"Tek tek hesap vereceğiz Allah’a, yaptıklarımız ve yapmadıklarımız için tek tek hesap vereceğiz. İşte “ben”in hakikati bu…"
Önemli olan netice ve o da: “Temiz!”
Bu zorlu ve zahmetli aşamaların her birinde Allah yine melek gibi insanlar yolladı, Kadri Hocam, Süleyman Hocam, Fevziye, Zekiye, Mücella, Atila, Afak, Ebuk, Elif, Bilge, Ayşenur…
Onlar olmasa çok daha zor olabilirdi her şey.
Anneme ne kadar yorulduğumu ve hırpalandığımı söylemedim, o her şeyin normal seyrinde gittiğine inanıyor öyle de bilsin istiyorum.
Çok şükür şüphelendiğim şeyler doğru çıkmadı ve bir kontrolü daha salimen atlattık. Allah yine mühlet verdi...
Bana ve hepimize mühlet verdi Allah, vermeye de devam ediyor.
Tekrar bahşedilen mühleti düşündüğümde, senelerdir yalnızca izleyerek ve dinleyerek zihnime kazınan insan ruhuna dair teferruatlar tek tek önüme düşmeye başladı.
Hak verip vermediğim ayrı mesela ama muhatap olduğum herkesi anladığımı hissediyorum şimdi. İdrak etmek anlamaktan daha derinlikli bir şey ve onların neyi neden yaptıklarını idrak ediyorum belki daha çok.
Allah’ın karşısında hepimiz şuursuz çocuklar gibiyiz bunu idrak ediyorum; bir şeyler istiyoruz, bir şeylerin hemen olmasını istiyoruz, olmamasını istiyoruz. İstiyoruz da istiyoruz. Talep ettiklerimiz algımızla, idrakimizle sınırlı; bu algı ve idrakle kimimiz bu dünyada, kimimiz Cennette bir ev talep edebiliyoruz mesela Allah’tan ve Allah hepimize, hepimizin her talebine müsamaha ile muamele ediyor.
İsyan etsek de, sabretsek de, sabretmesek de neticeyi Allah belirliyor ve biz bu hakikati gözden kaçırdığımız için ahlanıp vahlanıp üzülebiliyoruz.
Bu esnada Allah Latif Adı o kadar incelikle tecelli ediyor ki farkına bile varamıyoruz çoğu zaman. Oysa Kur’an-ı Kerim, Allah’ın mübarek Latif Adının tecellisinin örnekleriyle dolu; Musa’yı (aleyhisselam) Nil’in azgın dalgalarından koruyup firavunun sarayında, öz annesine emzirtip sarayda büyüten, Yusuf’u (aleyhisselam) kuyudan zindana atan, zindandan saraya taşıyan Allah bizi de kendi azgın dalgalarımızdan, kendi zindanlarımızdan kurtarıp saraylara taşıyor belki biz farkına bile varmadan.
Söyledikleri daha sonraları The Doors’un adına da ilham olacak olan William Blake “Eğer algı kapılarınız açıksa her şey insana sonsuz görünecektir.” Diyor.
Hayatı yoksullukla geçen bir İngiliz şairin sözleri algı kapılarımı açmama yardımcı oluyor şimdi. Sonsuz olanı kalbimde hissediyorum.
İtina gösterilmeyen, hesap kitapla dolu günlük işlerin karmaşasında “Sonsuz” olanı düşünmek ve “algı kapılarını” açmak zor gibi gözükse de öyle değil! Ya da en azından öyle olmaması gerektiğini biliyorum.
Kalbinde zerre kadar tereddüt taşımadan yapılan bir teslimiyet esas anahtar aslında. Bunu böyle yaptığım ya da tatbik edebildiğim için değil, yapılabileceğimi hissettiğim için yazıyorum.
Tam teslimiyeti başarabilseydim kontrollerim başlamadan önce hâlâ kâbuslar görüyor olmazdım.
Acılarımızın kaynağının fazla “ben” ve “benim” kelimelerinde yattığını hissediyorum sonra mesela; teslimiyetten uzaklaşmanın en ileri göstergelerinden birisinin bu olduğunu hissediyorum.
Konuşurken “ben”i ihtiyaç harici kullanmamaya gayret ediyorum. Ancak düşündüğümde o “ben” bazen zihnimin başköşesine gelip oturuveriyor. Hemen kendime gelip kayıtlardan çıkarmaya çalışıyorum.
Kalbim acıyor çünkü istemeden “ben”e mahkûm olunca, kalbim istemiyor “ben”i… Allah’ın murad ettiği “ben”in bu olmadığını hissediyorum çünkü.
Ve görüyorum; hem kendimde olan “ben”in kalbimi nasıl acılara sevk ettiğini hem de hayran kaldığım dehalarını “ben”e “benim”e kurban eden insanların çaresizliğini görüyorum. Onların muhteşem dehalarının üçüncü sayfa haberlerine konu olan cinayet savunmalarındaki “bana nasıl yapar” idraksizliği ile kesiştiğini görmek de acı veriyor.
Her ânı Allah Tarafından yeniden ve yeniden inşa edilen zamanın içinde bocalamak yerine, sonsuzluğu hissederek algı kapılarını, idrak kapılarını açmak “ben”den uzaklaştırabilir insanı…
“Üç günlük” dediğimiz dünyadan ayrılıp esas evimize gittiğimiz zaman ne “ben” kalacak ne de “sen”…
Tek tek hesap vereceğiz Allah’a, yaptıklarımız ve yapmadıklarımız için tek tek hesap vereceğiz. İşte “ben”in hakikati bu…
***
Kanser tedavisinin bünyemde yaptığı tahribatı gidermek için akupunktur ve ozonterapiye başladım bu arada. Allah karşıma kendisi güzel kalbi güzel bir doktor çıkardı yine. Dr. Hülya Kabacaoğlu. Hülya Mücella’nın arkadaşı, bizi o tanıştırdı.
Kendinden emin ve ilgili tavrıyla hemen kalbimde yer eden Hülya’nın söylediği aşamaları bir bir geçiyoruz şimdi. Ağrı karakterinde değişiklik beklenen bir şeydir demişti Hülya, öyle de oluyor. Ağrılar zaman zaman artıp, zaman zaman azalıyor.
Ağrısız iki seans geçirinceye kadar tedaviye devam edeceğiz inşallah.
Hülya yalnızca bir doktor değil, her gelen hastayı aziz bir misafir gibi ağırlayan insan kere insan…
Benim için bir dost kazanmanın ötesinde sağlığım için de oldukça müspet tecrübelerin kaynağı oldu Hülya.
Beş yıl kullanmam gerektiği halde verdiği zararlardan ötürü on ay sonra bıraktığım kanser ilaçlarının karaciğerime verdiği zarar epey ileri boyutlardaydı. Ve bu duruma onkologum dâhil hiçbir doktor çare bulamamıştı ki, üye olduğum çeşitli doğal yaşam ve sağlık gruplarında da bu türden problem yaşayan ve çare arayıp bulamayan insanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Benim şahit olduğum kadarıyla karaciğer büyümesi ve yağlanmasına kimse çare bulamamıştı.
Ancak akupunktura başladıktan tam bir ay sonra karaciğerimde yarım santimlik bir küçülme meydana geldi. Hülya zaten bunu söylemişti, ama işin açığı inanmamıştım. Mahcup oldum.
Hülya’ya bu haberi nasıl vereceğimin heyecanıyla gittim yanına ve o anda yine muziplik yapmak geldi. “hiçbir değişiklik yok Hülya, karaciğer aynı” dedim tetkikleri uzatarak. Hülya çok şaşırdı: “Allah, Allah! Bir yanlışlık olmasın…” diyerek tetkiklerime bakmak için elini uzatırken bir yandan da, kesinlikle yanlışlık olduğuna inanan bir yüz ifadesiyle “Hallederiz, sen merak etme” dedi.
Hülya’nın yardımcısı sevgili Tülay’ın bakışlarını yakaladım bu arada o da “Olamaz, bu işte bir yanlışlık var” gibi ters ters bakıyordu.
Dayanamadım “yarım santim küçülme var” dedim sevinçle ve Hülya tetkikleri elinden masaya fırlatıverdi.
Bir doktorun en büyük mutluluğu sanırım hastalarının iyileşme emareleri. İşte biz de bunu Hülya ile birbirimize sarılarak kutladık.
Sonra da Tülay’a dönüp “Bugün bütün iğneleri sen batıracaksın Neşe’ye. Hiç acıma” dedi. Kahkahalarla güldük.
Sempatik doktorumuz Selen geldiğinde ona da anlatıp, birlikte tekrar sevindik bu duruma.
Hacettepe ağrı merkezinde bana önerilen, ağrılarımı gidermek için ameliyathane ortamında, boyundan enjeksiyonla yapılacak olan tehlikelerle dolu “stellar blog” uygulamasını reddettiğim için bir kez daha mutlu oldum.
Hülya’nın akupunktur ve ozonterapi uygulamaları ağrılarımı büyük ölçüde geçirirken, modern tıbbın geç de olsa tedavi metotları arasında akupunkturu da sayması mutluluk verici.
Akupunktur fiziki acılarımın ilacı oldu, olmaya devam ediyor ama ruhsal acılarım için başka bir çare bulmam lazım.
Çünkü algı kapılarım ne kadar açık olursa olsun, teslimiyet meselesini tam olarak halledemediğimden olsa gerek en ufak bir moral bozukluğu ellerimin acısını on katına çıkarıyor. O zamanlarda çektiğim acı hakikaten dayanılacak gibi değil. Zikir ve dua iyi geliyor en başta. Acı başlar başlamaz telaşla zikir çekmeye başlıyorum. İşte tam da o zaman Allah’ın yardımını ve sonsuzluğu hissediyorum ve telaş içindeki kalbim yatışmaya başlıyor.
Sonra kitap okuyorum, bazılarını acele ile içercesine, bazılarını yudum yudum. Kitap okumak her zaman iyi geliyor, dışarıda akıp giden hayatın yanında, zamanın derinliklerinde yaşanan hayatların inceliğini yakalamak iyi geliyor. Ruhumu zenginleştirdiğine inanıyorum okuduklarımın, bazen acılarımı yatıştırdığına da…
Mesela şimdilerde Sevgili “İhtiyar İbrahim” abimizin hediye ettiği Stefan Zweig’ın “Buluşmalar” adlı kitabını okuyorum. Zweig: “Dağ keçileri ve aslanpençeleri gibi nesli tükenmeye başlayan yaratıklara benzedik, dünyamızda gittikçe artan tekdüzeliğe bilinçaltımızla karşı çıkarken her türlü değişimin dışında kalmayı başarmış, bozulmamış bölümünde minnettarlık dolu yaşamaya devam ediyoruz” diyor kitabının bir yerinde.
Böylesi ince bir kalbi olan yazarın minnettarlığı nasıl ve ne zaman bitti de, dayanamayıp intihar etti diye düşünüyorum.
Kendi kendime bu soruyu sorarken, bir anda Zweig’ın acısını anlıyorum ve ona karşı merhametle doluyor kalbim…
Stendhal sonra…
Stephan Zweig onun biyografisinde diyor ki : “Soylulara yakışan bir küçümsemeyle parayı, para hırsı olanlara, mevkileri, haris insanlara, madalya ve kurdeleleri her ne pahasına olursa olsun başarı kazanmak isteyenlere ve şöhretin bir sabun köpüğü gibi çarçabuk sönen baloncuklarını de edebiyat adamlarına bırakır…”
Ah! Onu da anlıyorum…
Neşe Kutlutaş, 29.10.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 04.04.2013)