"Çünkü onlar arsızlar, küçük kızım ve arsızlar kolay kolay doymazlar…"
Üç kişiydiler, köşedeki ufarak masaya çökmüştüler. Üç kişiydiler enleri boylarına neredeyse denk, boyları kısa enleri uzun üç kişiydiler… Üçü de manşet kollu gömlek üstüne kazak ve onun da üstüne kazak ve onun da üstüne kalın, kalantor işi montlar giyinmiştiler.
Zaten iriydiler ki, böylece daha da irileşmiştiler…
Kısa boylu üç aç dev gibi, ama gerçekten de aç devler gibiydiler. İlginçtir üçü de gençtiler epeyce ve yine ilginçtir üçü de epeyce ama epeyce kel’diler. Ha birde gözleri, mazota düşmüş kara bilyeler gibi, dibe çökmüş, doymamış bir fıldır fıldırlıktaydılar.
Biz içeriye girdiğimizde oradaydılar. Üç tane, kel, iri, kısa boylu, fıldır fıldır aç gözleriyle üç aç bodur dev gibi köşedeki masaya çökmüştüler. Kollarının, dirseklerinin ve aç göğüslerinin doldurduğu masada bir kendileri bir de kâh çatallarla, kâh elleriyle dalıp çıktıkları tepsiler dolusu nevaleyle baş başaydılar.
Evet, biz içeriye girdiğimizde tam da onlarla çakışan bir uzam içerisinde böyleceydiler ve böylece herkes onlara bakarken onlar sadece kendileriyle ve kendileri için doldurulmuş tepsileriyle başbaşaydılar.
Doymak bilmemecesineydiler, dudaklarının köşelerinden ve çenelerinden yağlı gerdanlarına başka başka yağlar damlıyordu…Zaten yağlı, yalaşık, bulaşık bir parlaklıktaydılar ki, böylece daha da yalaşık, bulaşık oldular, par par parladılar. Yediler, yediler, yoruldular. Durdular, arkalarına yaslandılar, kalkıp lavaboya yollandılar arada bir, ellerinden, yüzlerinden sular damlaya damlaya geri geldiler, oturdular ve devam ettiler yemeye.
Aklıma Marguirete Yourcenar’ın Hadrianus’un ağzından anlattığı, bir daha bir daha yemek için kusmaya giden Roma’lı konsüllerle, aç Romalı askerler geldi onları seyrederken… Kazanlar, arabalar, çuvallar dolusu yese de doymayan, doyamayan Rabelais’in Gargantua’sı geldi aklıma…
Aklıma bir de yemekten imtina edercesine yiyen zarif adamlar geldi. Zarifoğlu gibi, Karaavcı gibi taam edenler geldi… M.Emin Ağabey geldi aklıma, doymaktan korkarak yiyen güzel adamlargeldi, tıpkı adları gibi dost olan ve lokmasını ağzına nasıl götürdüğünü bilemediğim salikler geldi aklıma…
Üç kişiydiler, ama etrafında dört sandalye bulunan masaya çökerken dördünü de kaplamıştılar sanki.
Üçü de oturmuş, manşetli gömleklerinin metal düğmelerini çıtlayıp, kollarını çemreyerek ellerini önlerindeki tepsiler dolusu nevaleye uzatmıştılar…Üç açgözlü ve aç karınlı, üç bodur dev gibiydiler, yediler, içtiler, terlediler, silindiler… Başlarını kaldırdıklarında, bir ellerini de beraber kaldırdılar, komileri, garsonları, ustaları, aşçıları çağırdılar, yüzlerine bakmadan konuştular.
‘Burada bu yok mu?’, dediler.
‘Burada şu yok mu?’, dediler, istediler…istediler…
Tavuk kanatları ağılarında parçalanırken bir ara bir ‘dava’dan, bir mahkemeden bahsettiler, bir ihaleden konuştular ve Adana kebabın içindeki kuyruk yağını az bulduklarını eklediler bu ehemmiyetli sözlerine.
Konuşmaları da, gülmeleri de tıpkı yemeleri, içmeleri gibi fütursuz, destursuz, terli ve iri iriydi.
Onlar iri iri yerken, içerken ve yuvarlanan kopuk kayalar gibi konuşup gülerken, kimi üçe kimi dörde bölünmüş, pidelerini, lahmacunlarını ayranla yutmaya çalışan küçük çocukların lokmaları ağızlarında kalmıştı onları seyrederken.
Belli ki, bir işin adamıydılar, ya da birkaç işin birden adamıydılar, bir ara her ne konuştuysalar, gülüp yeminler ederek anlaşılmaz cümleler yuvarladılar ve kafalarını sallayıp, kendi sözlerini yine kendileri tasdik ettiler.
Onlar bunu, şunu isterken ve aleste bekleyen garsonları, komileri, aşçıları kakazlarken bıyıklarına yeni yeni kır düşmüş bir adamla, bir kız çocuğu girdiler içeriye. Lacivert, ince bir pardesü vardı üstünde adamın, kızın da kırmızı naylondan bir kabanı ve uzun upuzun pembe bir atkısı.
Yan masaya oturdular, siparişlerini söylediler ve beklemeye koyuldular. '16 lahmacun!' , dedi bıyıklarına yeni yeni kır düşmüş adam ve kızıyla parmaklarını açıp saymaya başladılar. Dede’ye, Nene’ye, Hala’ya, Anne’ye, Baba’ya, Amca’ya, Yenge’ye ve Küçük Kız’a…'İkişerden 16, evet 16 lahmacun!' diye tekrar etiler, ellerini masanın üzerine koydular, parmaklarıyla oynadılar, beklediler.
Bir ara ‘Kebap!’ dedi kırmızı naylon montlu küçük kız ve dediğine kendi de pişman oldu…
‘Kebap kaç paradır?’
Menü’ye uzandılar, baba kebabın fiyatını söyledi küçük kıza, akılı kız, 'Birer kebaptan 8 kebap çok para!’ dedi, '40 lira!’ dedi…
Sustular, belli belirsiz yutkundular ve baba kız lahmacunlarını beklemeye koyuldular.
Önce o üç bodur, kel, fıldır fıldır gözlü, üç aç dev kalktılar işgal ettikleri masadan, sanki dışarıda donacaklarmış gibi davrandılar. Çay dağıtan çocukların tuttuğu montlarını, kabanlarını giyindiler, atkılarına sarındılar, fermuarlarını çekip, düğmelerini iliklediler.Ayaklarını rap rap yere vurdular, göbeklerini, gerdanlarını titrettiler habire.
Kalkıp terk ettikleri masanın üzerinde küçük çaplı bir çöplük bıraktılar. Buruşturulmuş, kırıştırılmış peçetelerin arasında kimi ucundan ısırılmış, kimi ortasından yarılmış, kimi parçalanıp bırakılmış tavuk kanatları, etler, köfteler ve tatlılar bıraktılar. Kasanın önünde yarıla yırtıla hesaplarını ödediler, şakalaştılar, bağrıştılar, ricalaştılar.
İki ya da üç tane 100’lük banknot bıraktılar kasiyerin önüne, birkaç 20’lik ve birkaç 10’luk banknotu geriye aldılar; yediklerini karınlarına tıkıştırdıkları gibi paranın arta kalanını da ceplerine tıkıştırdılar…
Çok ‘cool’ bir halleri vardı... Oldukça serbest hatta serbestten de ötedeydiler…
Önlerinde açılan rengarenk büyük kapıdan üç iri safra gibi kaldırıma döküldüler, üç iri safra gibi birkaç yalpa vurup hemen kapının önündeki iri bir jeep’e bindiler ve çıkıp gittiler.
Biz kalktığımızda, parmaklarıyla sayıp sipariş ettikleri lahmacunlarını bekleyen kırmızı naylon kabanlı küçük kızla ince pardesülü, bıyıklarına yeni kır düşmüş adam da masaya bırakılan paketlerini alıp kalktılar.
Dışarıda ayaz vardı, garsonlar hâlâ o üç aç, obur devden arta kalan çöplüğü temizlemekle meşguldüler.
16 lahmacunu iki pakete bölüp taşıyan baba ve kız bir ellerindeki paketlere birde ayaza baktılar, elindeki sıcak lahmacun paketini göğsüne bastıran küçük kız bir ara bir şeyler söyledi babasına ve elini burnuna götürürken güldürdü babasını…
Baba ve kız caddenin sol yanındaki daracık kaldırımdan yukarıya doğru güle güle yürüyüp gittiler…
‘Ne kokusu kızım?’, dedi babası.
‘Kokuyor işte… kusmuk!’, dedi küçük kız.
Garsonlar lokantanın kapısını açtılar, bir aşağıya bir yukarıya baktılar, dudaklarını büzüp sağ ellerini bir tarafa salladılar, kapattılar kapıyı, içeriye girdiler…
Dışarıda ayaz vardı...
Tam kapının önünden, kaldırımdan donmuş bir safra kokusu yükseliyordu.
Şahin Torun, 10.10.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Şahin Torun Yazıları