‘Kalın Türk’te dile gelen Türk’ün deyimiyle İmanı da Türklüğü de gevremiştir yaralı Türk’ün…
Türk’ün
ya da Türkiye’nin kendisine dair bir tanım yapmaktan hızla uzaklaşarak, Türk
ya da Türkiye hakkında kotarılmış herhangi bir tanımın ehven-i şer ölçüleri
arasında eğlenmeyi yeğlemesi bir bakıma da artık iyileşmekten başka çaresi
kalmayan bir yaranın kabuk bağladığı her zaman yeniden kanatılıyor
oluşundandır.
Tarihin
hemen her aşamasında bir şekilde kanamakla maruf Türk’ün iyileşme kabiliyetini
yitirdiği bir zamanda başına gelen en son kazasından kalma bir yaradır bu
Türk’ü de, Türkiye’yi de gocundurup duran yara…
Hemen
her yarada görülebileceği gibi Türk’ün yarası da bir süre sonra kabuk bağlamış, ama her ne hikmetse bir türlü iyileşmemiş, iyileştirilmemiş ve şaşırtıcı bir biçimde
de onulmaz bir kangrene dönüşmeden öylece kaşındığı yerde kendi haline
bırakılmıştır.
Doğrudur;
yaralanma kaderinin içerisinde yaranın kabuk bağlayışı, nihayetinde
iyileştirici bir sürecin başlangıcı olarak sevindirici bir aşamadır. Bununla
birlikte yaranın üzerinde kabaran kabuğun kesin iyileştirmeyi getirecek olan o
en son aşamaya ulaşabilme kabiliyetidir asıl önemli olan…
Zira;
yaralanma hadisesinin kendisi her ne kadar kaçınılamayan şanssız bir hal ise
de, kabuk bağlama süreci de bir o kadar kaşındırıcı ve ayartıcıdır. Ve kaşınan
her yara, kaşındığı yüzeyin sürekli aşınması ve incelmesi hasebiyle kanamaya
kanatılmaya biraz daha yatkındır…
Bu
bağlamda yaralanan Türk’ün en son kabuğunun da kaşına kaşındırıla incelip
kanamaya doğru irtica ettiği bu gün, şu ya da bu şekilde bir iyileşme sürecini
yaşamaktan çok huysuz, sabırsız ve uyuşuk bir kaşınma sürecini yaşadığından
bahsedebiliriz. Bu nokta da da kaşına kaşına yarasının üzerindeki kabuğu
incelten bir Türk ve bir o kadar da kanayan bir Türkiye çıkar karşımıza.
En yakın
emarelerini son 250 yıllık tarihimizde sarahatle görebileceğimiz bu kaşınma ve
kana(t)ma süreci Doğu’dan, Batı’dan, Kuzey’den ve Güney’den sınırlarımızın
ötesinde kalan ve az çok bilinen ‘öte’ sebepleri bir yana, kimi zaman ezberci
bir resmiyetle, kimi zaman da bozuk ezberlerle yıllarımızı, oğullarımızı ve
kızlarımızı elimizden alan ve türlü renkli ideolojik yaftalarla açığa çıkan
‘beri’ sebepleriyle de oldukça düşündürücü bir ayartıcılığa sahiptir.
Madalyonun
görünmesi istenen tarafından gösterilen şey her ne kadar farklı ise de,
görünmeyen ve görülmesi istenmeyen tarafındaki gerçek maalesef böyledir ve bu
gün için bu topraklar üzerinde ne kadar kaşınan, kaşındırılan ya da kaşınmaya
teşne olmuş Türk var ise, bilinsin ki, tam o kadar da kanayan, kanatılan ya da
kanamaya teşne olmuş bir Türkiye vardır…
Yaralı
Türk’lük bir kaderdir… Elhak doğrudur… Sonuçta kaderinin onu çekip götürdüğü
bir yer ve zaman bileşiminde, Türk istediği yada istemediği bir kaza
neticesinde, istese de istemese de bir yerlerinden yaralanmış, kanamış,
kanatılmıştır… Bununla beraber kabuk bağlamak için kendi tarafına çekilmek ve
çekildiği yerde kaşınmaya ya da kaşınmamaya dair bir tercihte bulunmak ise
kader olmaktan çok bir seçim işidir…
Türk’ü
ya da Türkiye’yi kaşımak için and içenlerin eylemleriyle açıklanıyor olsa bile
böyledir bu, çünkü unutulmamalıdır ki, kaşınmak isteyen Türkler’in olmadığı bir
yerde öncelikle kaşıyıcılar iş bulamayacak, kaşınmaktan imanı da Türklüğü de
gevreyerek incelen ve bunu öğrenerek kaşınmaya direnen Türk’ün onlara bir
meşgale olmayan yarasının üstündeki kabuk ta kalınlaşıp olgunlaşacak ve Türk’ün
de Türkiye’nin de yarası ancak o zaman iyileşebilecektir…
İşte bu
bakımdan Türk’ün yaralanma tarihine aynı zamanda bu tarihi takibeden ve kaşına
kaşına gelen bir incelmenin tarihi olarak ta bakabiliriz.
Yaralanmanın
hemen akabinde yarasıyla baş başa kalan Türk uğraşacak daha anlamlı bir iş
bulamayınca yarasına musallat olmuştur… Yarasına musallat olan Türk’ün
kaderinin kalan kısmında da artık ne yaralamaya nede yeniden yaralanabilmeye
zamanı bile kalmamış, bununla da yetinmeyip, kimi sağdan kimi soldan uydurulan
türlü türlü kaşınma teorileriyle uğraşarak kaşındıkça aşınmış ve incelmeye yüz
tutmuştur…
‘Kalın
Türk’te dile gelen Türk’ün deyimiyle İmanı da Türklüğü de gevremiştir yaralı
Türk’ün…‘Kalın Türk’ olmak ve bunu beyan etmek… İşte böylesi bir hali görmek ve
bu hal üzerinde düşünerek hem kaşınan Türk hem de kanayan Türkiye adına farkına
varılmamış bir derdi omuzlanmak demektir…
Hatta
bunun da ötesinde ‘Kalın Türk’ olmak demek; ‘Elinden iş gelip de üzerinde
toplum baskısı denilen şeyi…’ hissederek ‘bu baskıyı bir biçimde etkisiz
kılma…’ çabasına girişenlerin eyleminden çok daha farklı bir biçimde
‘üzeri(n)deki toplum baskısı…’ ile ‘ aldatmaca belasına’ da aldırmadan daha
derindeki bir yaranın ‘gizli’ taraflarını çözmek için konuşmak demektir…
Böylesine
bir derdin gizli taraflarını çözmek için konuşmak demek ise; bir başka anlamda
da daha değişik bir kaşınma metodu diyebileceğimiz salt bir takım tespitler
yapmakla ve öylece konuşmakla daraltılmış bir söz yığınını yinelemekten çok,
bir yandan kabuğun olgunlaşarak çekilip yaranın iyileşmesi bir yandan da
kaşınmanın ayartıcılığından uzaklaştıran bir sabır ve tevekkülün tesanüt
noktalarını kendi serüveni boyunca göstermesi bakımından da kayda değer bir
çırpınma, çevikleşme ve kalınlaşma sürecine ermek demektir…
Yaralı
Türk’ün kadim yarasının kabuk bağlaması ve bir an evvel iyileşmesi için bile
‘iyi’ bir şey olan ‘kalınlaşma’nın giderek gevremeye yüz tutan İman ve Türklük
için ne derece ‘iyi’ bir şey olabileceğini de bu sözü dile düşüren ‘Kalın
Türk’ün başına gelenleri yaşamadıkça anlamak çok ama çok zayıf bir ihtimal
olarak görünmektedir…
Çünkü
hem Türk’ün hem de Türkiye’nin yarasıyla oynamayı seçtiği bir zamanda ‘Kalın
Türk’ olmak bir anlamda da kendi kabuğunu kalınlaştırıp, kendi yarasını
sağaltmak ve kendi kanamasını durdurmuş olmak demektir…
Öyleyse
‘Kalın Türk’te dile gelen Türk’ün anlattığı sadece ‘Kalın Türk’ün hikayesi
değildir. Zira, ‘Kalın Türk’te dile gelen Türk; kimilerince ötekileştirilerek
üzerinde konuşulan diğer Türkler’in derdine yönelik bir takım değiniler de
bulunmaktan çok bütün Türkler’in derdi olması gereken bir derdi sonuna kadar
sahiplenerek, bu derdin acısıyla çırpınan, bu acıyla çevikleşen ve giderek
kalınlaşan ama asla kaşınmayan zihni açık bir Türk’ün derdiyle dile gelmiştir…
Evet
kesinlikle öyledir… Yarasını sağaltmak isteyen Türk’ün evvela İmanına ve
Türklüğüne sahip çıkması ve bunun için de çırpınıp çevikleşmesi ve kalınlaşması
gerekmektedir… Çünkü yaşadığımız zaman zor bir zamandır ve eğer imanımızla
Türklüğümüzün ne demeye geldiğini bilemeyecek olursak, İmanımızda Türklüğümüzde
istesek de istemesek de gevreyebilir ve bir anda her ikisi de inceldiği yerden
kopabilir…
Artık
mesele oyun oynamak, gösteriş yapmak ya da vitrinlere zıplamak meselesi değildir
ve yine unutmamak gerekir ki; İman da Türklük de bir takım mesuliyetler,
vecibeler demektir… Evet; tıpkı yarayı sona götürecek kabuğun kalınlaşması gibi
gevrememek, uyuşmamak ve kopmamak için de kalınlaşmak ‘iyidir’.
Gerisi
kaşınmaktır, incelmektir, kanamaktır…
Şahin Torun, 19.09.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu,