"Yıllar sonra yine oradayım, Saat Kulesi’nin yanı başında. Kahramanım Efser’i kulenin dibinde beklerken görmeye çalışıyorum."
Yıllar sonra yeniden aynı meydandan geçiyorum. İlk geldiğimde onun hikayesini bilmiyordum. Şehir dışındaki elma bahçelerine pikniğe giderken yanından geçmiştik. İsimler aşinaydı, gerçi bazılarını geçen yıllar içinde unutmuşum. Saat Kulesi bakımsızlığıyla dikkatimi çekmişti.
Ne zaman yapıldığını merak etmiş olmalıyım, yeniden gördüğümde de aklıma gelen ilk soruydu. Zaman içinde unutulmayacak kadar iz bırakmış meğer. Alman mimarisi havası vardı, öyle gelmişti. Hatta Haydarpaşa Garı’nı hatırlamış, hüzünlenmiştim. Neredeyse on yıl sonra bir gün Bakü’de aklıma düştü. Çünkü Medine Gülgün’ün ayrılık ve hasret tüten hayat hikayesiyle karşılaşmıştım bir ansiklopedide.
İster istemez doğduğu toprakları terk eden, hep o terk saatlerinin ve sebeplerinin etrafında gezinir okurken, yazarken. Medine Gülgün de Demir Perde’nin öteki tarafında ne yazarsa yazsın Tebriz’i terk etmeye mecbur kaldığı günü ve Saat Kulesi’ni yazıyordu. Elimde Kiril alfabesi anahtarıyla ansiklopediyi önüme açıyor, Sibirya felaketini yaşamış yazarların hayat hikayelerini öğrenmeye çalışıyordum.
“Sen gelmez oldun” şarkısının sözlerinin Gülgün’e ait olduğunu öğrendiğimde niye şaşırdım, bilmiyorum. Hasretle yaşadı ve yazdı çünkü. “Elekberzade Nurullah kızı Medine” 1926 Bakü doğumlu. 1938’de ailesiyle Erdebil’e göçmüşler. Üniversite çağında Tebriz’e taşınmış ve 1946’da muhtemelen tek başına Bakü’ye kaçmış.
İşte böyle ülkeden ülkeye akışlarda elde olmayanlar üzerine okurken ve düşünürken onun hayatından esinlendiğim bir öykü yazmaya başladım. Mecbur kalınan bir ayrılığı trajediye dönüştüren buluşma için en uygun yer elbette bir saat kulesinin dibi olurdu.
Medine Gülgün o saat kulesinin yanından elbette geçti, dibinde buluşmalar gerçekleştirdi; şehrin merkezi meydanına adını veren kule o. “Milli Azatlık Hareketi”nin faal bir üyesiydi. 1926’da Bakü’de bir işçi ailesinin kızı olarak dünyaya geldi. İlkokulu bitirdikten sonra ailesiyle Erdebil’e göçtü. Ardından Tebriz’e taşındı. Dokuma fabrikasında çalıştı, dram tiyatrosunda faaliyet gösterdi, üniversiteye gitti. Sovyet Azerbaycan’ı tarafından desteklenen Azatlık Hareketi’ne fiilen katılmakla kalmadı, şiirleriyle de destek verdi. Kuşkusuz davasının Sovyet emperyalizmiyle ilgili bir yönü olduğunu kabullenmez, işçilerin, emekçilerin kardeşliğinden söz ederdi. Hareketin başarısız olması üzerine Bakü’ye gitti. Devlet üniversitesinde pedagoji okudu.
Yıl 1995 olmalı. Şiirlerinde kendini duyuran sürgünlük duygusu, örtük “Sibirya Üşümesi” ve Tebriz özlemiyle, zihnimde gelişmekte olan bir öyküye katıldı. Aynı yıllarda Urumiye’de tanıdığım Azadlık Hareketi’ne katılmış bir kadın subay olan Efser’den esinlenerek tasarlamaya başladığım öykü, Medine Gülgün’ün hikayesini okurken yeni bir mecraya aktı.
Hareket başarısız olduğunda Bakü’ye kaçmak zorunda kalan öykü kahramanım için hayatının geriye kalanı yarım yaşanmış bir Çarşamba’nın sorularının tasasından ibaret kalacaktır. Çünkü Çarşamba gününün yarısı olağan şekilde yaşandı, gelgelelim diğer yarısı beklenmedik gelişmelerle ilerledi. Tutuklanacağını ve kaçması gerektiğini söylediler. Günün öteki yarısının söz verilmiş toplantıları kaçırıldığında ise bütün bir hayatı elinden alındı sanki.
Tebriz’den uzaklara düşen bu şehri en çok hangi özellikleri ve köşe bucaklarıyla özler? Bir şehir bazen hissettirdiğinden çok az şey sunar. Varlığı savaşlar ve depremlerle parçalanırken kültürün öteki unsurlarının katmanlarında yuvalanmıştır; keşfetmeniz gerekir.
Tebriz tarihi miras alanında mesela İsfahan kadar albenili, gezmekle tükenmeyecek bir şehir değil. Bununla birlikte Göğ Mescid’in (Mescidi Kebud) depremlerden geriye kalan çinilerini izlerken nice tarih, edebiyat ve sanat kitabının sayfaları canlanır gibi oluyor gözlerinizin önünde. Bu etki bazen de bir insanla konuşurken gerçekleşiyor.
“Tebriz şehridir ki canını canana kurban eder
Misafirin ayakkabısının tozunu gözüne sürme yapar…”
diye sesleniyor Şehriyar, Şairler Kabristanı’na götüren yolun duvarında. Kız kardeşim heyecan içinde fotoğraflar çekiyor.
Dört yüz kadar şairin mezarının bulunduğu Şairler Kabristanı aşağı yukarı 300 sene kadar önce gerçekleşen büyük Tebriz depremi sırasında yok olmuş. “Haydar Baba” şiirinin şairi Şehriyar, eskisinin yerine yapılan bu kabristanda yatıyor. Kabristan sayısız şair ve yazarın edebiyat tarihindeki yerini, hayat hikayesini ve eserlerini tanımayı mümkün kılan galerilerle bütünlük içinde.
Nizami’nin mezarı bu kabristanda değil, ancak heykeli var. Şehriyar’ın yanı sıra Pervin İtizami’den, Saib Tebrizi’den mısralar yazılıydı kabristana getiren yolun duvarda. Bir şehir tarafından hatırlanmak için onu sevmek, özlemek yetmiyor işte!
Hasreti, aidiyeti, sevgiyi ölçen başka değerler, başka zamanlar ve hafızalar var; olmalı. Bir konuda yanıldı o belki, kim yanılmaz ki bir konuda ve belki birçok konuda zamanın akışının dışına taşamadı. Ama yoksulluk üzerine düşünmediği, sömürülen halkın dertleriyle dertlenmediği söylenebilir mi? Tebriz’i özleyerek geçirdiği yıllarına rağmen onunla ilgili tek mısra düşmedi bu hatıralar geçidine. Saat Kulesi’ne gitmeliydim.
Gülistan Bağı, Saat Kulesi Meydanı'yla Tebriz'in nabzını tutuyor. Her zaman kalabalık, telaşlı. Kulenin dibinde binlerce gölge, hiç yazılmamış şiirleri bekliyor; fedailere özgü giysisini sırtından hiç çıkarmayan Efser'in ideolojisi uğruna yazmaktan geri durduğu mısraları da…
Meydana giderken pasaj içinde bir aşevine uğrayıp “arpa aşı” içtik. Duvarda Şehriyar’ın fotoğrafı vardı. Aşevinin hoşsohbet sahibine Medine Gülgün’ü sordum. Tanımıyordu. Bazen insan yanıldığını fark etmek istiyor. O, Tebriz için mücadele ettiğine yürekten inandı ve bu şehrin özlemiyle ayrıldı dünyadan, anlatmaya çalıştım. Cevap kaçamaklı da olsa ilginçti: “Bu şehrin şairleri çoktur.”
Saat Meydanı üzerindeki bir sokakta bulunan bir çayhaneden söz etti. Destan Çayhane. Oraya edipler gelirmiş hep. Tanıyan çıkabilir, dedi. Tarif etti yerini. Gidip bulduk. Kadınlar pek girmezmiş bu çayhaneye, ama bizim Türkiye’den geldiğimizi söyleyince, buyur ettiler. Başköşe, Tebriz baklavası, kakuleli çay, hurma, Türk sineması, İstanbul… Müşterilerden biri İran’ın twitter ve facebook sansürünü aşmak için bir filtre kırıcı program indirdi kız kardeşimin telefonuna.
Çok renkli, galeriyi andıran bir çayhane, “Destan.” Sahibi Rıza Bey önemli bir pehlivanmış, şimdilerde pehlivan yetiştiriyormuş. Oturduğumuz masanın karşısında, sağ taraftaki duvar çıkıntısının üzerine iliştirilmiş kağıt parçaları dikkatimi çekti. Parası olmayan müşteriler için üç aylık süreli çay bağışlarının kayıtları olduğunu söylediler. Kağıtlarda bağışlayanların isimleri yazmıyor.
Kiyarüstemi bu kahveyi bilse bir film yapardı herhalde, fakat Medine Gülgün’ü bilmiyor insanlar ve işte, ben şaireden söz ederken onlar Rıfat Ilgaz’a rahmet dilediler. Hababam Sınıfı’nı okumuş, izlemişler. İzledikten sonra okuyanlar da olmuş.
Hiç dilenci barındırmamasıyla tanınan şehrin kimseye borcu yok mu acaba? Şehrin her kesimden insanının toplandığı El Gölü’ne gitmeden olmaz. Bir taksiye bindik. Şoförle elbette sohbet ettim. Hayır, duymamış Gülgün’ün adını ama elbette şarkıyı biliyor. Nereye mi gidelim, kime mi soralım?
Lale Park AVM’yi tavsiye etti. Türkiye’de yaşayan Tebrizli bir işadamına aitmiş. Şehrin zenginlerinin canı sıkkın (ve “uzam” sıkıntısı yaşayan) çocuklarının takıldığı AVM’nin benzerlerini Tahran’da görmüştüm. Ertesi sabah oraya uğramaya vakit bulur muyduk, emin değildim; daha Saat Kulesi’ne gitmedik. Bir grupla geziyorsanız, zamanın çoğunun telef olduğunu duyuyorsunuz; yine öyle oldu.
El Gölü’nde epey oyalandık. Hatırladığım birkaç sahne: Dondurma yiyerek gölün çevresinde gezinen iki büklüm yaşlı bir kadın. Selfie çeken her yaşta insan. Genç bir kıza mektup vererek tanışmaya çalışan bir delikanlı. Yerel kıyafetleriyle gölün etrafında gezinen Kürt delikanlılar. Ay çekirdeği çıtlatarak etrafı süzen emekliler.
Medine Gülgün’den söz etmek için fırsatlar aradım. Öyle ya, elbette biliyorlar “Sen gelmez oldun” şarkısını.
Saat Kulesi’nin etrafındayım şimdi; aklımda kaldığı gibi Alman mimarisi üslubuyla yapılmış, ancak geçen zaman içinde restorasyon görmüş. Kahramanım Efser, Çarşamba günü on ikiyi çeyrek geçe işte bu kulenin dibinde fedai arkadaşlarıyla buluşacaktı. Miting sonrası kalabalığın uğultusunda sözlerinin anlaşıldığından emin olamamıştı.
Çarşamba günü on ikiye on kala çıkıyordu dersten ve birkaç arkadaşıyla on ikiyi çeyrek geçe Saat Kulesi'nin dibinde buluşarak, seminer vermek için kenar mahallelere giden gruba katılacaklardı. Diğerleri gibi üstünü değiştirmek için eve gitmesi gerekmiyordu. Üzerindeki fedai giysilerini hiç çıkarmazdı. Sonra haber geldi: Tutuklanmamak için kaçması gerekiyordu. Mücadeleyi sürdürmek için sağ kalmalı, bunun için de kaçmayı göze almalıydı. Ailesini geride bırakarak yola çıktı.
Doğduğu şehir Bakü’de ise kuşkulu bir sürgün olarak karşılanacaktı. Misyonu çoktan belli olmuştu: Bir sürgün daha doğrusu kaçak bir sığınmacı olarak Tebriz'i özleyebildiği ve bu özlemi bir “yoldaş”a özgü imgelerle dile getirebildiği ölçüde meşru olabilirdi şair varlığı.
Çaresizce iki türlü saate göre yaşamaktı sürgünlük. Tebriz’deki Saat Kulesinin zamanı, yarım kalan söz ve hayallerin tasası Bakü saatine de baskı yaparken akrebin Sibirya’yı göstermesinin de önünü almalıydı.
Yıllar sonra yine oradayım, Saat Kulesi’nin yanı başında. Kahramanım Efser’i kulenin dibinde beklerken görmeye çalışıyorum. Kaçmak zorunda kalmasaydı Çarşamba gününü nasıl geçirir, ömrünü nasıl tamamlardı? Bu soruları düşünerek yazdığım öykü, Medine Gülgün’e çok şey borçlu.
Ondan öğrendiğim başka bir şey ise her türlü hikayenin yarım kalmaya mecbur kaldığı. İstediğimiz kadar planlı programlı olalım hayat ve yazgı son noktanın sahipliğine izin vermiyor. Sahici hikayelerin önü bu nedenle açık, “üç nokta” bu nedenle “nokta”ya göre daha kesin ve inandırıcı.
Cihan Aktaş, 17.10.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20373/saat-kulesinin-sairi-kahramanim
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20373/saat-kulesinin-sairi-kahramanim