15 Ekim 2015 Perşembe

SA1888/KY9-NK82: Eloğlu

"İnsan aynı yastığa baş koyduğu bir insana “Eloğlu” der mi hiç? Ya da şöyle sorayım “Eloğlu” ile aynı yastığa baş koyar mı insan?"



Evde uzun süredir tamirat, tadilat işleri var. Ev sahibimiz Memet Abi, kombi, balkon penceresi, vs. yaptırıyor. Yalnız bu işler esnasında kesilen demirlerden yükselen sesler benim tahammül sınırlarımı zorluyor. O işleyen makine seslerini duyar duymaz kalbimden başlayan ve bütün bünyeme yayılan elektrik veriliyormuş hissi ellerimin acı ve ağrısını bir anda on katına çıkarıyor.

Nöropatik ağrı böyle bir şey demek ki…


Bu yüzden tamiratın başladığı ilk gün ustalar gelir gelmez evden kaçarcasına uzaklaştım.

Bütün işler Atila'nın üzerine kaldı ne yazık ki.

O kadar üzüldüm ki bu duruma, evden ağlamaklı çıkarken rastladığım bir komşum, ne olduğunu sordu. Ona acıdan çok, ilk defa Atila'yı böyle bir durumda yalnız bıraktığım için üzüldüğümü söyledim. Bana kalsa Atila'yı hiç bu işlere bulaştırmaz, onu evden uzaklaştırır ve o gelinceye kadar da bütün işleri hallederdim.

Komşum yüzüme acı acı baktı,  sonra da "Eloğlu değil mi kızım bırak yapsın Alla’sen" deyiverdi. İşte tam o anda içimden geçen şey suratına bir tokat atmak oldu. Atmadım. Toparlandım hemen. Aslında ben ona acımıştım. Kocasına "eloğlu" diye bakan bir kadına başka nasıl bakabilirdim ki?

Kimdir bu Eloğlu?

İnsan aynı yastığa baş koyduğu bir insana “Eloğlu” der mi hiç? Ya da şöyle sorayım “Eloğlu” ile aynı yastığa baş koyar mı insan?

"O eloğlu değil, benim hayat yoldaşım” dedim komşumun anlamayacağını bile bile.

Azerbaycanlılar eşlerine  "Hayat yoldaşım" diye hitap eder. Atila'da "Bizimki harika bir yol arkadaşlığı" der her zaman.

Biz onunla “Harika bir yol arkadaşıyız” işte… Gündelik hayatımızda her zaman Atila sanki ilk defa evimize adım atacakmış gibi evimizin düzenli ve temiz olmasına gayret ediyorum. O zili çaldığında daha yukarı çıkmadıysa şükür secdesi yapıyorum. Kapıyı açtığımda karşımda bulursam, onu tekrar bana kavuşturduğu Allah'a şükrediyorum.

Allah'a her zaman şükrediyorum bizi birbirimize yazdığı ve helal kıldığı için…

İlk evlendiğimiz günlerde evimizde yalnızca bir yer yatağı, üç gözlü bir ocak, birkaç sandalye ve bitişik inşaattan ricayla aldığımız tuğlaların üzerine cam parçaları koyarak yaptığımız uyduruk bir kitaplığımız vardı. O kadar.

Hiç kimseden hiçbir şey istememiştik. Yuvamızı kendimiz kuracaktık. En sade ve kimilerine göre “yoksul” olan o hâl bizim için mutluluk kaynağıydı. Biz aynı mekânı paylaşıyorduk onunla, bu yeterdi işte…

Afak'ın doğumu yaklaşırken hâlâ doğru düzgün eşyamız yoktu, karyola, puset vs. alınması gerekiyordu. Bir ara galiba hüzünlenmiş olmalıyım ki Atila beni karşısına alıp, "Baksana, eşyanın hiçbir önemi yok, sen artık bizimle birlikte yaşayacak olan çocuğumuzu düşün. Onun için endişeleneceğiz, onu seveceğiz, bebekken ağladığında ya da büyüdüğünde yardıma ihtiyacı olduğunda hep yanında olacağız. O bizim heyecanımız ve emanetimiz olacak" demişti.

O sözlerini bugünkü gibi hatırlıyorum.

Sonra Allah c.c Afak için yatak da, puset de, ihtiyacımız olan başka eşyalar da nasip etmişti.

Aslında Atila ve ben herhangi bir eşya alırken çok utanan, mahcup olan insanlar olduk hep.

İhtiyaç haricinde herhangi bir eşyamız olmamasına da özen gösterdik. Aldığımız eşyaların büyük kısmı arkadaşlarımızın telkinleri ile alınmış eşyalar. Önceleri ikimizin de itiraz ettiği ama eve girdikten sonra gerçekten bir ihtiyacımızı karşılayan eşyalar oldu bunlar.

Evimiz ilk evlendiğimiz günden itibaren misafirlerle doldu taştı. Hep böyle oldu. Hatta hatırlıyorum, Âfak yıllar önce Arjantin'e gitme hayalleri kurarken şöyle demişti: "Evimizi hep içinde misafirlerle dolup taşan bir ev olarak hatırlayacağım."

Ne şahane bir şey.

Misafiri seviyorduk ama "Öğrenci Evi" düzeninden de kurtulamıyorduk. İçine yorganları doldurduğum kocaman bir hurcu, ortasından bastırarak koltuk haline getirmiştik ve “Şeref Misafirleri” bu muhteşem koltukta oturuyordu. Gelenler hep yerde yatıyordu, ama kimse halinden şikâyetçi olmuyordu. Yıllar sonra kanepe girdi hayatımıza, işte o zaman misafirlerimizi daha iyi ağırladığımızı hissettim. Sonra bir iki koltuk vs.

Hiç salon takımımız ya da "oturma grubu"muz olmadı. İyi ki olmadı. Biz böyle kalıpsız, şablonsuz, iddiasız yaşamayı sevdik.

On iki yıldır oturduğumuz evimizde de neredeyse yaz kış balkonda yaşıyoruz. Ve o küçücük balkon gelen dostlarımızın sayısı artsa da sanki bir şekilde genişliyor.

Hepimiz sığıyoruz oraya. Hepimiz mutlu oluyoruz.

Bazen ikimizin de bu devrin insanı olmadığımızı düşünüyorum…

Ve dostlarımızın da öyle;  Fevziye ve Ebubekir'in evine bakıyorum, yıllardır aynı eşyalarla, gayet mutlu yaşıyorlar. Hakan ve Emira da öyle. Hepimiz yıllardır sayısız misafir ağırladık çok moda olmayan evlerimizde. Ve hiçbirimizin şu marka koltuk ya da yemek takımı olmadı. Pahalı avizelerimiz, taşlı perdelerimiz de olmadı. Ama dostlarımız hep oldu Allah'ın izni ile. Mutfak için dandik bir kepçe aldığımızda bile mutlu olduk, oluyoruz...

Dostlarımızla bizim hayatımız, hırsların ve eşyaya tutkunun olmadığı bir hayat…

Her santimi ölçülü biçili, ruhsuz hayatların antitezi bizimkisi…

İşte böyle.

Neyse Eloğlu diyordum; bu Eloğlu işi sakat iş, bu mantık yanlış. Yanlış ama bir yandan da kalıplaşmış ne yazık ki…

Bir arkadaşım yıllar önce kardeşi ile olan kavgasını anlatırken: “Neyse ki kocam yoktu o anda” demişti. Tam içimden kocasının morali bozulmasın diye öyle söylediğini zannederek tebrik etmek geçerken "Eloğlu niye duysun bizim kavgamızı" deyiverdi.

Eloğlu mu?

“O eloğlu dediğin senin kocan kardeşim, çocuklarının babası, evine ekmek getiren, ailesinin, başkasının değil ailesinin, yani sizin geçiminizi sağlayan insan, evine ekmek getirmese bile aynı yastığa baş koyduğun insan ve senin de dostun değil mi?” Diye sordum. "Bırak Allah aşkına, Eloğlu bugün bir şey demez yarın başına kakar insanın" deyiverdi.

Onu ikna edecek enerjim yoktu. O ve onun gibi binlerce kadın ve binlerce erkek öyle düşünüyordu çünkü "Eloğlu ve Elkızı"

Karıları elkızıydı birilerinin kocaları da eloğlu… Bu kadar basit işte…

E birbirlerine bu gözle bakan insanların da, birbirlerinden gizli iş çevirmeleri gayet tabiiydi. Komşuya gizlice gidilir, eşyalar gizlice alınır, iş yerinde yaşananlar gizlice yaşanır, paralar karşılıklı saklanır,  karılarının ne kadar açgözlü ya da pasaklı olduğu, kocaların ne kadar faydasız ya da analarına düşkün olduğu dedikodusu arsızca yapılır, “filanın karısı şöyle maharetli, filanın kocası böyle tuttuğunu koparan” vs diye fütursuz ve ahlâksızca ithamlar da bulunulur ve bu da “normal hayat” ın bir parçası kabul edilerek ilişki böyle yırtık, sökük ve çirkin devam edip gider.

Dostluk bu işin neresinde anlamam mümkün değil.

İnsan dostundan bir şey gizler mi yahu, arkasından entrika çevirir mi, onu bir başkasının yanında yerden yere vurur mu?

Bu durumu ölünceye kadar anlayamayacağım!

Evlendiğiniz günden itibaren bir "Hayat Yoldaşı" edinmiş oluyorsunuz. Allah'ın yalnız karı ile kocanın arasına koyduğunu söylediği meveddet, yani muhabbet, yani merhamet, yani sevgi, yani şefkat aranızda oluşmaya başlıyor. Birlikte bir yola çıkıyorsunuz! Birlikte ama!

Ve o yolda yol arkadaşınızın başına ne gelirse ondan mesul oluyorsunuz. Ve o da sizden. O üşüyorsa siz de üşüyorsunuz,  o üzülünce siz de üzülüyorsunuz vs. paylaşıyorsunuz hayatı…

Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesinde bildirdiği "emanet" oluyorsunuz birbirinize.

Birbirinizin üzerinde tahakküm kurmadan, ego savaşına girmeden yaptığınız bir yolculuk…


***
Mutfakta bir tencereyi yerinden kaldırmak ağır geldiğinde, arkamdan bir el sessizce o ağırlığı taşıdı benim için…Üşüttüğümde sıcak bir tas çorbayı da o yaptı… Ben hiçbir şey söylemesem de sesimin tınısından anladı Atila ruhumda neler olup bittiğini. Sadra şifa cümleleri ilk ondan duydum, en güzel hediyeleri hep ondan aldım, yazılarımı ilk o okudu. Kavga da ettik bazen… Bazen “bunu hemen çöpe at” dediği yazılarım oldu; alındım, kızdım, öfkelendim belki ve o beni hep anladı, biz birbirimizi hep anladık. Yol göstericisi olduk birbirimizin, aynı yolda yürüyen ve yanlışa düştüğümüze inandığımızda, bir cümleyle, bir Âyetle, bir Hadisle birbirimize ışık tutan bir yol gösterici olduk…

Hiç gizlim saklım olmadı Atila’dan; yapacağım her işte ona danıştım.

Bunun tek bir istisnası oldu; başörtüsünden dolayı işimi kaybetme aşamasına gelince Atila’ya “bu doğru mu olur yanlış mı, sen ne düşünüyorsun, ne yapmalıyım?” diye sormadım. Başörtülü çalışma imkânım kalmayınca derhal istifa ettim. Bu kararımdan da hep mutlu oldum. Atila da hep yanımda oldu zaten…

Biz birbirimizi her halükarda sevdik, bundan hiç şüphe duymadık.

Ve bu emin olma hâli kimi zaman içine düştüğümüz fırtınalardan, zor imtihanlardan bizi hep sağlam kıyılara taşıdı elhamdülillah…

***
Alacakaranlıkta gölgeler yok olurken ve ışık ışık güneş salındığında, lavantaların mor beyaz esintisi değdiği kalpleri yumuşattığında, Allah’ın her an yeniden inşa ettiği zamanın esrarındaki muhteşem mesajı ruhumuzda hissederken, mübarek bir ayeti dinlerken ve aynı anda gözlerimiz yaşarırken o mübarek ayetten, hastane koridorlarının soğukluğunda, Allah’ın bizden muradını kalbimizde yakalamaya çalışırken, bir musibet ertesi bu imtihanı nasıl geçirdiğimizin muhasebesini yaparken, ailemizin mutluluğundan, evladımızın mutluluğundan, dostlarımızın mutluluğundan mutlu olurken ve onların geçirdiği zor imtihanlarda en az onlar kadar daralırken, bunalırken ve Allah’a yönelirken bütün imtihanlarımızda, Allah’ı ve O’nun eşsiz Varlığını, Birliğini hep yanı başımızda hissettik…

Biz Atila ile birbirimizin mütemmim cüzü olduk hep.

Ne o “eloğlu” oldu benim için ne de ben onun için “elkızı”

Evlendikten yirmi yıl sonra kanser oldum. Bu ağır imtihanı da yine Atila’yla, Âfak’la, ailemle ve koskoca bir aile olduğumuz dostlarımızla birlikte yüz akıyla geçirmeye çalışıyorum…

Bana nasip ettiği her bir güzellik için Allah’a sonsuz hamd olsun, milyonlarca kere şükr olsun Allah’a, milyonlarca kere…


Not: Atila’nın bu fotoğrafını Hakan’ın “Bu Devrimler Bizim” kitabının İhtiyar’daki imza gününde Ayşe çekti. Biz de bayıldık:


Neşe Kutlutaş, 15.10.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 26.11.2012)

Seçkin Deniz Twitter Akışı