsun rahatlayacağımı biliyordum.
Medikososyal’e yeni tayin edilen doktorumun zatürre için verdiği ilaçlar çok ağır gelmişti bünyeme; o sıcak yuvanın içinde bir yerden bir yere yürürken ayaklarım yine birbirine dolaştı. Banyonun kapısını açtığımda neredeyse bayılacak gibiydim.
Birden insanın ağırlığını hafifleten nefis bir koku duydum; lavanta kokusu…
Musluğu açtım, ellerimi ve yüzümü yıkamaya başladım; kaç kere sabun kullandığımı hatırlamıyorum, hem mutluluktan ağlıyor hem de yüzümü yıkıyordum. Nihayet kendime geliyordum. Yüzümü kurularken banyonun her tarafına yayılan lavantalı sabunları gördüm. O kadar minnettardım ki her şey için; lavanta kokusu için, musluktan akan su için, Güler Abla için, Tahsin Abi için…
Sonra Güler Abla, Tahsin Abi ile birlikte mutfakta yemek hazırlamaya başladı. Bana da yumuşacık koltuklara uzanmamı ve dinlenmemi söylemişlerdi. Mutfakta, birlikte şen şakrak yemek hazırlayan karı kocanın sesi ninni gibi gelmişti. Birbirini sevdiği her hallerinden belli olan iki insanın mutluluk sesleri ile kendimi güvende hissederek öylece uyuyakalmışım.
Uyandığımda Güler Abla telefonda birisine,“Hayır biz iptal ettik o programı bugün, gitmeyeceğiz, çok şirin bir misafirimiz var şimdi. Onunla vakit geçiriyoruz. Haftaya ayarlarız…” gibi bir şeyler söylüyordu. Hem üzülmüş hem de utanmıştım, benim yüzümden hafta sonu programlarını iptal etmişler ama bunu hiç belli etmemişlerdi.
Yerimden kalkmaya çalıştım, yorgun ve hasta bedenimi kıpırdatmakta güçlük çekiyordum. Koltuğa yapışmış gibiydim adeta.
Yine de kendimi zorlayarak doğruldum koltukta. Güler Abla onu duyduğumu fark etmiş olacak ki; “Hişşş… Sen uyu lütfen, biz zaten gitmeyecektik oraya. Daha yemek yiyeceğiz öyle kaçıp gitmek yok ha!” diye gülümseyerek ve şefkatle yeniden uyumamı sağladı.
Tekrar uyandığımda, hava kararmak üzereydi, kim bilir kaç saat uyumuştum. Yemekler pişmiş ve sofra hazırdı.
Kendimi daha iyi hissediyordum. Yıllar sonra Dr. House dizisinde, House’un onkolog arkadaşının, kanser olduğunda söylediği cümleyi, aslında daha o gün idrak etmiştim: “Kemoterapi iyileştirmez, yalnızca tedavi eder, ama şefkat iyileştirir”
O gün şefkat beni iyileştirmişti.
Birlikte güle oynaya yemek yedik. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. İzin isteyip ayrılacağım zaman “Sakın itiraz etme sen öğrencisin, zaten çok bir şey değil” diyerek incitmeden çantama harçlık koyuverdi Güler abla. Neredeyse bir ay geçineceğim bir paraydı verdikleri. Yurda uçarak gittiğimi hatırlıyorum.
İkisi de doktor olan ve fakat ilaçla değil, şefkatleriyle o gün beni iyileştiren o müthiş karı kocayı hiçbir zaman unutmadım.
Otuz yıl sonra bugün yeniden o eve gittim annem ve Teresa ile.
Güler Ablanın annesi Kübra teyze ameliyat olmuştu, torunu Özgüç de anneannesine şefkatle bakıyordu.
Güler Abla ve Tahsin Abi İstanbul’a taşınmışlardı.
Aynı evde şimdi kardeşi oturuyor; Özgüç’ün annesi Nurper Abla. Duvarlara, şömineye, pencerelere, perdelere uzun uzun baktım, geçmişten bir iz bulabilmek için... Ve sonra arayışı bıraktım… Kalbim sızlamıştı çünkü...
Abdest almak için banyoya gittim sonra. Sabun lavantalı mıydı bilmiyorum, ama o güven veren kokuyu tekrar bütün hücrelerimde hissettim.
Neredeyse çocuk denecek yaşta; on altı yaşında bir üniversite öğrencisi olarak gittiğim eve, bugün oğlu üniversite öğrencisi olan bir kadın olarak gitmiştim.
Neler kazanmamıştım ki bu otuz yılda; Tahsin Abi gibi şefkatli ve merhametli bir eş, dünya tatlısı, babasının bütün iyi özelliklerini almış bir evlat ve en az o iki doktor kadar iyi olan onlarca dost…
Banyodan çıkarken tekrar lavanta kokusunu hissettiğim o evde, otuz yıl sonra yine aynı hislerle ağladım…
Kaybettiklerimin çetelesini tutmaya çalışmak ise acı verdi... Boş verdim…
Yapılan kötülükleri boş vermek değil bu, aldığım o kadar ağır darbeler var ki şu hayatta, yaralayıcı darbeler bunlar ve yaralarımı tedavi etmek yerine onlara yara bandı yapıştırarak yaşamayı reddettim hep.
Onları hafızamdan silmem için çok radikal bir tıbbi devrim gerekiyor.
Ama kötülük yapanları affedersem bunun benim için çok daha sağlıklı bir şey olacağına inanıyorum şimdi. Esma -ül Hüsna dualarımı yazarken beni kendisine çeken Adlardan biriydi çünkü Afüv; Allah’ın affeden Adı…
Demişim ki yıllar önce o duamın bazı yerlerinde:
Öfkenin, hasedin, tamahkârlığın karanlık dehlizlerinden,
Çıkarıp bizi,
Affınla aydınlığa ulaştır Rabbim!
Yolumuzu aydınlat!
Bizi affet!
Bize mağfiret et!
Yakılıp yıkılan virane şehirlerin, sessiz anaları bizi affetse!
Sen bizi affetsen Rabbim!
Affetsen ve silsen yüreğimizdeki bu korkuyu!
Analara kendimizi affettirecek bir mühlet versen bize!
Ey Affeden Allah’ım!
Sen de bizi affetsen!
Kalbimde duysam bugün şefkatli bir Meleğin fısıltısını:
“Bekleme son nefesini! Haydi, tevbe et Rabbine!”
Meleklerin fısıltısıyla bugün kalbime sükûn inse!
Ve bir gün,
Kalbim toprağın kalbine değdiğinde Rabbim!
Senin Affın da,
Kalbime değse!
Otuz yıldır tertemiz bir zeminde durduğumu kalbimde ve kuvvetle hissediyorum şimdi.
Okuduğum kitaplar, arkadaşlarım, dostlarım, ailem, hakkımı gasp eden, iftira atan, kötülük yapan insanlar ve hatta kanser, hepsi ama hepsi bana Allah katından gönderilen müthiş armağanlar.
Herkes ve her şey, yolumun üzerine yeni bir bilgi öğretmek üzere Allah tarafından muntazam bir sırayla konmuş birer armağan.
Bana düşense bu armağanların farkında olarak, onları bulundukları yerden şükran ve minnet hisleriyle alıp kabul etmek.
Dünya kadar kötü insan tanıdım hayatımda. Dünya kadar egosunun esiri olmuş, rekabet hissiyle yanıp tutuşan, parayla satın alabildiği şeyler ölçüsünde kendisini değerli sanan insan…
Hepsinden başka bir şey öğrendim. Allah’a minnettarım…
***
Tertemiz bir ruhun üflendiği insan, kendi arayışını iyi ve kötünün savaşında devam ettiriyor. Karanlık ve ışık denklemi yani… Biri olmadan öbürünün varlığını idrak edemiyorsunuz.
Birinin diğerine göre ağırlığını ve dolayısıyla aradaki boşluğu kendi seçimlerimizin belirlediği bir denklem bu aslında, çok zor değil.
İyi ve kötü arasında gidip gelmelerle oluşturduğumuz basit ve bir o kadar da kolay bir denklem.
Durduğunuz yerin farkında olduğunuzda “Yok artık yoruldum oynamıyorum” dediğiniz zamanlarla yenmek ya da yenilmek olmaksızın “oyuna” devam ettiğiniz zamanlar arasında tam bir korelasyon olduğunu anlayıveriyorsunuz.
Kendi durduğum yerde ben, sevgi, merhamet ve sadeliği seçtim.
Cumartesi günü Vakıf’ta kahvaltıya gitmiştik. Sevgili Mahir Damatlar abimizin verdiği bir kahvaltıydı ve noksanlarıyla birlikte en sevdiğim insanlar oradaydı.
Hayatım boyunca çektiğim dertlerin karşılığında Allah’ın lütfu ile armağan olarak gönderilen insanlar; Mahir abi, Dilşad, Zekiye, Fevziye, Ebubekir, Mehtap, Zeynep, Murat, Fatih, Hakan, Rabia ve Efe. Başka bir münasebetle Ankara’ya tekrar yolu düşen ve kahvaltı davetimizi kırmayıp, ayağının tozuyla kahvaltıya iştirak eden Efe… Kendisini daha yeni tanıdığım ve kalbimin bir köşesine gelip kıvrılıveren Sümeyye sonra…
Gel de şimdi bütün bunlara minnettar kalma…
Nefes almak yalnızca havayı içimize çekip bırakmak değil, dostlarımızın ve Allah tarafından bahşedilen her güzelliğin farkında olarak o havayı teneffüs etmek demek benim için…
Cumartesi Vakıfta işte böyle teneffüs ettim havayı, hep böyle olması için de Allah’a dua ediyorum.
Not: bugün bioenerji tedavisinin ikinci kısmına başlayacaktık. Melek Hanım birkaç günlük işi olduğunu söyleyerek erteledi tedaviyi. Ayaklarımın nasıl olduğunu sordu, dün o kadar yol yürümeme rağmen oldukça iyi olduğunu söyledim. Ellerimse ne yazık ki hâlâ kötü, ağrı ve acı devam ediyor ve ev işi yapamıyorum hâlâ. Benim için dua ettiğini ellerimin de en kısa zamanda inşallah iyi olacağını söyledi. Şimdi ondan gelecek telefonu bekliyorum.
***
Bunları yazarken Neşet Ertaş’ın vefat haberi geldi. Bir tel koptu gönlümden, gönül ki Zekiye’nin ağlayarak dediği gibi “onun bize öğrettiği” bir şeydi. Tevazuuydu, merhametti, şefkatti, sevgiydi gönül.
Kalpten kalbe giden görülmez yol, gönülden gönüle giderdi… İşte böyle gönülden dizelerle öğretmişti bize neşet Ertaş, gönlün dilini.
“Dost elinden gel olmazsa varılmaz” diyordu ya üstat, ne de güzel diyordu… Dost elinden gelen “gel” ler için hamd olsun Allah’a…
Rızasız bahçanın gülünün derilemediğini bize öğreten Allah’a hamd olsun.
Ah Neşet Ertaş, gönül dağım yağmur yağmur boran şimdi, “akar can üstüne sel gizli gizli”...
Gönül diliyle konuşan ve gönlümün dilini anlayan dostlarımın varlığı için Allah’a hamd olsun.
Onların gönül dilini kalbime, ruhuma yerleştiren Allah’a hamd olsun.
Neşet Ertaş “yalandan yüzüne gülen” dünyayı bırakıp gitti şimdi. Gönül dağımızdan bir parçayı da yanında götürdü...
Biz de öyle yapacağız; bırakıp gideceğiz şu yalan dünyayı.
“Zorumuş meğer” dediğimiz kısacık ömürde, bizden sonra geride kalanların, tıpkı bugün Neşet Ertaş’a sunulan sevgi ve duayı bize de sunmaları için ne yapmamız gerekiyorsa Allah bize onu nasip etsin bundan sonra…
Onun "bir ayrılık bir yoksulluk bir de ölüm" dediği şeyden, ayrılığı da yoksulluğu da yaşadım. Hepsinden bir şey öğrendim çok şükür...Geriye bir tek ölüm kaldı. Onun da hayırlısını vermesi için dua ediyorum Allah'a şimdi...
Neşet Ertaş’ın o koskocaman kalbini de Allah rahmetiyle kuşatsın, günahlarını affetsin ve Cennetine alsın onu. Âmin.
Neşe Kutlutaş, 03.09.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 25.09.2012)