24 Eylül 2015 Perşembe

SA1798/ KY9-NK79: Faşist Tümör

"Allah ne derse o olacak! O neyi murad ediyorsa o olacak! Gerisi laf-ı güzaf!"


Üç aylık kontrollerim başladı ve On Dokuz Mayıs Hastanesi ile yeni taramalara Bismillah dedik.

Hacettepe’de bazı tahlilleri yaptırmak neredeyse imkânsız gibi. Mesela mamografi için randevu almanız gerektiğinde şunu söylüyorlar: “Randevuyu en erken bir yıl sonraya veriyoruz dolayısıyla veremiyoruz. Siz dışarıda çektirin”

Ya da ultrasonografi taraması için üç ay sonraya randevu alabiliyorsunuz, ama o randevu saatinin de çok fazla ehemmiyeti yok, hastalar başka bir bölümde tekrar kendi aralarında sıra oluyorlar ve o sıranın da ne kadar sağlıklı olduğu hakikaten tartışılır. Beş dakikada bir sıranızı takip etmek mecburiyetindesiniz.

Bir de her seferinde “Siz onkoloji hastasıydınız değil mi?” sorusu can sıkıcı. Çevreden bir anda size çevrilen dikkat, acıyan bakışlar, fısıltılıyla konuşmalar vs. garip ve gereksiz…

Allah’tan ameliyat olduğum hastanede katkı payı ödeyerek bu işleri takip etmek çok kolay.

İlk olarak mamografi çektirmem gerektiği için ameliyatımı başarıyla yapan dünyalar iyisi doktorum Süleyman Hocam'ın yanına gittim. Mamografiyi birkaç gün ertelememizi istedi.

Sebebini sormama gerek kalmadan kendisi izah etti; radyoloji doktorum kanser olmuştu. Bu yüzden erteliyorduk çekimi. Bunu öğrendiğimde duyduğum hissin tarifi çok zor…

Yıllardır, tarama yaptığı hastalarında, belki üzüntüyle, belki acımayla, belki merhametle, kim bilir belki alışkanlıkla tespit ettiği kanser hücresi bu sefer gelip onun göğsüne yerleşivermişti.

Başka bir sebeple yapılan kontrolde kendisini göstermişti kanser.

Teşhis şoku, ameliyat ve kemoterapi ile devam eden tedavi sürecinden sonra işbaşı yapacaktı ve belki de diğerkamlığı da işin içine katarak çok daha titiz davranacaktı şimdi.

Süleyman Hocam da kuvvetle muhtemel bu yüzden, raporu onunla birlikte değerlendirmenin doğru olacağına inandığı için ertelemişti.

Şimdi onun iş başı yapması ile birlikte mamografi çekilecek. Ben de bu esnada Hacettepe Onkoloji’de yapılabilecek olanları kotarmaya çalışacağım inşallah.

***

Dr. Siddhartha Mukherjee “Tüm Hastalıkların Şahı Kanserin Biyografisi” kitabında şöyle diyor kanserle ilgili olarak: “Bu hücreler teknik anlamda ölümsüz. Oysa onlara ev sahipliği yapmış olan kadın öleli 30 yıl oluyor”  

Ben de işte o “teknik anlamda ölümsüz” hücrelerle ilgili ameliyattan iki sene sonra enteresan bir bilgi edindim.

Benden çıkarılan tümörün tabiatı “istilacı” imiş yani “saldırgan!”

Bu gerçeği Süleyman Hocamla iki sene sonra karşılıklı oturup konuşmak çok tuhaftı. İlk anda bir ürperti hissettim. Ama yalnızca ilk anda, sonrası metanetti.

İki sene önce öğrenmiş olsaydım ve bu konuşmayı o zaman yapmış olsaydık aynı metanetle karşılayabilir miydim bilmiyorum...

Sonrası da biraz tuhaftı doğrusu; Süleyman Hocam aşamalarını, yıllara göre sağ kalım oranlarını vs. anlattı ben dinledim, sonra o yine bir şeyler söyledi, ben bir şeyler sordum ve sohbet ederek konuştuk meseleyi. Dostane bir konuşmaydı.

İkimiz de sakin ve sahiciydik konuşurken, sanki müşterek okuduğumuz bir kitaptan ya da sonunu daha çok onun bildiği bir filmden bahseder gibi bahsettik “saldırgan” tümörden…

Susan Sontag “…modern hastalık metaforlarının hepsi de beş para etmez mecazlardır.” Diyor.

Faşizm korku ile kaim olan bir ideoloji.

Benim şimdi Susan Sontag’tan özür dileyerek ve anısının önünde saygıyla eğilerek “faşizm” metaforunu kullanmam gerekiyor. Çünkü anlıyorum ki artık, kanserin de bir ideolojisi var ve bu tam bir faşizm ve o da kesinlikle korkuyla kaim…

Tıpkı faşizmin hâkim olduğu yerlerde olduğu gibi kanserden de her yerde neredeyse aynı ölçüde korkuluyor ve dolayısıyla onunla ilgili konuşmak da insanları korkutuyor. Korkulan üzerinde konuşmak, korkuyu besleyen bir şey bazılarına göre biraz da…

O yüzden de bazı arkadaşlarım “bitti, gitti, sende artık ‘o’ yok” diyorlar kanserin adını bile anmaktan imtina ederek.

Hâlbuki ben, hastalığın bu faşist tabiatına aldırmadan ondan bahsedebilmek istiyorum…

Ağlayıp inleyerek oturup kanserin ne kötü bir şey olduğundan bahsetmek değil muradım. Bunun ne bana ne de muhataplarıma kazandıracağı hiçbir şey yok! Ve ayrıca hadisenin böyle arabesk hale getirilmesi de beni çok rahatsız eder.

Kanserden değil, yalnızca Allah’tan korkuyorum!

Öğrenmeyi ve öğrendiklerimi paylaşmayı çok seviyorum yalnızca. Sanırım öğrendiklerimi ve öğrendiklerini karşılıklı konuşabileceğim dostlarımı bulunca çok rahat ediyorum. Ama karşılıklı! Bu kanser de olur, son gittiğimiz konser de, hiç fark etmez. Yalnızca tek bir mevzu etrafında dönüp duran ve Efe’nin tabiriyle “monopolize” edilmiş konuşmalardan hoşlanmıyorum. Sohbette bereket göremeyince de ruhum daralıyor ve artık o mekânda duramıyorum.

Zekiye, tam bir aydır hastanede yoğun bakımda yatan babasının başında bekliyor. Hastanede bambaşka tecrübelerin içinde her gün biraz daha merhale kaydettiğini sevinçle hissediyorum. Onu özlediğim için de sık sık telefonla görüşmeye çalışıyorum. Geçen gün şöyle söyledi: “her an, hepimizin başına her şey gelebilir. Kimse hastalıktan ya da başka bir imtihandan muaf değil. O zaman biz işimize bakacağız. Hesap Günü ne yapacağız ona bakacağız. Gerisi boş laf”

İşte bu; Hesap Gününü düşünmek mesele.

Fevziye de neredeyse benzer şeyler söyledi. Hastane çıkışında sürpriz yapıp gelmişti. Süleyman Hocamla o ağır görüşmenin üzerine hemen bir dostumla konuşma ihtiyacı hissediyordum ki Allah Fevziye’yi gönderdi bana. Uzun süredir ertelediğimiz baş başa sohbet etme imkânını da bulmuş olduk böylece.

Fevziye Teresa’yı ve onun imanını hatırlatırken: “Allah istemezse o hücre yerinden kıpırdamaz ve hiçbir şey yapamaz. Bütün takdir, şimdi ve daima Allah’ındır. Hücrenin saldırgan tabiatlı olduğunu düşünüp kaygılanmaya gerek yok. Biz işimizi Allah’a teslim ederiz. Ondan sonrasına da karışmayız.” dedi

Fevziye’den sonra aynı gün Gökhan’la da görüştük. İstanbul’daymış. Sohbet ederken Gökhan talebeliği esnasında öğrendiği önemli bir şey söyledi. Ancak mealen aktarabileceğim o söz şöyle bir şey: “Allah bir insanın geriye ya da ileriye gitme istidadı bitince insanın canını kabz eder.”

“Mesela hasta olunca geriye doğru bile olsa bir istidat mevzubahis o zaman daha vaktimiz var” diyerek güldük.

Hacettepe Onkolojideki bazı tetkiklerden sonra da Ülkücan’la buluştuk Hamamönü’nde. Sohbet ederken sevgili kardeşim, Atâullah İskenderî’nin Hikem-i Atâiyye’de okuduğu bir sözünü hatırlattı. Söz şöyle: “hataya düşme halinde ümidin azalması amele itimadın alametlerindendir.”

Şimdi bu sözü alın, “iyiliklerinize” de vurun “kötülüklerinize” de… Hiçbir şart altında amele güvenmek doğru değil. Ülkücan, bunu tam da ahirete doğru yol alırken heybemin boş olduğuna dair kaygılarımdan bahsederken söyledi.

Bu durumda her zaman olması gerektiği gibi Allah’ın sonsuz bağışlamasına, mağfiretine ve merhametine sığınacağız…

Şimdi bu durumda, tedavisini hem mecburen hem de tercihen bıraktığım kanserin gidişatıyla ilgili elimizden gelebilecek hiçbir şey yok. Bu bir karamsarlık değil. Gerçeği görüp kabul etme hâli yalnızca.

Evet, burada önemli olan yalnızca bu, hakikati görüp kabul etme, Allah’ın muradına ram olma. Hakikatin farkında olma hâli…

Bu hâl, olanı ve olmakta olanı, istediğimiz, kafamızda şekillendirdiğimiz, bazen çarpıttığımız ama bir şekilde müdahalede bulunduğumuz şekliyle değil olduğu gibi kabul etmemize dayalı bir hâl.

Kendimizi çok önemseyip hakikati çarpık çurpuk yorumlamaya kalkıştığımızda farkında olmadan bir takım yalanlara başvurmamız kaçınılmaz galiba…

Böyle yaptığımızda ürettiğimiz yalan, kendisini destekleyecek başka yalanları da yanına alarak büyüyebilir ve hakikatten saparak hiç de tercih etmeyeceğimiz bir debelenmenin içine bizi sokabilir.

Buna gerek yok!

Allah ne derse o olacak! O neyi murad ediyorsa o olacak! Gerisi laf-ı güzaf!

***

Bioenerji tedavisine bir süre ara vermiştik. Melek Hanım arayıp kontrol zamanımın geldiğini söyledi ama daha çok onkoloji taramaları ile çakıştığı için gidemeyeceğimi söyledim. Muhtemelen gidebileceğim zaman aradığımda yine beni reddedecek ve biz yine onu ikna edecek yollar arayacağız vs.

Hayırlısı inşallah…

Bioenerji tedavisinden sonra artık topallamıyorum. Yaklaşık on dakika yürüdükten sonra ayağım aksamaya başlıyordu çünkü. Şimdi öyle değil, ellerimdeki acılar büyük ölçüde devam ediyor ama gündelik işlerimi biraz daha kolay yaptığımı söyleyebilirim. Ellerimi kullanırken biraz dikkatli davranmam gerekiyor yine de.

Namazımı sandalyede oturarak kılıyorum hâlâ. Çok uzun bir aradan sonra seccadenin üzerinde namaz kılmayı denedim geçen gün çünkü secde etmeyi çok özledim. Üç rekât akşam namazını bitirinceye kadar çok ciddi acı ve ağrı çektim. Ayaklarımı bükemiyorum, ellerimin üzerinde doğrulamıyorum vs.
Bakalım inşallah en kısa zamanda Allah, özlediğim gibi tam manasıyla namaz kılmamı nasip eder.

***                                   
Kalbimde ve ruhumda tanımlayamadığım güzellikleri ve sıkıntıları aynı anda yaşıyorum. Bayramı da bu ruh hali ile geçirdim. Değişik bir hâl bu…

Bu hâli ve onların kalplerindeki hâli konuşabileceğim dostlarımla sohbet edeceğimiz zamanları bekliyorum şimdi... Şu hastane işleri hayırlısıyla bir bitsin üç ay daha özgürüz:)

Galina’nın doğumu çok yaklaştı bu arada. Firuze’ye kardeş geliyor; Hatice Daria; heyecanla bekliyoruz…


Neşe Kutlutaş, 24.09.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 31.10.2012)

Seçkin Deniz Twitter Akışı