"Dinlenmen gerektiğinde şefkatli bir el gelip üzerini örtecek ve sen derin ve huzurlu bir uykuya dalacaksın. Korkma!"
Renklere, kokulara, eşyalara ait görüntüler canlanıyor zihnimde, bazısı bulanık, bazısı berrak…
İnsanlar sonra, zihnime ve ruhuma çağıldayarak akan su misali duru olarak yansıyan insanlar, ne güzel görüntüler… Onları her gün biraz daha çok seviyorum…
İflah olmaz bir romantik ve fakat bazen korkunç bir asi olan ruhum, sessizliği keşfediyor ağır ağır… Hayatın gürültülü kabuğunun altında yatan sessizliği…
***
Gülay ellerimi ve ayaklarımı okudu Pazar günü. Sonra da güzeller güzeli kızı Rabia. Gülay’ın tecrübeli ve şefkatli enerjisinin yanında Rabia’nın enerjisi daha toy fakat daha arı duru. Henüz hayatın kirli yüzü ile rastlaşmamış, sıcak, acemi ama bir o kadar saf bir enerji hissettiğim. Ağrıyan noktaları buluyor Rabia ve gözlerinin içi gülerek masaj yapıyor ellerime, kendimi çok daha iyi hissediyorum onlar tedavi ederken…
Gülay daha sonra arkadaşı Müge ile tanıştırdı beni.
Hayrın nerden geleceğini bilmiyoruz ya öyle bir şey oldu bu da; Müge aldığı eğitimlerle ilerlettiği ruhi tedavi metodunu uygulayarak, telefonda zihin temizleme çalışmalarına başladı hemen.
Zihin temizleme çalışmaları esnasında, yıllar önce hayranlıkla okuduğum Vasconcelos’un “Şeker Portakalı” ve kahramanı Zeze geldi aklıma.
Zeze acı çektikçe, zihninde o kadar çok cinayet işliyor ki, cesetleri toplayacak derin çukurlar açmak zorunda kalıyor durmadan. Bir mezar babası için, bir başka mezar yalancı Totoca için ve bir diğeri midesindeki kelebekler için. Hepsini gözyaşları içinde gömüyor çukurlara…
Bende de gömülmeyi bekleyen ne kadar ceset varmış meğer… Hepsi bir bir ait oldukları yere gidiyor şimdi…
Şöyle diyor Vasconcelos Şeker Portakalı'nın bir yerinde:
“Mutsuzluktan hasta oluyorsun. En sevdiklerin seni terk ettiğinde, uçurtman tellere esir düştüğünde, acımasız bir biçimde nedenini bilmeden dayak yiyen küçücük bir hayvan olarak, iç yaranı bir türlü geçirmeyi başaramadığında ve sonbahar rüzgârları şeker portakalı fidesinin altında sığınacak bir gölge bırakmadığında…
Ama Zeze bilmelisin ki bütün bunlar bir başlangıç. Ölüm kokusunu bile duymadın daha. Yaşamak istiyorsan nefes almaktan fazlasını yapmalısın. Kendine neden bulmalısın. Çünkü bilmelisin ki aslında ölüme akıyor zaman ve sen onu durdurmalısın.”
Zeze’nin söylediği “nefes almaktan fazlasını yapmak” la geçti ömrüm. İyi ki öyle geçti…
Ölümün kokusunu ise Zeze’nin aksine kanser olduktan sonra duydum. Hafif bir yalnızlık kokusu salıyor ölüm, biraz da ayrılık ve hüzün…
Ölüme akan ve durdurulamayan zamansa geçip gidiyor bütün hızıyla…
Ve ben şimdi, bu hızla akıp giden zamanda dostlarımla oturup sohbet etmek, birlikte sıcak bir çay demleyip içmek, birlikte yorulup, birlikte dinlenmek istiyorum. Birlikte dinlenmek… Daha çok buna ihtiyacım var. Bu hayat hepimiz için o kadar zor ki…
***
Yarın üç ayda bir yapılan kontrollerim başlayacak. Kanser oluşumun üzerinden iki yıl geçmiş olacak böylece…
Sabah canım Ayşenur’un hediye ettiği uzun kelebek kolyemi takacak, şifayı hatırlatan harmani benzeri yeşil elbisemi giyecek öyle çıkacağım hastaneye doğru yola inşallah. Şifa dileyerek, dua ederek…
Doktorlar, hemşireler, makineler, iğneler, tüpler kanımda kanserin ayak izlerini arayacaklar el birliği ile... Sessiz ve sinsi ayak izleri bunlar, her an her yerden çıkabilecek olan…
Canım sıkkın; kanserin ayak izlerinin vücudumun herhangi bir yerinde benden habersiz gezinmekte olduğunu bilmekten ileri gelen bir sıkıntı bu.
Günlerdir geçmeyen baş ve mide ağrıları içindeyim…
Bu sabah da dün sabahki gibi gözyaşlarıyla uyandım; kalbimde bir ağırlık…
Merkezi bir noktadan çevreye doğru yayılan bir hastalık değil kanser, düzensiz ve öngörülemez bir yol çizen sürprizleri bol bir hastalık…
Ve bu hastalık hiç istemediğim halde canımı daha çok sıkıyor bugünlerde…
Mesele ölmek değil, ölmekte olmak…
Ve hiç kimse fark etmese de, uzun bir vedanın öznesi olmak ölmekte olurken…
Vedaların kısa olanı makbuldür oysa. Acı verir uzun vedalar, hüzünlüdür, ayrılığı zorlaştırır. Ne kadar el sallasanız gidenin arkasından ve kalanlara ne kadar el sallasanız o kadar artar hüzün… Hep son bir defa daha bakmak istersiniz kalanlara, son bir defa daha, son bir defa daha...
Ve ne söylerseniz söyleyin hep bir kelime noksan kalır, hep bir cümle noksan…
Ah şunu da söyleyebilseydim ne acı bir cümledir yahu; hiçbir zaman müsterih olmamak söylenecek her şeyi söylediğinize dair…
Hasret daha o ilk vedalaşma anında gelip oturur yüreğinizin üstüne, çöker adeta bütün ağırlığı ile; sızıyla, acıyla, hüzünle çöker hasretin ağırlığı…
Tam iki yıldır işte o vedalaşmanın hüznüyle yaşıyorum.
İlk kanser teşhis konulduğunda canım Atila ile rastgele oturduğumuz kafeye gittim birkaç hafta önce. Minder Kafe'ymiş adı, yeni öğrendim. Aynı masaya oturdum hem de. O gün de çay içmiş miydik hatırlamıyorum ama bir çay söyledim kendime.
Son iki senemin nasıl geçtiğini düşündüm.
Ne yaptım Allah için son iki senede? Ne yapmadım?
Muhasebe işi zor iş; bir türlü tam tutturamıyorsunuz hesabı… Söyledikleriniz, söylemedikleriniz, yaptıklarınız ve yapmadıklarınız… Öğrenmem gereken ne çok şey, kat etmem gereken ne kadar uzun bir yol olduğu düşüncesi yordu beni…
Allah’ın sonsuz merhametine sığınarak bıraktım hesabı…
***
Otuz yıl önce okumuşum Simon de Beauvoir’dan şu satırları: “Hani öğrenciler vardır, Nuh der peygamber demez. A demeyeceğim işte! Diye ayak direr. Çünkü arkasından B demek gerekecek! Diye karşılık verir. Yumurcak da bilir ki bir kez başladı mı sonu gelmez bu işin. B den sonra bütün abeceyi sayacaktır. Heceleri, kelimeleri, kitapları, sınavları, görevleri bir bir söyleyecektir. Her dakika yeni bir ödevle karşılaşacak, her ödev onu bir başka ödeve doğru götürecektir. Böylece bir türlü dinlenemeyecektir."
İşte ben de kendimi, Simon de Beavoir'ın o yumurcak öğrencisi gibi hissediyorum kimi zaman.
“A” demek istemiyorum. Yoruluyorum. Biliyorum ki sonrasında “B” gelecek ve sonra bütün alfabe...
Ayak diriyor, bilmezlikten geliyor, daha ilk sınavı bile geçmek istemiyorum bazen. Yeni gireceğim sınavlarda "başarılı" olup olmayacağımı bilemiyorum çünkü yeni sınavlara girmek istemiyorum daha çok…
Ama ne çare, yaşadığım müddetçe daha birinin sorularını çözmeye kalkışırken, ikinci bir sınav geliveriyor onun üzerine, bir üçüncü ve bir dördüncü daha...
Başım dönüyor, takatim tükeniyor, soruları ve cevapları karıştırıyorum bazen...
Sonra biraz daha derine indikçe, kaçınılmaz sınavların en dibinde yatan korkuları keşfediyorum.
İşte tam da o vakitlerde yeni bir eşikten geçişin heyecanı sarıyor benliğimi, tökezliyorum bazen eşikte. Sonra, arkamdan görünmez bir el beni itekleyiveriyor eşiğe doğru, düşsem de kalksam da geçmem gerekiyor çünkü orayı…
Her şeyi geride bırakabildiğim ölçüde, eşiği hasarsız geçebileceğime ve özgür olabileceğime dair kalbime doğan bu his çok ürkütücü…
Özgür olabilecek miyim gerçekten?
Ve işte yine o görünmez el, cesaret ve güveni aşılarken aynı anda ellerimden tutuyor, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğa yardımcı olan şefkatli bir anne gibi… Korkmamamı fısıldıyor…
Korku ve endişe yok artık, eşikten geçeceksin… Zorunda değilsin hiçbir şeyin yalnızca yürümelisin o kadar…
Dinlenmen gerektiğinde şefkatli bir el gelip üzerini örtecek ve sen derin ve huzurlu bir uykuya dalacaksın. Korkma!
Ses giderek daha tanıdık, daha yakın ve daha şefkatli artık:
"La Tahzen!
İnnallahe –l meana!
Üzülme!
Allah bizimle!"
Bu sese güveniyor ve yürüyorum şimdi, kanserle; onun yüreğime akıttığı hüzünlü ve uzun bir veda hissiyle yürüyorum.
Allah’ın ellerimi bırakmadığını bilerek ve buna inanarak…
Neşe Kutlutaş, 17.09.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 17.10.2012)