"Bir yandan toplumsal anlamda sosyal bir kopuşu, diğer yandan da bireysel anlamda zihinsel bir ayrışmayı beraberinde getiren bu tarihsel ve kültürel kırılma noktası aynı zamanda övüldüğü kadar övünen ve üzerinden bir övgü payı çıkarılan Erzurum’a ait pek çok gerçeğin de üzeri örtülerek unutturulduğu bir dönemin başlangıcıydı."
Popüler
kültürün vazgeçilmez ve karşı konul(a)maz bir etkinlik kazanarak ülke çapında
büyüyen bir aynileştirme mekanizmasına dönüşmeye başladığı 80’li yıllardan
sonra, ortaya çıkan basit ve başat yüzeyselliğe karşı direncini kaybederek
silinmeye yüz tutan pek çok yerel-geleneksel tavır gibi, Erzurum’a özgü o kadim
gelenekte tuhaf bir ikincil yaşam dönemine giriyordu.
Söz
konusu döneme kadar şu ya da bu şekilde ortalama Erzurumlu bireyin
tercihlerinden genel Erzurumlu duruşuna kadar genişleyen bir alanda anlam
kazanan ve şehrin tüm kesimlerince kabul görmüş bir davranış bütünlüğüne
dayanan geleneğin içine girdiği bu yeni evreden sonradır ki, Erzurum’a ve
Erzurum insanına ayırıcı vasfını kazandıran bütün psiko-sosyal dinamikler
belirgin bir aşınmayla zayıflıyor, sonuç olarak ta hem Erzurum’un hem de Erzurumlu'nun
gündelik hayatı giderek daralan bir sınırın son noktasına kadar geriliyordu.
Küçüğünden
büyüğüne, gencinden yaşlısına, esnafına, işadamına ve eşrafına kadar tüm şehir
halkını etkisi altına alan ve karşılıklı bir tedirginlikle temellenen bu
sınırın gerisinde ise herkesin kendi Erzurum’una hizmet edercesine koşuşturduğu
yeni bir Erzurum(lu/cu)ğun tohumları atılıyordu.
Pratiğe
aktarılış biçimi itibariyle yeni bir durum gibi görülse de, yarım asırlık bir
geçmişi olan ve kısa bir süre içerisinde hiçbir ayırım gözetmeden yediden
yetmişe bütün şehri istila eden bu neo-erzurum algısının ilk emareleri ağır bir
vurdumduymazlıkla ortaya çıkıyordu.
Birkaç erken uyarıcı hariç hemen hemen hiç
kimsenin ilgisini çekmeyen şaşırtıcı ve bir o kadar da düşündürücü bir gelişmeydi
bu. Bir yandan toplumsal anlamda sosyal bir kopuşu, diğer yandan da bireysel
anlamda zihinsel bir ayrışmayı beraberinde getiren bu tarihsel ve kültürel
kırılma noktası aynı zamanda övüldüğü kadar övünen ve üzerinden bir övgü payı
çıkarılan Erzurum’a ait pek çok gerçeğin de üzeri örtülerek unutturulduğu bir
dönemin başlangıcıydı.
Öyle ki; tarihin hemen her döneminde doğrudan ve haktan
yana tavizsiz bir muhalefetle anlam kazanan ‘Dadaş’ tavrı geleneksel unsurlarla
birlikte içine düştüğü bu ikincil yaşam arenasında sadece bir tavır olarak
korunmaya başlıyor, kendini güdüleyen geleneğin çözülüşüyle birlikte dokularına
sirayet eden donanım boşalması nedeniyle de hiçbir açıklamaya girişmeden ve en
küçük bir arayışı bile başlatamadan kuru bir tavır olarak kemikleşiyordu.
Uğranılan
zararın bilançosu gayet açıktı... Yüzyılın ilk çeyreğinde Millî Mücadeleyi
başlatan ‘Kongre Şehri’ bir anda ‘Yozgat’tan sonraki coğrafya’dan üzerine
üzerine boca edilen bir ‘unutulmuşluk’la gözden uzak düşü(rülü)yor, bir
zamanlar bulunduğu bölgenin ‘Paris’i şişirmesiyle alnına kondurulan soğuk ve
şapırtılı öpücük bile geri alınıyor ve ‘...gidilmese de, görülmese de...’
birilerinin olduğu söylenilen ‘köy’ler gibi sırtı sıvazlana sıvazlana
İstanbulkapı önünde kendi kaderiyle başbaşa bırakılıyordu...
Evvel
zaman içinde Mavi'yle Beyaz'ın, şimdilerdeyse Siyah'la Laciverd'in koyutlandığı bir
çelişkinin şehrin sokaklarına yayılışıydı bu. Merkez tarafından unutulduğu
söylenen şehir de bula bula tıpkı, şehrin üzerine dökülen unutulmuşluk kadar
karanlık bir unutuş mayalanıyor, şehrin ve şehir insanının içine düştüğü
anlamsız durum ise kahve sohbetlerini andıran anlık dokunuşlarla geçiştirilmeye
çalışılıyordu.
Sağladığı
alegorik kolaylıktan ve karizmatik faydadan olacak, bir söylem olmanın ötesinde
giderek bir gerçek haline getirilen ve şehrin ‘makus talihi’ne vurgu yapılan
hemen her hamaset ortamı için başlıca ezberi oluşturan bu bildik unutulmuşluğun
koskoca şehri nasıl olup da bu hâle getirebildiği sorusu ise, taşıdığı şehre
dönük eleştirel boyutu nedeniyle hiç kimsenin gündemine bile giremiyor, her
hâlükârda adı merkez olan belirgin bir suçlu ile yetinilerek bütün vicdanlar
temize çekiliyordu.
Unutuluşla
unutuşun aynı anlam alanında birleştiği bu noktada ise unutulan Erzurum’la
unutan Erzurum arasında fazlaca bir fark kalmıyor ve o can yakıcı kırılmayı
başlatan tarihten itibaren en az şehri unuttuğu söylenen merkezi coğrafya
kadar, kendi gerçeklerini unutan ve iki koldan yürütülen bir öve öve, seve seve
bitirme ortaklığın da birleşen merkez ve Erzurum(lu) gerçeği aynı suçun
failleri hâline geliyordu.
Hiç kimsenin kabul etmeye yanaşmadığı bu suç
ortaklığının göbeğinde ise, herkesin kendi kaybını kazanca tevil etmek üzere
açık tuttuğu bir yeni sevda biçimi büyütülüyor ve kahve sohbetlerini
aratmayacak bir güncelliğe ısmarlanan bir aktarımla da içerde ve dışarıdaki
bütün Erzurumlular aynı sevdayı terennüm etmeye zorlanıyordu.
Kendini içi
boşaltılarak hafifletilmiş ve kullanılışlı bir araç haline getirmiş gelenekle
aynı kulvara sokan bu sevda söyleminin ilk gönüllüleri ortamın boşluğunu da göz
önüne alarak guruplaşmakta ve ‘biz’ olmakta gecikmemişti. Kolları ve yürekleri
bir şehri kucaklamaya yetmeyenlerin kendilerine en yakın bulduklarını yanlarına
çekerek oluşturdukları sınırsız-sorumsuz kamplaşmalar yeni bir moda haline
geliyor, şehrin dillere destan dayanışma ve birlik olma mirası bu kampların
otoritesinde parçalana parçalana ufalanıp yok ediliyordu.
Artık
her alanda gözle görülecek kadar hızlanan bir geri kalmışlık dikkati çekse de,
her şeyi kendi çapınca yontan ve kendince anlamsızlaştıran bu yeni
Erzurum(lu/cu)luğun şehirden yanaymış gibi yapıp, aslında ‘biz’den ve guruptan
yana çıkan üstü kapalı gidişatıyla hiçbir gurubun tek bir mensubu bile en küçük
kayba uğramadan kazancına kazanç katıyor,ve sanki de şehrin tabanında ve
tavanında birer delik açılmışçasına garip bir biçimde topyekûn kazanıma işaret
edecek hiçbir şeyden bahsedilemiyordu.
Büyük
bir hızla tanımsız bir şehir çıkıyordu ortaya. Değerin değersizlikle, niteliğin
niteliksizlikle yer değiştirdiği, ilmin, hizmetin ve sohbetin birkaç kıytırık
cümleyle geçiştirildiği, eşrafla esnafın günübirlik kazanımların hararetiyle
eritildiği kadirbilmezliğin doruklarında gezinen bir vurdumduymazlıkla kadim
‘Dadaş’ üslûbu rafa kaldırılıyor; bir avuç kar, bir tutam bar ve ucuzlatılarak
‘lavaş’laşmış bir dürüm lezzet eşliğinde fukaralaşan basit bir ‘dadaş’
gevezeliğine yol veriliyordu.
Ne kadar
ucuz olursa olsun ‘Biz’den olanın ‘çamur’dan varlığına tahammülüyle, ev
danasından öküz ol(a)mayacağı öngörüsü arasında büyütülerek gündemde tutulan bu
gevezelikle şehre ve şehirliye hiç yakışmayan ama inatla yapıştırılıp
yakıştırılan yeni ucuzluklara yol açılıyor, sadece ilköğretim kitaplarında bir
dizge olarak adları geçen Z. Fahri, H. Avni, R. Salim gibi gerçek büyükler birer otantik
özne haline getirilirken M. Arif Bey, Kazım Bey, C. Arif Bey gibi gerçek beylere
de, Darir, C. Kamu ve İ. Çiçek gibi daha nice ‘Mümtaz’ hoca, şair ve sanatçıya da
ulaşılamayacak bir yükseklik peydahlanarak gündemden çıkarılıyordu.
Akıl’la
yüreğin tutuştuğu Cedel’den ne aklın ne de yüreğin seçimine benzemeyen bir
gündeliğe sığınarak çıkan şehirde bütün ihtişamlı ve nişanlı adamlar böylesi
bir unutmuşluğun odağına yerleştirilince de meydan kala kala sınırsızca çoğalan
ve çoğaldıkça yok satan ‘Nüktedan’lara kalıyordu...
Herkesin
usandığı hâlde seyretmek zorunda olduğu bir uzatılmış oyun olarak bugüne kadar
gelen ve bir diğer adı da koskoca bir yalan olan bu garip oyunun kuralları
yediden yetmişe her Erzurumlu'yu bağlamış durumda, öyle ki; herkes çıkıp gitmek ya
da ayağa kalkıp bir şeyler söylemek istediği hâlde ne yerinden
kıpırdayabiliyor, ne de ağzını açabiliyor...
Sırası
gelince herkes kendince oynadığı role uygun olarak ayağa kalkıyor; şehrin
üzerine yağan yalan yağmuruna inat, herkes kendi doğrusunu şişire
şişire, karşısında oynanan oyunu alkışlarla karşılıyor... Büyüye
büyüye şehrin sokaklarına yayılan alkışlarla da aslında hiçbir gerçek
gizlenemiyor...
Çünkü;
son elli yılını talihiyle tarihi tersine işleyen bir şehir olarak geçiren bu
unutulmuş ve unutmuş beldenin gerçeği şehrin orta yerinde daralarak uzayan bir
cadde gibi duruyor... Ve artık o müstahkem mevkiiden bakınca Tanpınar’ın
‘Çatı’dan seyrettiği ülke özeti değil, bütün değişim, dönüşüm ve başkalaşım
boyutuyla ancak ‘bodrum’ katından görülebilecek bir genel düşüş
seyredilebiliyor...
Şahin Torun, 31.10.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Şahin Torun Yazıları
Sonsuz Ark'ın Notu: Yukarıdaki yazı 2007 'de yazılmıştır.