"Şimdilerde “Barış tutulması” kâbus gibi çöktü üzerimize. Mağara sessizliğinde düşüncelerimin durulmasını umabilir miyim?"
Yine yoksullar ölüyor, hep öyle oluyor. Güneydoğu şehirlerinden birinde delici ve kesici alet taşınmasının yasaklanması haberi üzerine düşünürken “Yüz Yıllık Sanat Maceramız” üzerine yapacağım panel konuşmasına hazırlanmak tuhaf geliyor.
Ben o şehirde birkaç ay önce bir kitap fuarına katılmış ve “Şehir Tutulması” üzerine konuşmuştum.
Fuarda üzgün yüzlü genç bir kadın yanıma gelip barış üzerine konuşmak istemişti. Benden duymak istediği barışla ilgili pazarlıksız hesapsız kesin bir sözdü. Sadece umut duyarak değil, gündelik hayatının akışında da bilmek istiyordu barışı.
Şimdilerde “Barış tutulması” kâbus gibi çöktü üzerimize. Mağara sessizliğinde düşüncelerimin durulmasını umabilir miyim?
Merak ettiğim ilk iki mağara Hz. Peygamber’in (sav) sığınağı. İlki vahyin ilk ocağı, Nur Dağı’ndaki Hira. İkincisi, hicret yolculuğunun sığınağı, Sevr Dağı mağarası. Öyleyse mağara muhacirin, müminin, ilim irfan ehlinin akla gelebilecek ilk güvenli sığınağı, diye düşünmüştüm Kehf Suresi’ni okurken.
Çocukluk yıllarımda Köroğlu Mağarası iki adım ötemdeydi; geçen hafta bu köşede okuduğunuz “Baş Belası Günlükler” başlıklı yazımda değinmiştim. Yılların berisinden baktığınızda çeşitli temayüllerinizle ilgili bilgiler birbirine bağlanıyor.
“Köroğlu” filminin senaristinin Ayşe Şasa olduğunu nereden bilebilirdim?
“Kendi sorunlarımızı çok sene sonra fark ettik; ‘epik’, ‘lirik’ gibi. Biz ne zaman Köroğlu, Battal Gazi gibi konuları perdeye taşımaya başlasak farkında olmadan izleyicinin rahatladığını görüyorduk. Böylelikle önümüz ve yolumuz açılıyordu” diye anlatıyor Şasa, Ertekin Akpınar röportajında.
Ütopya çoğu zaman uzakta saklı duran tecrübe edilmemiş tasarımdır ve ele geçirilmesi ya da tecrübe edilmesiyle kısmen de olsa pırıltısını, güvenilirliğini yitirir. Mağara bir de ütopyanın muhafazası.
“Dağ Yolcuları” başlıklı öykümde bu arayışı kurcalamaya çalışmıştım. Yeniden başlamak üzere soyut mağaralara sığınır, Ashabı Kehf uykusuna yatarız.
***
Bir mağara tıpkı ütopya gibi erişildiğinde keşiflerle kayba uğrayarak imkânlarını oluşturan sebeplerden yoksunlaşmaya başlayacaktır. Şimdilerde mağara turizmi bir hayli ilgi görüyor, gençler gruplar halinde en izbe mağaralara yöneliyor, bu mağaralarda bazen ölümcül olabilecek şekilde keşiflerde bulunuyorlar. Mağara tutkunlarının o karanlık, nemli, sessiz veya kendine göre sesleri olan boşluklarda aradığı nedir?
Safranbolu ilçesinin sekiz buçuk kilometre kuzeybatısında bulunan Mencilis (Bulak) Mağarasının ismine ilk kez 2003’te, turizme açıldığı günlerde bir gazete haberinde karşılaşmıştım. Türkiye’nin turizme açılan en uzun mağarası olduğu belirtiyordu o tarihlerde yayımlanan haberlerde.
Toplam uzunluğu 6050 metre olan mağaranın en son noktasının, yeraltı deresinin açığa çıktığı kaynak girişten 291 m yukarda bulunduğunu öğrenmiştim. Bütün katları göz önüne alındığında en azından iki milyon yıldan beri gelişim gösterdiği yazılı kaynaklarda. Ülkemizin en çok araştırılan ve en çok bilinen mağaralardan biri, Türkiye’nin dördüncü, Karadeniz Bölgesi’nin de ikinci en uzun mağarası.
Bulak Mağarası üzerine araştırmalar yaparken sıcak yaz günlerinde bir öyküme esin kaynağı olmuştu.13 yıl önce yazdığım o öyküyü benzeri sayısız metin gibi bir türlü tamamlanmış sayamadığımdan bir kenarda unuttum. Safranbolu’da ünlü bir mağarayı gezeceğimizi biliyordum, ama ben o mağara ile öyküme konu ettiğim mağara arasında bir bağ kurmadan çıktım yola. Mağaraya girmek için merdivenleri tırmanırken birden öykümü hatırladım.
Heyecanlandım elbette. Öykümün derinlerdeki meramı işte o mağarayı görme sebepleriydi. Yıl 2003’tü, yeni ve Türkiye için farklı, barış için umut duyabileceğimizi duyuran bir dönemin eşiğindeydik.
Öykümde seferberlik sırasında ülkenin Batı’sına göç eden akrabalarımla ilgili tanıma merakım ağırlık kazanıyor. Onlara adres olarak bir mağaranın yakınlarındaki aynı zamanda dut bahçeleriyle ünlü bir köyü seçmiştim. İşte şöyle yazmışım 2003’te:
“Bulak köyünde güzel evler yanında bir de sarkıtlarıyla dikitleriyle ünlü bir mağara var, dedemin anlattıklarından hatırladığım kadarıyla. Üç katlı mağaranın su fışkıran zemin katı nispeten ferahken, üst iki kat turizme açılamayacak kadar darmış. Uzunluğu altı buçuk kilometreymiş, ama dedem içerisini rengârenk bir bahçeye dönüştüren tabii ışık düzeni nedeniyle mağaranın insana olduğundan uzun ve geniş göründüğünü söylerdi. Mağaraya bir cennet bahçesi renklerini kazandıran ışığın, dut bahçelerinde ikindi saatlerini yıkayıp arındıran ışıkla aynı kaynaktan geldiğini kestirebiliyorum. Dolayısıyla oralara gitme, mümkünse aynı gün içinde hem dut bahçelerini hem de mağarayı gezme ve aynı gece geriye döneceksem de zamanın kıymetini bilmeye yönelik, geniş zamanda yaşama becerilerine ilişkin yeni, yepyeni bir ruhla dönme fikri benliğimde çocukluğumu güzelleştiren masallar kadar köklü ve yerleşik.”
***
Mağarayı gezerken öykümü, dedemi, hâlâ erişemediğim akrabalarımı, Güneydoğu şehrinde katıldığım fuarda barış üzerine konuştuğumuz üzgün yüzlü genç kadını ve başka şeyleri düşündüm. Bazı açılardan okuduğum ve hayal ettiğim, öyküme esin veren mağara bu, bazı açılardan ise değil.
Gizemleri köreltilmiş, sığınma imkânı anlamına gelen köşelerinde ses ve ışık düzeneklerinin kabloları dolaşıyor. Turizme açılan her köşe bucak gibi ehlileştirmenin kuşkularını duyuruyor girinti çıkıntıları, Yunus ilahisi ise ihtiyaç duymadığı bir tür mistisizm yüklüyor dokularına.
Mağara boyunca ilerlerken yeryüzünden kopamadım. Öykümü hatırlamaya çalıştığımda yeni döneme özgü beklentilerin inancı geliyordu aklıma.
13 yıl bir açıdan koca bir ömür demek. Sınanmamış iyilik sahici bir iyilik değildir, sınanmamış kardeşlik de öyle. Dava kardeşliğini oluşturan ne çok sebep iktidar deneyimleri hesabına ve konjonktürel açıklamalar adına paranteze alındı geçen zaman içinde… O zamanlar barış hızla tırmanan bir umuttu, şimdilerde onun peşinden koşmamız gerekiyor.
Kimileri “ulusal” bir Asrı Saadet’imiz olduğunu öne sürüyor ve mutlu, dürüst iyi zamanlardan söz ediyor. Herkes kendi mutlu ve iyi günlerini ülkenin biricik mazi gerçekliği sanıyor, aynı sanı çekilen acılar konusunda daha farklı olamazdı. Mazlum dindarların bir kısmı keyif ekonomisini fazlasıyla hak ettiklerinden kuşku duymuyorlar şimdi. Sosyolojik okumalardan mahrumiyette hükümetin zayıf kaldığı olguların Müslümanlığa yorulması ayrı bir problem.
Bu zor günlerde söz teröristleri bizleri kendi klişelerine mecbur etmeye çalışıyor. Sloganların hakimiyetinde ölüm kurtuluş gibi geliyor kimilerine ve kimi gençler de gelecek hayallerine karşılık kurbanı oluyor sözün kâr ediyor olmaktan çıkmasının. Geçmişin yaralarının iyileşmesine fırsat verilmediği gibi geleceğe dönük yeni yaralar açılıyor benliğimizde.
Şunu da düşündüm mağarada dolaşırken (yine): Hep fakir fukara gariban çocuğuna oluyor olan, öyle değil mi? Normalmiş gibi sürüp gelen tuhaflık, acılarımızın değişmeyen kaynağı.
Bütün mücadelelerin ve sorumlu siyasetin de asıl gayesi bu olmalı oysa: Meşkuk güçlerin devreye girdiği olaylarda garibanların ölümüne izin vermemek. Gençlerimize umut duyma sebeplerini borçlu olduğumuzu anlatıyor bize başta Ashab-ı Kehf olmak üzere bütün mağara hikayeleri.
Cihan Aktaş, 05.09.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20325/hepimize-yetecek-bir-magara
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20325/hepimize-yetecek-bir-magara