"Kim ayıltacak o zaman alacakaranlık kuşağında baygın dolaşan bu ülkeyi? Kim?"
Başımın döndüğünü söyleyerek ne zaman çağıracaklarını sordum. Görevli Bey “Bekleyeceksiniz” derken, arkamdan “Hasta kendisini iyi hissetmiyorsa hemen alın” diyen bir ses duydum. Döndüğümde doktor olduğunu tahmin ettiğim sesin sahibi koridora doğru hızla çıkıyordu. Evet o doktormuş.
Öyle sanıyorum ki doktorun müdahalesi olmasaydı beş dakika içinde orada bir yerde yığılıp kalabilirdim.
Hemen bir odaya aldılar. Ve asistan tarafından muayene başladı. Onlarca soru; Ağrı ne zamandır var? Ne zaman CA ameliyatı oldunuz? Tam olarak nasıl bir ağrı? Batma? Yanma? Uyuşma? Kesilme? Kopma? Kırılma? Burkulma? Vs. vs. ben bunlara yırtılma, iğnelenme, bükme gibi maddeleri de ekledim.
Sonra fiziki muayene başladı, tüylerle, kâğıtlarla ve çekiçle yapılan duyarlılık ve ardından kuvvet kaybı kontrolü.
Bu kontrolü ellerim feci halde acıdığı için bıraktık.
Uyuşma dışında hepsinin cevabı 'Evet' oldu.
Lyrica ya da Paden diye bir ilaç kullanıp kullanmadığımı sordu doktor, kullanmadığımı söyledim.
Çektiğim ağrı ve acıları 0 ile 10 arasında değerlendirmemi istediğinde 10’a çıktığı zamanlar olduğunu ama 5 ya da 6’nın her zaman mevcut olduğunu söyledim.
Hangi hallerde artıp azaldığını sorduğunda, ağrı ve acının hiçbir kriteri olmadığını her zaman ve her şart altında ağrı çektiğimi ancak moralim bozuk olduğunda ellerimde şişmenin de başladığını anlattım.
Ve sonra şöyle bir soru geldi: Ağrınızın tam olarak geçmesini mi istersiniz, yoksa eh 3’te de idare edebilirim mi dersiniz? Nedenini bilmediğim bu soruya cevabım: “Hepsinin geçmesini istiyorum” oldu.
Sonra Prof. Dr. Altan Şahin Bey’in odasına geçtik beraber. Altan Bey, ilk andan itibaren işinin ehli olduğuna dair kanaat sahibi olunacak bir doktor.
Dosyamı aldı ve bu ağrıların nöropatik ağrılar olduğunu, radyoterapinin kötü hücreleri öldürürken beraberinde sağlam hücrelere de zarar verdiğini, bende olanın da sinir uçlarının yanması, tahrip olması olduğunu anlattı.
Her hastada aynı etki olmazken, bir buçuk aylık radyoterapi esnasında bünyemin epey hasar gördüğünü, fakat bu durumun radyoterapiyi gereksiz kılmadığını anlattı uzun uzun.
Bana göre dünyanın en iyi onkologu olan Kadri Hocama söylediklerimi Altan Hocaya da tekrar ettim; “Palyatif çözüm ve ağrı kesici istemiyorum!”
Altan Hoca’da Paden’i bir hafta boyunca kullanmamın çok önemli olduğuna dair izahatta bulundu. Yarar görürsem altı ay daha kullanmam derdimi epey çözecekti.
Ona, ilaçların yararlarından önce bünyemde zararlarını ve hem de hemen gösterdiğini anlattım. Arimideks kullandıktan on beş gün sonra parmaklarımda nodül oluşmuş ve eğilme başlamıştı. Tamoksifen kullanmaya başladığımda ise beş yıl sonra az da olsa beklenen rahim kanseri riski on ay sonra baş göstermiş ve ikinci kez tekrar ağır bir ameliyat olmak mecburiyetinde kalmıştım.
Beni anladığını Paden’in biraz sersemlik ve kilo alma problemi oluşturabileceğini ama fayda/zarar açısından bakıldığında bunların çok da önemli olmadığını söyleyerek ikna etti Altan Hoca.
Bir hafta sonra görüşmek için sözleşerek ayrıldıktan sonra ilk eczaneden ilacı sordum, Paden’in olmadığını ve Lyrica’nın da ilacın muadili olduğunu söyledi eczacı. Hemen Altan Hocayı arayıp sordum, Hayır, Paden kullanacaktım.
Sorduğum diğer eczanelerde ilacı bulamayınca Eryaman’a geri döndüm. Atila benden haber beklediğini söyledi, ilacı Eryaman’da da bulamadığım takdirde onu arayacaktım. Eryaman’daki eczacı da ellerinde bulunmadığını depolarından getirtebileceklerini söyledi.
Atila’ya haber verdim. Akşam ilacı alıp getirdi. On iki saatte bir alınması gereken ilacın ilk dozunu gece 11’de aldım.
Geceyi ağrılarımı hissederek geçirdim. Sabah uyandığımda doğrulmak istedim ve tam manasıyla “küt” diye yatağa düştüm. Başım dönüyordu. Bir müddet daha düştüğüm şekilde kalıp bu sefer ağır ağır kalktım. Başım feci halde dönüyordu. Nuran zili çaldığında sendeleyerek açtım kapıyı, birlikte çay içtik.
Sonra iki kat aşağıya Fadime’ye inip kahve içelim belki iyi gelir dedim. İkinci kapsülü de tam vaktinde aldım. Kahveyi içerken başım hep duvara dayalıydı. Emira aradı bu sırada, “Mado’dayım birlikte kahve içelim mi?” diye sordu. Halim yoktu. “Şimdi iyi değilim ama hakkım saklı kalsın sonra birlikte içeriz” dedim.
Eve Nuran’ın yardımıyla zar zor çıktım. Koltuğun üzerine öylece yığılıp kaldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum, gözümü açtığımda "Alacakaranlık kuşağı" dediğim kuşağa girmiştim sanırım. Telefonum çalıyordu, kiminle konuşuyorsam dediklerimin kayıtlara geçmemesini istiyordum. Tuhaf bir ruh ve beden tecrübesi geçiriyordum... Bir ara mutfağa geçtim ve orada yere düştüm. Bedenimi hissedebiliyordum, ağrı vardı, ama ruhum başka bir âlemdeydi sanki. O anda kuvvetle sarıldığım tek düşünce “Burası bir ev, güvendesin” düşüncesiydi.
Fakat ruhi olarak, mülkiyetin, diğer insanların olmadığı garip bir gerçekliğin tam ortasına düşmüştüm ve oradan çıkmakla çıkmamak arasında bocalıyordum.
İyi ya da kötü olarak niteleme yapılamayacak bir yerdeydim. İyi ve kötünün ne olduğunu biliyordum, bunun farkındaydım, ama orada öyle bir şey yoktu, Görüntü, ses, madde hiçbir şey yoktu. Ve hatta zaman da yoktu. Yalnızca çıplak bir var oluş. O kadar.
Korkuyu hissettim, ne olacak ya da ne oluyor anlamıyordum. Bir hafiflik vardı içimde bir yerlerde, ya da ben o hafifliğin içindeydim, bilmiyorum… Bir evde olduğumu idrak ederken ayağa kalkabileceğimi de çok yavaşça fark etmeye başladım. Ama sanki onu fark eden de ben değil de, benden ayrı bir benlikti.
Ayağa kalkarsam içinde bulunduğum durumun dağılacağını da idrak etmiştim. Kalkıp kalkmamak için karar vermem ruhumu ve bedenimi birden bir araya getirecek ve sanki yeniden o güne dek taşıdığım ama ne olduğunu bilmediğim ağırlığın altına tekrar girecektim. Hem o ağırlığı taşıyamayacağımı hem de yapmam gereken şeyler olduğunu aynı anda hissediyordum.
O güne dek hiç yaşamadığım o hafiflik hissini terk etmek zor olsa da, ayağa kalkmam gerekiyordu. Fadime’nin adını hatırlayamadım, ama binanın telefonundan 12’yi tuşlayacağımı zar zor idrak ederek aradım, yalnızca “Hemen buraya gelmen lazım” dedim.
Zihnimde dönüp dolaşan düşüncelerden yorgun düştüm ve yeniden kapının ağzına yığılıverdim. Acaba o aradığım benim kim olduğumu biliyor muydu? Acaba gerçekten bir insanla konuşmuş muydum? Aradığım insan Atila’yı tanıyor muydu? Atila ben uçup gitmeden gelebilir miydi?
Bu düşünceler elbette bu kadar net değildi yalnızca yumuşak bir rüzgâr gibi zihnimin içinde dolaşıyordu o kadar.
Ne yaşadığımı kelimelerle tam olarak ifade etme imkânım yok. Bir garip “oluş” hali sanki… Sonra uyandığımda balkondaki koltuğun üzerinde gözümden yaşlar gelerek oturuyordum. Masanın üzerinde bir kahve fincanı, su ve lavanta kolonyası vardı.
Atila’yı aradım. Gereksiz bir nezaketle "İşten erken çıkabilir misin?" diye sordum. Aslında daha önce yaşadığım dünyaya dönüşün ağırlığı içinde sormuştum bu soruyu. Sanki o “gelemem” dese ki Atila asla bunu söylemez, yeniden biraz önce içinde bulunduğum o hale geri dönme imkânım olacaktı. Afak’ı düşündüm, onu ve Atila’yı bırakamam rüzgârı esti zihnimde. Bu ağırlık belli olmayan bir süreye kadar taşınacaktı. Onu idrak etmeye başlamıştım…
Sonra Efe ve arkadaşı geldiler. Onlarla ve Fadime ile ne konuştuğumu hatırlamıyorum.
Atila geldiğinde biraz daha toparlanmıştım, ama yine de zihnimdeki bulanıklık bütün gücüyle etrafımı sarıvermişti.
Efe, Atila’yı çağırmama gerek olmadığını, bana onların yardımcı olabileceğini söyledi ama öyle olmazdı işte. Kendimi ne zaman kötü hissetsem Atila yanımda olmadan daha da kötü olacağıma inanırım hep, o da beni asla yalnız bırakmaz.
Neyse işte, böyle enteresan bir tecrübe de yaşamış oldum ahir ömrümdeJ
Bu tecrübeyi yaşadıktan sonra Türkiye'nin de bir alacakaranlık kuşağına girdiğini düşünüyorum artık.
Suriye'de katliam devam ederken ve biz Suriye'ye neredeyse iki yıldır "sabrımızı taşırma" nakaratını tekrar ederken, şimdi de İsrail Gazze'yi karadan ve havadan vurmaya başladı.
Gazze'nin ateş altında olduğunu öğrendiğim an, acı ve ağrılarım katbekat arttı. Haberleri kapattım. Yapılabilecek en anlamlı çaba dua etmekti benim için; bütün kalbimle ve kuvvetle dua etmeye başladım.
Mısır Başbakanının Gazze'ye gittiği haberinden sonra kendimi biraz daha iyi hissettim.
Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi,"Kahire Gazze'yi tek başına bırakmayacak. Bugünün Mısır'ı dünün Mısır'ı değil, bugünün Arapları da dünün Arapları değil" beyanatına da ayrıca sevindim.
İnşallah mazlumların duaları ve ferasetli Müslümanların Allah'tan aldıkları güçle katil İsrail devleti bugünden sabaha yıkılır.
Türkiye de alacakaranlık kuşağında diyorum çünkü hükümetin ne yaptığını anlamıyorum. Anlamak istiyorum ama anlamıyorum. Sersem sepelek ABD'nin güdümünde giden bir ülke var sanki ve bu ülke benim ülkem.
Ama ülkem beni hasta ediyor.
ABD İsrail'e olan desteğini açıkladı. Bu durumda ABD bizim düşmanımız. Ya da tersinden okursak İsrail bizim dostumuz. Hangisi?
Gazze'nin yanında olduğumuzu bildirdiğimizde ABD'nin karşısında oluyoruz. ABD ile dostluğumuzun devam ettiğini söylediğimizde ise İsrail'in yanında.
Bu ülke canlı bir organizma gibi her gün ve her an yeni bir enerji üretiyorsa, o zaman ülkeyi yönetenlerin tıpkı kısa bir süre önce bana olduğu gibi flu bir kuşağa girdiklerini söylememiz mümkün.
Kim ayıltacak o zaman alacakaranlık kuşağında baygın dolaşan bu ülkeyi? Kim?
Bir de İsrail’in, Filistin’e saldırması ve orada yaşanan zulme dair Türkiye’de verilen haberlerin dili var ki işte bu benim midemi bulandırıyor.
Her İsrail saldırganlığının mutlaka bir intihar eylemine veya eylem ihtimaline cevaben gerçekleştiğine dair kullanılan şu ifadeler, yaşanan zulümlere denk bir azap veriyor: “…İsrail’in bu intihar saldırısına nasıl cevap vereceği merakla bekleniyor. “İsrail'in Gazze’den fırlatılan Kassam füzelerine karşı cevabı gecikmedi.”
Cevabınız batsın!
İşte bu kalıplarla sunulan haberler, dinleyicilerin bilinçaltında vahşeti normal karşılamak veya saldırganlığın karşı hamle şeklinde değerlendirilmesini mümkün kılmak gibi bir alçaklığa işaret ediyor.
Hiç kimse, Filistin topraklarına İsrail, İngiliz ve ABD devletlerince teşvik edilerek gelen Yahudi işgalcilerin orada ne aradığını hatırlamıyor.
Yıllar önceydi, CNN muhabiri canlı yayında, karargâhına roketatarlarla saldırılan, yalnızca bulunduğu odanın içinde hareket edebilen Filistin devlet başkanı merhum Yaser Arafat’a edepsizce sorabiliyordu: “Şiddeti durdurmak için harekete geçecek misiniz?”
Bugün aynı edepsizlik bizzat ABD tarafından yapılıyor: “Hamas’a baskı yapın”
Herhangi bir coğrafyada zulüm söz konusu olduğunda ABD’den hayır sadır olmayacağını bilecek kadar çok şey gördü dünya.
Venezuela’daki askeri darbeyi destekleyen ve bundan memnuniyetini dile getiren bir ABD, ırk ayrımcılığı ve Kızılderililere yaptıklarının izlerini Hollywood filmleriyle silen ABD, zencilere oy kullanma ve beyazlarla birlikte aynı mekânları kullanma hakkını vererek büyük ilerleme (!) kaydeden ABD, Kuveyt’i Irak’ın elinden kurtaran (!) ABD, Japonya’ya iki atom bombası atarak dünyayı yakuzalardan temizleyen ABD, Vietnam’daki kızıl tehlikeyi durduran ABD, Afganistan’a el çabukluğu ve B-52 ağırlığı ile müdahale eden ABD, Irak’ın altını üstüne getirip zenginliklerini talan eden ABD, bugün de dün olduğu gibi İsrail’in mevcudiyeti için köpekliğin dibini bulmuş durumda!
Zulüm, Habil ile Kabilden beri zaman zaman ad değiştirerek ama hiç durmadan sürüyor.
Özellikle İslam coğrafyasının hiç yabancısı olmadığı bu zulümlerde belki de unutulan şey, zulme karşı direnmenin tıpkı ekmek ve su gibi bu topraklarda yasayan insanların hayatlarının bir parçası olduğu gerçeği. Zulmün, hiçbir dil ve kamera oyunuyla gizlenemeyecek hale geldiği zamanlarda galeyana gelip, aman ABD mallarını kullanmayalım, aman İsrail’e destek olmayalım gibi saman alevi tepkiler de tek başına bir yeterlilik taşımıyor bu durumda ne yazık ki.
Amerikan hükümeti son yirmi yılda İsrail’e, Rusya federasyonundan göçen Yahudileri yerleştirmesi için yirmi beş milyar dolar veriyor. Nereden mi buluyor bu parayı?
Yapmayın, siz de biliyorsunuz ki Filistin’de, Irak’ta yapılan katliam ve zulümlere es kaza ekranda rastlarsa yüz buruşturma tepkisi verenlerin inkâr edilemez katkıları sayesinde elbette.
O topraklarda yasayan insanlara yapılacak bir yardım veya onlara gösterilecek bir destek, aslında kir tutmuş vicdanlarımız için gerekli olan muhasebeden başka bir şey olmayacak.
Ve herkes, hesap defterini ancak kendi yaptığı işlerle dolduracak.
Hayatının baharında şehit olan yirmi yaşındaki Filistinli genç kızın ölmeden hemen önce söylediklerini hiç unutmayacağım: “Muhakkak Allah (c.c) zalimlerden daha güçlüdür!”
Son bir not: medyanın zihinleri bulandıran ve maniple eden iğrenç dili yetmezmiş gibi daha dün ( 15 Kasım 2012) İsrail Gazze’yi bombalarken “muhafazakâr” diye bilinen TV Net’te “Haftanın film önerileri”nde “Schindlerin Listesi” filminin tanıtımı yapıldı. Hem de ballandıra ballandıra… Cehalet değilse ihanet!
Neşe Kutlutaş, 08.10.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 17.11.2012)