“Sen şu anda tedavin için bir yol arıyorsun ve onu bulacaksın, burada ya da değil”
Tedavimin bitmesine üç gün kala yolda aldığım bu haberden çok rahatsız oldum elbette. Sonra bir telefon trafiği başladı, Mehtap, Sümeyye, Osman Bey, Fevziye, Afak, Atila, Hilmi, Sevinç, Zekiye…
Sümeyye ile buluşup Melek Hanım'ın evinin önünde, kapıda olduğumuzu ispat eden fotoğraf çekip Melek Hanım'a mesaj bile yolladık. Fikir Sümeyye’den çıktı ve bu yaptığımıza çok güldük. Kapıyı açmadılar ama…
Tedavi süresince konuşmamam gerekiyor ya hani, telefonumun şarjı bitecek neredeyse; o kadar konuştum işte, biriktirdiğim enerjiler radyasyonla bir olup havaya uçtu:)
Sonunda Melek Hanım ikna edildi ve tedaviyi kabul etti tekrar.
Bugüne kadar kimi insanların, ihtiyaçları için, menfaatleri için, enerjimi sömürmek için, kendi yargılarını dayatmak için, yüzleşmedikleri egolarının bütün mesuliyetini üzerime yıkmak için benimle bir tür marazi ilişki kurmak istediklerine çok şahit olmuşluğum var. Bu tür ilişkiler içerisinde en çok maruz kaldığım tavırlardan biridir öfke ve kızgınlık.
Üstü örtük bir şey söylüyorlardı mesela, üstü örtük suçluyorlardı, mesuliyetsizliklerinin ihalesinin bende kalması için çabalıyorlardı ve anladığımı anlayınca yani yakalanınca da hemen kızgınlık ve öfkeyle bir tür saldırıya girişiyorlardı.
Bu numaraları hiçbir zaman yemedim. Bazen muhatabımı mahcup etmemek için yemiş gibi gözüktüm o kadar.
Tavrımın doğru olup olmadığını ancak Allah bilir.
Melek Hanım'ın öfkesinin sebebini düşündüm bu manada…
Jacques Lacan, saldırgan tavırlar ve kızgınlığın anatomisinden bahsederken “fragmentation” terimini kullanır, parçalanıp bölünmeyi yani. Zayıflığının ve zafiyetlerinin üzerini örtmek isteyen insanların çok çabuk öfkelenebildiğinden bahseder.
Aklıma gelen bu bilgi kırıntısıyla Melek Hanım'ın bana olan kızgınlığını çözmeye çalışırken çok yorulduğumu hissettim. Üstelik ben de öfkelenmeye başlamıştım hafiften… Ona söylemek için zihnimden geçen her bir cümle, enerjimi biraz daha lokalize etmekten başka işe yaramadı ama…
Olan neydi? Tanımadığım yabancı bir kadın benim hakkımda haksız bir yargıda bulunmuştu. O kendince haklıydı. Tanıdığım insanlardan bazıları farklı rahatsızlıklardan ötürü Melek Hanım'a gitmek istediklerini söylediklerinde, telefon açıp onları kabul etmesini rica etmiştim, ama kimse gitmemişti.
Fakat ben yine de, hiç sevemediğim ve yaygın olarak kullanılan dublaj Türkçesi ile “Bu benim sorunum değil” dememiş, hem randevu almak isteyenleri tekrar aramış hem de Melek Hanım'ın yardımcısına aldığım bilgileri iletmiştim. Görünürde Melek Hanım o sözleri benim verdiğimi varsayarak bu duruma öfkelenmişti.
Daha birkaç gün önce, Mehtap ve Zekiye’ye, gerçeğin teferruata ihtiyacı olmadığı, onun son derece sade ve yalın olduğuna dair bir şeyler söylemiştim.
Melek Hanıma da “çünkü” ya da “ama” ile başlayan cümleler kurup onu boşu boşuna yönlendirmeye kalkışmayacaktım. Gerçeğin teferruata ihtiyacı yoktu ve ne gerekiyorsa o olacaktı.
Fakat yine de zihnimdeki keşmekeş durmuyordu.
Sevgili Teresa, olmadık bir şey söylenmeye yelteneceği zaman bir meleğin gelip kendisini susturduğunu söyler her zaman. İşte tam da böyle oldu ve güzel insan Teresa’nın deyimiyle “Bir melek beni susturdu”
Ve yine tam o anda “Tedavimin bitmesi lazım, meseleyi çözmem lazım” “Şimdi kimi aramalıyım” gibi cümlelerle meşgul olan zihnimin çok daha üstünde bir yerlerde bambaşka bir kuvvet, sükûneti üzerime incecik bir tül gibi bırakıverdi birden.
“Sen şu anda tedavin için bir yol arıyorsun ve onu bulacaksın, burada ya da değil”
O incecik tülün üzerinde işte böyle yazıyordu.
Yorgunluk ve baskı altında hissetmekten bayılma noktasına geldiğimde, tam o anda Allah’a inanan ve iman eden ruhumu hemen yanı başımda yakalamıştım.
Madde, zaman, mekân… Her şeyi yerli yerindeydi o an, büyülü bir şekilde öyle hissediyor ve o hissin kaybolmaması için dua ediyordum… Yaşadıklarımız, yaşamamız gerekenlerdi ve hepsinden bir şey öğrenecektik.
Ruhumu ve onu koruyan Allah’ın Varlığını işte böyle hissettim. O andan itibaren de fiziki yorgunluk dışında başka bir karmaşa yaşamadım.
Eve dolmuş ve otobüsle dönmeyi göze alamayacak kadar olan fiziki yorgunluğumu da Fevziye’nin çabaları ve Hilmi’nin arabasıyla eve bırakmasıyla kolayca atlattım çok şükür. İkisine de minnettarım.
“Allah var ne gam var” der annem, neyi nasip ederse Rabb’im onu yaşayacağız işte ötesi yok.
Bilginin irfana dönüşmesi için, edindiğimiz her bir şeyin -ki buna tecrübeler de dâhil- bize ait olmadığını kavramak, daha doğrusu idrak etmek ilk ve ehemmiyetli adımlardan biri galiba…
Edindiğim bilgilerin irfana dönüşmesi epey zaman alacak gibi gözüküyor ama talebe olarak kalmak da epey faydalı benim için şu an. Öğrenmeye talibim, Aziz ve Celil Olan Allah’ta her gün yeni bir şey öğretiyor elhamdülillah.
***
Yazmasam olmaz; öğrendiğim şeylerden biri de “Ben bilirim, ben yaparım, ben, ben, ben” diyen insanların aslında çok tehlikeli bir yolda yürümekte oldukları hakikati...Kibrin karanlığına batan, Resulullah’ın (aleyhisselatü vesselam) “damarlarınızdaki kan mesabesindedir” buyurduğu şeytanın, ruhlarının derinliklerine sızıp onları ellerinde oyuncak ettiği bazı insanların Allah ile bağlarının giderek inceldiğini görmek inceden sızlatır kalbimi ama herkesin öğrenmesi gereken bir ders olduğu ve bunun için de Allah’ın herkese farklı süreler tanıdığı hakikatini atlamam.
İkaz ve ihtar her zaman işe yaramaz çünkü, öğrenmek için öznel tecrübe gerekir bazen…
“Ben bilirim”, “Ben şahane bir insanım” “En büyük biziz” tadında cümleler sarf edenler genellikle kalabalıklar içinde var olurlar.
Kalabalığa karışıp daha iri bir gövdede yeniden var olmayı başaran ve sonra da birlikte dümen çevirme gücünü elde eden insanların kararlılığı karşısında tiksintiyle karışık bir hayret duyarım.
Mevcudiyetinin onaylanması için kalabalığa ihtiyaç duyanların “Biz” dedikleri yapıya hayret duymama rağmen asla ciddiye almam fakat…
Burada İsaac Bashevis Singer’den bir alıntı belki işimi kolaylaştırır
"Ne zaman kendimi büyük bir kalabalık içinde bulsam, böyle karanlık bir ruh haline gömülürdüm. Bir, iki hatta üç kişiyi rahatlıkla kaldırabilirim ama kalabalık bir topluluk bana hep korku verirdi. Kalabalık çirkinleştirebilirdi; kitleler savaş çıkarabilir, devrim yapabilir, engizisyondan geçirebilir, aforoz edebilir, haçlı seferi düzenleyebilirdi. Bir Hasidim gurubu hatta bir cenaze alayı bile beni korkuturdu. Altın buzağıyı yapan ve ona tapan, Spinoza’yı sürgün eden hep kalabalıklardı... Zındıkları ve cadıları yakan, zencileri linç eden, evleri yakan, soyan, kadınların ırzına geçip küçük çocukları bile öldüren hep kalabalıklardı.”
Evet, Spinoza’yı sürgün edip, zencileri linç eden kalabalıkların içinde “var” olmak yerine sabrı tavsiye eden, hakkı tavsiye eden, cesur ve bir o kadar merhametli insanların, kendileri hiçbir çaba göstermeden yaydıkları o sessiz ışığın güzelliğinde eğleşmeyi tercih ederim.
Çok şükür ki böyle dostlarım var, birlikte geçirdiğimiz süre çok kısa bile olsa, (elbette ki Allah’ın izniyle) vakti bereketlendiren, sükûtu bile kalbe inşirah veren, sözün mesuliyetini taşıyan ve kalbimi ferahlatan insanlar onlar…
“Karanlık bir ruh haline” bürünmemi engelleyen, insan olduğumu hatırlatan, hayatın güzel yüzünün, dostluğun mevcudiyetini ruhumda hissettiren ve İsaac Bashevis Singer’in tehlikeli dediği “kalabalıkların” içine karışmamış ve karışmayacağına inandığım kalbimi ferahlatan insanlardan ikisi dün Ankara’dan ayrıldı.
Şu an Ankara’da olan, arasam bir koşu yanıma gelecek, ya da gecenin bir vakti kapılarını çaldığımda, yüzlerinde koca bir tebessümle beni karşılayacak dostlarımın varlığı için şükrederken, şimdi bu şehirde olmayan iki dostumla geçireceğimiz bereketli saatlerin tekrar olması için Allah’a dua ediyorum…
Dua ediyorum, dua ediyorum ama yine de içimde bir hüzün var ki sorma gitsin…
***
Dün daha önce geçmiş olsun demeye eli boş gittiğim Chavez’e hediyesini vermek üzere Venezuela Büyükelçiliğine gittim. Türk bir görevli karşıladı beni. Acelesi vardı ve benimle ilgilenemeyeceğini ve çok meşgul olduğunu beden diliyle gayet güzel anlattı.Kısaca Chavez için Türk lokumu (lokum Zekiye’nin kahve Mücella’nın fikriydi) ve Türk Kahvesi hediye getirdiğimi ve kendisine ulaştırılmasını istediğimi söyledim. Görevli hanım, Venezuela’daki seçim nedeniyle işlerinin çok olduğunu bunu yapıp yapmayacaklarını bilemediğini söyledi.
Venezuela seçimi ile hediye göndermek arasındaki korelasyonu manasız bulduğum için görevliye, kapıdan şu anda Tayyip Erdoğan girse ve Chavez’e hediye göndermek istediğini istese ona da aynı cevabı mı vereceklerini sordum. Şaşırıp tekleyince de yardımcı oldum. Tayyip Erdoğan için hangi prosedür uygulanacaksa bana da onu uygulamalarının; onun hediyesini nasıl ileteceklerse benim hediyemin de aynı vasıtalarla iletilmesinin en doğru yöntem olduğunu söyledim.
Tekrar şaşırdı ve gönderdiklerinde beni arayacaklarını söyledi.
Eve döndüğümde Teresa’ya Twitter’dan Chavez’e göndereceğim mesajı İspanyolcaya çevirmesini istedim.
Mesaj şu: “Sayın Başkan Venezuela Ankara Büyükelçiliği'nde Özlem Hanım'a size gönderilmesi için bir hediye bıraktım. Elinize ulaşmasını istiyorum. Geçmiş olsun. Sağlıklı günler dilerim. Neşe Kutlutaş"
İspanyolcası da şu: “Señor Presidente: He dejado un presente para Usted, en la Embajada de Venezuela, Ankara, Turquia. La señorita Ozlem lo recibio de mis manos. Deseo que se lo hagan llegar, que se mejore pronto, le deseo muchos dias con salud”
Hayırlısı artık inşallah eline ulaşır.
Neşe Kutlutaş, 10.09.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 02.10.2012)