Doğru bir adım atmak için Aliya’nın sorularını hatırlayalım, geçmişte yaptığımız gibi: “Yapmamamız gereken neyi yaptık ve yapmamız gereken nelerden uzak durduk?”
İsfahan’da kaldığım otelin lobisinde asker ve polislerimizin katliamlarına ilişkin haberleri izledim televizyonda. Donup kaldım bir süre, sonra yürekleri kan ağlayan anneleri hatırladım. Aynı sahneleri kaçıncı kez izlediğimi, benzeri kınama ve telin açıklamalarını kaç kez dinlediğimi düşündüm. Daha sonra kupkuru bir yatak halinde önümde uzayan Zayenderut çıktı karşıma. İki yazgı iç içe ilerliyor, birbirini tamamlıyor sanki. Annelerin hayatlarında, yeri doldurulamaz acılı bir boşluk oluştu ve güzelim ırmak kurumuş.
Garibanların bedel ödememesini garanti altına alan bir siyaset talep etmemiş miydik? Eksik kalan neydi? Kuruyan ırmağa bakarak kendi yanılgılarımı düşünüyorum: Çölden doğan, adının da ifade ettiği gibi kendi kendini doğuran, tabiata saygının bereketinde var olmayı sürdüren Zayanderut, Sınıra Yakın romanımdaki umut kaynaklarından biriydi. Irmak dört yıldır süren baraj çalışmaları yüzünden kurumuş.
Bir taksi şoförü yaşanan kuraklığı ırmağın suyunun arka arkaya açılan fabrikalara tahsis edilmesine bağladı. Suyun kuruması köprülerin etrafına yayılan sesleri etkilemiş. Hacu Köprüsü’nden geçerken ney sesi duyardım eskiden, şimdi şamatalı bir eğlence arayışı hakim köprü üstündeki hücrelerde.
Din de, sanat ve edebiyat gibi başka türlü bir bakış üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor insanı.
Verilmiş sözlere karşı bir sorumluluğumuz var ve elbette, unutulmaması gerekenleri hatırlamak borcumuz. Yaşanan acıları devletçi dilin ezberleriyle yorumlamak yerine devleti “beraber” düşünmenin sahasına çekmeyi amaçlayan söylemlerimiz hangi açıdan yanıldı? Devasa kalkınma hamlelerimiz ulus devletin sınırlarına sığmıyor, bu nedenle de insana bakışımız istatistik cetvellerinin oranlarına indirgeniyor.
“Sevdiğim şeyi mahvetmeli, mahvettiğim şeyi sevmeliyim” diye yükseliyordu metalik şarkı, yüzeyselliğe zorlayan bütün yasaklara karşılık, Urumiye çarşısında yanımdan geçip giden bir arabada.
Devrim, reform, sessiz devrim, böylece tanımlanan sayısız süreç neyi talep ederse etsin Hobbes köşede beliriyor ve bildik sözünü tekrarlıyor. Bizi farklı kılan neydi, hatırlamaya zorunluyuz.
`Dejavu` hissinden söz ettim yukarıda. Biz bunlara benzer sahneleri daha önce de yaşamıştık, ama hangi sebeplerle? Gerçeği bildiğimizi sanıyoruz, hakikatin sahipliğine dair vehmin güveniyle. Oysa en büyük imtiyazımız, çözüm süreci ve benzeri her konuda sahip olduğumuz ihlastı.
Tabiata saygı, “Biz” varlığına bağlılığın içeriğini karşıtının kusurları üzerinden tarif etmeyen bir kendilik bilinci, ekonomik adaleti sağlama kararlılığının göstergeleri, içtenlikli konuşmaları destekleyen bir siyaset dili…
Bunun farkındaydık: Bize okutulan tarih kendi tarihimiz değildi, gösterdikleri düşman asıl düşmanımız, kucak açılarak baş tacı edilen asıl dostumuz olamazdı. Müslümanlar sağcı mitlerden koptukça Türkiye ve çevresi için umut olabildiler.
Emin kişi bilinmekle barış arasında dolaysız bir bağ var. Oligarşilerin, silah tüccarlarının, yalan dolana dayalı kültür endüstrisinin iktidarını mümkün kılan her şey, bizlerin Veda Hutbesi’nin arı duru diline sadakati karşısında silikleşti, güçten düştü.
Dikkatli bir tarih ve toplum okuması, Müslümanların baskı altındaki yılları boyunca biriktirdiği tecrübelerin gücünün “Biz” adılının kullanımıyla ilgisini fark edecektir. Varlığını düşman üzerinden tanımlamanın değil,“beraber”liğin ardılıdır bu. Sezai Karakoç bu dilin imkanlarını hatırlatıyor ve içinde bulunduğumuz acıklı durumu “iç savaş” olarak tanımlıyor. Hep kendini haklı görmenin zemininde barış gerçekleşmiyor.
Barış hedefi şartları değerlendirerek ilerleyen bir süreç talep ediyor ve şimdi farklı bir aşamadayız. Bu aşamada geçmişin yol ve yordamlarıyla gençlerimizin katledilmesinin önünü alabilir miyiz?
Doğru bir adım atmak için Aliya’nın sorularını hatırlayalım, geçmişte yaptığımız gibi: “Yapmamamız gereken neyi yaptık ve yapmamız gereken nelerden uzak durduk?”
Hacu Köprüsü kıyısında ırmağa doğru inen merdivenlere oturan insanlar güzel duygular uyandıran ırmağa bakarak otururlardı. Kendi kendini doğuran ırmağı kupkuru yatağında hayal etmeye çalışmak tuhaf geliyor. Hep kendini haklı görmenin zemininde medeniyet de kendi kaynaklarına yabancılaşıyor.
İran nükleer enerji konusunda Batı’nın geri adım atmasını sağladı, ancak işte Zayenderut yatağından taşarak şehri serinleten o eski ırmak değil. Mucize gibi çölde doğarak akan ırmak, İsfahan’dan geçerken nice mimarlık abidelerine de esin kaynağı olmuştu.
Aynı zamanda dini ilimler alanında tanınmış bir alim olan Şeyh Bahai (1547-1621) ünlü Sallanan Minareler’in ve daha pek çok sıradışı yapının yanı sıra tek bir mumla ısınan bir hamamın da mimarı. Isıtma mekanizmasında yer alan muma sürekli damlayan yağ akışı için bir de özel yağ üreten atölye yapmış hamamın yakınlarına.
Bunun yanı sıra mumun yanmasını sürekliliği olan bir gaz kaynağıyla ilişkilendiren bulgular da var. Nizam’ül Mülk Medresesi yakınlarında bulunan hamamın ısıtma mekanizması 1790’larda, Zendiler Hanedanı’nın sonlarına doğru İngilizler tarafından sökülerek Londra’ya götürülmüş. Dolayısıyla özgün ısıtma sistemi çalışmıyor artık.
Enerji konusunda farklı çareler aramanın tek yolu ırmağı kurutan barajlar olmayabilirdi. Bugün çoğumuza tek bir mumun aleviyle çalışan hamam projesi tarihe karışan bir fantazi gibi geliyor.
Bu şekilde kısık gözlerle bakmaya zorlayan kalkınma yorumları barış konusundaki örneklik sergilemiş tecrübelerimizi de bir yanılgı olarak kabule zorluyor.Savaşı olduğu gibi barışı da başka türlü tarif eden bir farkın hayal olmadığını birlikte tecrübe ettik oysa.
“Eksik olan artık başka bir şey” diye yazmıştım “İslamcılık” kitabımın yenilenen baskısının alt başlığında. Anaların göz pınarları ve kendini doğuran ırmaklar nasıl kurumayabilir… “Biz”im siyasetimiz maddi kalkınma göstergelerinin gösterişçi sahipliğine değil, insanlığın ihtiyaç duyduğu anlam kaynaklarını ihyanın çarelerine yaslanarak medeniyet farkını ortaya koyabilir.
Cihan Aktaş, 26.09.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20348/zayenderut-dusunceleri
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20348/zayenderut-dusunceleri