31 Ekim 2015 Cumartesi

SA1974/KY26-CA26: Çünkü Veda Hutbesi’yle Donatmıştık Duvarları

"Başka bir dil gerekli, bu nasıl görülmez? Hiçbir dönem birbirinin tekrarı değil elbette ve her tekrar bir gerilemedir. Buradan hareketle şimdiki zamanın başka bir dile ihtiyacı olduğu nasıl fark edilmez?"


Bir kez daha yırtık ayakkabılı katliam kurbanlarından söz ediyor ve cansız çocuk yüzlerinde donakalan tebessümlere ağıt yakıyoruz. Terör konusunda çok canı yanan bir ülkeyiz, ama hâlâ eski ezberleri tekrarlıyoruz. Sürekli terör katliamlarına maruz kalıyor, ama geçmişten ders almıyoruz. 

Suçlu arayarak ana gündemi yitiriyoruz. Birileri aylardır meçhul kurtarıcıya darbe çağrısı yapıyor. 1970’leri yaşamış olanlar dejavu hissi içinde, kaygıya kapılıyor. Acımasız, örgütlü, tecrübeli bir el canımızı yakarak başımıza gelecek en kötü şeyden daha iyisi gibi görünene razı etmeye çalışıyor.

Biz bu iyi görünenin açtığı zindanları, asit kuyularını, ektiği ölüm tarlalarını, faili meçhul kalabalıklarının acısını yaşadık, onu tanıyoruz. Bizi sürekli insanlığın en ilkel halinde, korkularının esiri olmuş bir panik toplumuna dönüştürmeye çalışan yapı sürekliliğiyle kimilerinin içine işlemiş. Yetişkin, amaçlarına sahip, ilkeleriyle yol alan bir toplum olmamıza izin verilmiyor, demek istemiyorum. Problem öncelikle kendimizden kaynaklanıyor. 

Vesayet altında kalmamızı hayrımıza görenler de avam diye dudak bükülen kesimlerden değil, “aydınlar” arasından çıkıyor. Gerilim tırmandıkça devlet geleneksel üslubunu hatırlıyor. İslamcı kesimler edindikleri yeni bir ihtiyat diliyle bu geleneksel şiddet usullerini sorgulamaktan uzak durdukça da olup bitenleri adil bir şekilde okuma imkânı daralıyor. Olguları geçmiş dönemlerin alfabeleriyle çözmekte ısrar edildikçe, geriye kalan sanki sadece tek cümle: Ya bendensin ya da hain.

Kendi kaynaklarına güven duyamamanın kısır döngüsüyle sürüyor yoksulluğumuz ve yaralarımız depreşiyor. Dejavu hissinden söz ettim yukarıda. Ankara’da terör eylemi sonucu katledilen 97 kişinin acısında duraklamıyor söz şiddeti. Saygılı, hakkaniyetli siyaset ve eleştiri güç kaynağımız, aynamız; saygısız ve zulmü meşrulaştıran taraftarlık zelil olma sebebimiz.

Tam bağımsızlık kolay değilmiş, tıpkı özgür düşünmek gibi. Biz aslında kendi bağımsızlığına sahip olmanın gerektirdiği yüzleşmeden korkarak kurtarıcılar arıyoruz, her zaman olduğu gibi. Ağustos başlarında Cengiz Çandar geçen yüzyılın başında kurtuluşu Amerikan mandasında arayan Halide Edip’le aynı cümlede buluşmuştu: “ABD'siz çözümün imkansızlığı telkini." 

Biri gelsin de kim olursa olsun; biz bağımsız olamıyoruz. Zihinler o kadar karışık ki “İslamcı” gelenekten gelen yazarlar bile bu açmazdan “emperyal” bir tutumu benimseyerek kurtulacağımızı yazabiliyorlar. Millet olarak kısır döngümüz sürüyor. Özgüven küçümsemesi mandacılığı çağırıyor. 

Bölgenin Müslüman ülkeleri bir araya gelip bir çözüm için konuşamıyorlar ve çözüm “emperyalistlerden” bekleniyor. Katliam karşı tarafa yüklenme sebebi olarak yorumlanıyor hâlâ. Eski dil eski alfabe. Kısır döngüden nasıl çıkacağız?

***
Ankara katliamı beni yatılı okul yıllarımın siyasal kutuplaşma atmosferine götürdü. 1975-1978 MC Hükümetleri yılları... Bir bakıma bugünlerden bir farkı yoktu siyasal atmosferin. Ya o tarafta olmalıydın ya bu tarafta. Sağcılar ve solcular için belirlenmiş sloganlar, kitaplar, gazeteler vardı. Milliyetçi Cephe sağcı, karşıtları solcuydu. Sağcılar dindar, solcular ateist ve komünist sayılırdı. 

Ayetlerle alay eden ateistlerin arasında olamayacağım için ülkücülerin arasındaydım. “Bana Uzun Mektuplar Yaz”, o dönemin ve atmosferin romanıdır. Çatışma kültürü o kadar yaygındı ki biz ortaokul lise çağındaki çocuklar dersliklerde, yatakhanede, okul sahasının her köşesinde ikiye bölünmüştük. 

İstanbul’da, Ankara’da bir yerde bir patlama olur, insanlar ölür, yaralanır; bizler sloganlarla yürüyüşe çıkardık. Bir grup diğerinin hatıra defterlerini, özel eşyalarını şantaj amacıyla çalamasın diye sınıflarda nöbetçi bulundururduk teneffüs saatlerinde; işte öyle zamanlardı. 

Herkes kendi marşlarını okuyarak dolaşırdı bahçede, tarafsızlık veya ara alanlar olamazdı, bir yakıştırma sebebi bulunurdu mutlaka. Bir “sağcı” öğrenci “solcu” ile arkadaşlık edemezdi, bu iki tarafın da güvensizliğiyle sonuçlanan bir sürgün adasına kapatılmak anlamına gelirdi.

Solcular, tek eylemci “sağcı” siyasal grup olan “ülkücüler”in emperyalizmin uşağı olduğunu iddia ederken, ülkücüler de solcuları Sovyet ajanı veya piyonu olmakla suçlardı. Romanın bir bölümünde ülkücüler arasında bulunan kahramanımın zihni karışır. “Kahrolsun Amerika” niye kendi sloganı olamıyor?

Şehirlerde kurtarılmış bölgeler, üniversiteler, kahvehaneler vardı. Bu kahvehaneler bombalanır, sıradan vatandaşlar katledilirdi. Bunun hangi siyasi görüşe bir faydası olabilir? Bir tarafta bulunmakla birlikte cinayetleri davaya yorarak savunan söylemlerden okuyarak ve düşünerek uzaklaşırken üniversite yıllarında MTTB’ye, Akıncılar’a çıktı yolum. 

İki tarafın şiddet dilinden uzak bir duruşla başka bir tutumu benimseyen öğretmenlerimi şükranla hatırlıyorum. Ne Amerika ne Rusya, ne Doğu ne Batı. Yerlilik de yerellik olarak anlaşılmamalıydı. Ve biz Avrupa’nın taşrası olarak yaşamaya tahammül edememeliydik. Okul kütüphanesi kurtarılmış bölgemdi benim. Dergilerin ve kitapların gösterdiği başka bir ufukla bu çatışmanın tükenişine mahkum olmadığımızı düşünmeye başladığımı hatırlıyorum.

Gruplar çatışırken, gençler kırılırken Akıncılar, MTTB’liler bu yaşananlara itiraz ediyor ve arabulucu bir rol üstlenmeye çalışıyorlardı. Duvarlarına Veda Hutbesi’ni asarak gelip geçerken okuyan gençler, sözünü ettiğim. Bugün ise o bilinci sağlayan ufkun imkanları çözüm süreci için sarf edilecek yerde bildik devlet dilinin labirentlerinde harcanıyor. 

Başka bir dil gerekli, bu nasıl görülmez? Hiçbir dönem birbirinin tekrarı değil elbette ve her tekrar bir gerilemedir. Buradan hareketle şimdiki zamanın başka bir dile ihtiyacı olduğu nasıl fark edilmez?

***
Türkiye’de başka türlü bir siyasetin imkansız olduğunu sadece gericiler ve dışa bağımlı çıkar çevreleri öne sürebilir. Başka türlü siyaset, hınç sebepleriyle derinleştirilen karşıtlıkları adalet ve hizmetle muhatap alan şifalı bir dil olabilirdi. Bu gerçekleşebilir gibiydi, ama bir yerde yanıldık. 

Sistemin vatandaşına karşı yükselen tehditkar, ağulu dili karışmaya başladı cümlelerimize. Gücümüz daha fazlasına yetemez miydi? Haziran seçimlerinin ardından bu köşede yazdığım yazılarda bu yanılgı ve hataların bir dökümünü yapmaya çalışmıştım. Küreselleşme israfı her kesimi esir alırken siyaset de işin kolayına kaçarak tipik, hamaset yüklü sağcı argümanlarda aradı tutarlığı. Ancak toplum, hele ki gençler dini iddiaları olan insanlarda umut duyuran bir fark görmek istiyor. 

İşte böyle bir ülkede, işte bu şekilde bir konjonktürde tek yapılması gereken iyi ve doğru şey ne olurdu biliyor musunuz? Sadece adil davranmak ve çalışmak. Dürüstlük, adalet inancı, halkın sesinde Hakk'ı arama, mazlumun yanında olma, katılım eşitliğini ve şeffaf siyaseti savunma… Halk bilirdi ve bu da terörün amaçladığı kaosa karşı en sağlam kalkan, zırh olurdu.

Selamda sohbette buluşamayınca vardığımız nokta terörün karanlık mahkemesinde suçu karşı tarafa yıkma yarışı oluyor. Çocukların yaşanmamış hayatlarına borçluyuz oysa, hepimiz ve özellikle “biz”; çünkü Veda Hutbesi’ni okuduk, Veda Hutbesi levhalarıyla donattık duvarlarımızı. Çok okurduk, evet, ama belli ki çok yönlü ve katmanlı okumayı bıraktık ve tarihin dersleri konusunda da unutkanlığı yeğlemeye başladık. Giderek aynı savunmacı metin üzerinden konuşma kolaylığına alıştık, yapılacak daha önemli işlerimiz olduğunu düşünüyorduk çünkü.

“Suçlu bendim, geç kalmıştım” der Hızırla Kırk Saat’in anlatıcısı. Daha fazla geç kalmaktan sakınmak, gecikmişliğin çözümden uzaklaştıran söylemlerine kendini terk etmeye yeğdir. Elbette üzgünüz, ancak terörün iyi duygularımızı yok edip bizi boş gözlerle etrafa bakınan umutsuz kitlelere dönüştürmesine de izin vermememiz gerekiyor. 

Bütün suçu karşıtında arayan ezberleri bir yana bırakıp toplumu kucaklayan şifalı bir dille konuşmayı samimiyetle sürdürmek tek seçeneğimiz, çaremiz. İslami atıflarla konuşurken Veda Hutbesi’ni okumamış gibi bir dil kullanmakla en büyük zararı kendimize vermiş oluyoruz zaten. 

İslami hareketin yapıcı bir dalga oluşturabilmiş ana damarının eşitlikçi, evrenselci, toplumsal adaleti gözeten, düşman üzerinden politika üretmeye karşı idealleri üzerine yeniden düşünmek ise bir zorunluluk.


Cihan Aktaş, 31.10.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 


Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20391/cunku-veda-hutbesiyle-donatmistik-duvarlari

Seçkin Deniz Twitter Akışı