بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
11. Mevlana’nın Emriyle Saka Kırklara Karışıyor Yalanı
Şöyle rivayet olunmuştur ki: Sultan Veled bildiriyor:
« Ben Hazret-i Mevlâna’nın meclisinde bulunuyordum, tepeden tırnağa kadar yeşiller giyinmiş üç kişi meclise girdiler. Bunlar oldukça zarif, oldukça nazîf ve nuranî kimseler idi. Bir kenara oturdular. Bir müddet hiç konuşmadan, hiç bir şey demeden oturdular. Hazret-i Mevlâna onlara hitaben, « Peki, öyle olsun, hay hay öyle olsun», dedi ve o üç şahıs da yine hiçbir şey söylemeden meclisden bir anda kayboldular. Ben bu hâlin sebeb ve hikmetini Mevlâna hazretlerinden sordum. Bana, «Kırklardan bir zat âhirete irtihal eylemiş, yerine bedel olmak üzere bir zat istediler. Biz de bizim sakayı tayin eyledik», buyurdular. Bundan sonra sakayı bir daha aramızda görmedik», dedi.
12. Murad Tarık Yüksel Mevlana’nın Şahsında Allah’a İftira Ediyor
«Ben bir zamanlar cevahir almak için sefere çıkmıştım. Ta Bahr-i Muhit'e kadar erittim, orada bana bir bezirgân tavsiye ettiler. Ben de varıp o bezirgânı buldum ve cevahir istedim. Bana oldukça çok cevahir gösterdi ve değeri o kadar fazla idi ki benim param çok olmasına rağmen ancak bir cevherin bedelini verebilecektim, yani bende bulunan yekûn para ancak bir cevahir almağa kâfi geliyordu, ben bezirgâna sordum:
«Kardeşim, siz bu kadar çok ve kıymetli cevahiri nasıl elde edebildiniz?»
Bana cevaben:
«Biz dört birader idik, bir de pederimiz vardı. Biz hep beraber balık avlardık. Bir gün denize ağımızı saldık ve çektiğimizde elimize ağ ağırca dokundu. Biz zor ve zahmetle ağı çıkardık. Ağın içinde bir yaratık vardı ki acaip bir yaratık. Yüzü adam yüzüne biraz benzer, diğer tarafları ise hiç görülmedik bir şekil, bir kıyafette idi. Biz dört birader konuştuk, şansımız, tâliimiz yok imiş diye müteessir olduk ve bu yaratığı geri denize bırakmaya karar verdik, pederimiz buna razı olmayarak mâni oldu ve bize, «Siz delirdiniz mi? O kadar zahmet çektik, o kadar vakit kaybettik, bu zahmetler, bu meşakkatler boşa mı gitsin?» dedi
Biz de pederimize, «Peki, ama bu neye yarar, biz bunu ne yaparız?» dedik, pederimiz de neş'eli neş'eli bize cevab verdi: « Bunu bir yere hapis ederiz ve seyredenlerden ücret alırız. Bu kâr bize balık avlamaktan daha kârlı olur», dedi.
Söylediklerini biz de münasib gördük. Bu hususta biz de karar verip nasıl bir yere kapayacağımızı, nasıl bir yer temin edeceğimizi müşavere ederken o canavar nutka gelip, konuşmaya başladı ve gayet anlaşılır bir lisanla, « Ne olur, beni âleme rüsvay etmeyin, siz her ne murad ederseniz yerine getiririm ve ümid ettiğinizden çok daha fazla menfaat temin edersiniz ki, sizden sonra gelecek olan neslinize de kifayet eder», dedi.
Biz bu canavarın fesahat ve belâgatine hayran olup dururken pedejimiz hemen söze başladı ve:
«Biz seni bırakacak olursak bir daha nasıl ele geçirebiliriz?» dedi. O yaratık tekrar söze başlayıp:
«Hazret-i Mevlâna’nın ayağının tozu hürmetine beni hapsetmeyin, biz verdiğimiz sözde asla hilaf eylemeyiz», deyince biz ona:
« Sen Mevlâna hazretlerini ne biliyorsun?» dedik. O da tekrar cevap verdi ve:
«Biz oniki bin müslümanız, derya içerisinde Hazret-i Mevlânâ'mn ayinlerim, erkânım icra ederiz» deyince bizler büyük hayret içerisinde duraklarken pederimiz düşüp bayıldı. Bir müddet sonra kendine geldi ve hürmet ve tazim ederek o yaracığı denize bıraktı.
Biz deniz kenarında bekledik. Bir saat, iki saat, üç saat, beş saat derken tam iki gün bekledik. İki günden sonra deniz üzerinde bir şa'şaa, bir parlaklık peyda oldu, hemen o yaratık başında bir tas içerisinde dolu cevahir ve elmas getirip bize teslim eyledi ve :
«Geç kaldığım için özür dilerim. Ben çok tez gelirdim fakat Hazret-i Mevlânâ'nm sema' safasında bulunduk, ancak gelebildim», deyip bize veda ederek deryaya daldı», dedi ve Bezirgân sözüne devam etti:
«Bu cevahir işte o derya mahlûkunun getirdiği cevahirlerdendir», diye haber verdi demiştir. Hatta mezkûr tas o bezirgânın Sultan Veled'e getirdiği armağanlardan biri olduğu, (hâlâ Konya'da Mevlâna dergâhında durmakta olduğu ve zamanla âyinlerde içinden şeker şerbeti içildiği, cevahir tas diye de tanınmış olduğu rivayet edilmektedir.
13. Mevlana Allah Adına Yalan Söylüyor
Hazret-i Mevlâna buyurmuşlardır ki:
Ben yedi yaşlarımda iken bir gün sabah namazında (İnnâ a'taynâ kel kevser) suresini okur ve ağlar idim. Ansızın bana tecelli vaki olup bayılmışım. Kendime geldiğimde bir ses gelerek şöyle denildi: « Ey Celâleddin! Şimdiden sonra mücahede ile ben seni müşahede mahalli eyledim.»
Bu sesi işitince ben secde-i şükr edip, bu lütfün, bu inayetin şükrânesi olarak Cenâb-ı Vâcibü'I-Vücud hazretlerine daha fazla ubûdiyyet, lâyıkıyla kulluk etmeye çalıştım ve bana tâbi olanlara, bana uyanlara Cenâb-ı Allah'dan kemal mertebeler, olgunluklar rica ve temenni, niyaz ve tazarru eyledim», demiştir.
14. Mevlana’nın Bir Anda Mekke’ye Gidip Gelme Yalanı
Hazret-i Mevlâna’nın harem-i muhteremeleri anlatıyor:
«Bir zaman Mevlâna hazretleri ortadan kaybolup görünmedi. Her ne kadar aramış, sormuş isek de bir türlü bulunmamıştır. Bu arada gözlerime uyku gelip bir miktar uyumuştum. Uykudan uyandığımda Hazret-i Mevlâna yi namaz kılar gördüm, amma mübarek ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar dolu idi. Sonra Mevlâna hazretlerinden sordum, bana cevap verip buyurdular ki:
«Mekke hareminde velilerden birisi vardır. Varıp birazcık onun sohbetinde bulundum. Ayakkabılarımdaki gördüğün o kum Hicaz memleketinin kumudur», dedi. Benim gönlüme geldi ki bu nasıl olur. Birazcık zaman içinde bu kadar bir mesafeye gidip gelmek derken derhal malûmatı olup, bizim gibi kimseler gönül gibi bir anda her yeri dolaşabilir deyip tayy-i mekânda olan tariflerini beyan ettiler», demiştir.
15. Şemseddin Tebrizi Mevlana Adına Yalan Söylüyor
Şöyle rivayet olunmuştur ki: Şemseddin hazretleri anlatıyor :
«Bir gün biz Hazret-i Mevlâna ile halvet bir yerde, tenha bir odada oturuyorduk. Tenha olan odanın duvarı yarılıp oradan altı nefer kimse çıkageldi. Bunlar çok güzel, çok nuranî idiler, ellerinde bulunan bir deste gülü Hazret-i Mevlâna’nın olup da unutulduğu zannedilerek o kırk meclisden gelen birer tek ayakkabıların kırkını da mübarek ve meymenetli sayarak aralarında taksim eylediler. Hatta bir tanesi de Arif Çelebi'nin hissesine isabet etti. O, Kastamonu'da Süleyman Paşa'ya armağan olmak üzere gönderdi. Bu Süleyman Paşa Arif Çelebi hazretlerinin çok samimî ahbabı idi. Bu armağan edilen bir tek ayakkabı o kadar mübarek idi ki, her kimin bir illeti olsa o ayakkabının içinden su içirilse hiç illeti kalmaz şifa bulurdu. Nice hastalar şifa bulmuşlardır ve nice hâmile hatunlar doğum anlarında o ayakkabıdan su içmek sebebiyle kolayca hamlini vaz' etmişlerdir. Hâsılı o sultandan, Mevlâna Celâleddin-i Rumî hazretlerinden buna benzer daha çok haller, ahvaller sâdır olmuştur. Fakat nâs arasında meşhur olanları yazılmıştır. Zira hepsini yazmağa imkân yoktur.[1]
16. Sultan Veled, Mevlana, Şems ve Kimya Hatun Şirki
Yine Sultan Veled'den nakledilmiştir ki:
"Bir gün ileri gelen sofiler babam Hudavendigâr'dan: "Ebu Yezid (Tanrı rahmet etsin), Ben Tanrı'mı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm, buyuruyor. Bu nasıl olur?" diye sordular. Babam: "Bunda iki hüküm vardır: ya Bayezit Tanrı'yı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş yahut Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür "dedi.
Yine buyurdular ki:
Mevlâna Şems-i Tebrizî'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlâna hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: "Haydi gidin Kimya Hatun'u buraya getirin; Mevlana, Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır" buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlâna, Şems'in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. .Mevlâna bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramağa hazırlanan dostların karılan da henüz gitmemişlerdi. Mevlâna dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı.
Sonra Şems "İçeri gel" diye bağırdı. Mevlâna içeri girdiği vakit, Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve: "Kimya nereye gitti" dedi. Mevlâna Şems: "Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu, işte Bayezid'in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü."
17. Mevlana, Şemsi Tebriz’in ve Şeyh Hasisi’nin Edepsizlikleri
Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki:
"Bir gün Mevlâna Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında: "Bununla beraber bir kadına, Arşın üstünde bir yer verseler, onun nazarı birdenbire dünya üzerine düşse ve yeryüzünde intiaza gelmiş bir tenasül âleti görse deli gibi kendini ordan aşağı atar ve âletin üstüne düğer; çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur" buyurdu ve sonra şu hikâyeyi anlattı:
"Şam'da bulunan Şeyh Ali Hariri kademli, parlak kalbli, metanet sahibi bir kişiydi. Semâ esnasında, kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği hırka parça parça idi. (Bu yüzden) Semâ esnasında vücudunun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için, semâ'ım görmek istedi. Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhih nazarı ona ilişti. O derhal mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürit olduğu haberi Mısır'da halifenin kulağına ulaştı. Son derecede canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir samimiyetle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler. Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül âletini kaldırarak kadının eline verdi ve: "Senin istediğin o değil; budur" dedi ve semâ'a başladı. Bunun üzerine halifenin itikadı bir iken bin oldu."
19. Mevlana’nın Bedeninden Ayrılıp Gezinti Yapması Yalanı
Yine Veled hazretleri (Tanrı onun sırrımı kutlasın) rivayet etti ki:
"Bir gün babam hazretlerine, halvetinde bedeninden sıyrılıp çıkmak vaki olmuş ve birkaç saat o istiğrak içinde kalmıştı. Hayret âleminden kendine geldikten sonra, niyaz yokıyle ondan bu halini sordum. Babam: "Bahaeddin, Bağdad'da birçok yıllar riyazet ve mücahede ile meşgul olan zayıf bedenli, ince boyunlu ve sarı yüzlü bir şahıs gördüm. Ağlayıp sızlıyordu. Onun büyük bir dert sahibi olduğunu anladım, öyle bir dereceye gelmişti ki, Dicle nehri üzerine seccade serip namaz kılıyordu. Bütün bu Tanrı'ya olan yakınlığına ve kudretine rağmen Tanrı'dan: "Ey Tanrım! Ey Sultanım! Bana, bu halimden ve hayretimden daha iyi bir hal ve hayret ver; çünkü bunların bana hiçbir faydası yoktur" diye ricada bulunuyordu.
Ben de hemen o anda onun kulağına: "Bizim Mevlâna Şemseddin'imiz, Şam'da kalabalıkların etrafını dolaşıyor ve halkı seyrediyor. Şimdi oraya git de o aşk padişahı seni bu halde görsün ve senin bu ağlayıp sızlamana gülsün de istediğine kavuşasın ve aradığın hal, bir anda, senin içinde peyda olsun" dedim.
O gönlü yaralı derviş benim nasihatimi kabul edip hemen yola koyuldu. Şam'da, Mevlâna Şemseddin hazretlerine ulaştığı vakit, o zayıf dervişin şekli ve kıyafeti Şems'in mübarek gözüne hoş göründü ve derhal gülümsedi. Hemen o anda dervişin içinde gayıb âleminden bir nur ve heyecan baş gösterip dönmeğe başladı; yüksek menzillere kavuştu ve ancak olgun ariflerin himmetlerinin ve arzularının amacı olan bir olgunluğa ulaştı. "Tanrı dilediğini hesapsız rızklandırır" [2]
19. Abdulkadir Geylani’nin Şirk Manzumesi
İbrahim ile beraber onun ateşine atıldım...
Ateş ancak benim duamla soğudu.
Rabbıma yalvarmada Musa ile beraberdim...
Musa'nın asası benim asamdan istimdat etti.
Belâ anında Eyyûbla beraberdim...
Ancak benim duamla şifa buldu.
Ben İsa ile beraberdim ve beşikte konuştum...
Ve Davud'a nağmenin tatlılığını veren ben idim.
Zikreden, ettiren ve ettiği zikir benim...
Şükreden ve etiği yer ve nimete şükür benim.
Âşıkta, Maşukta, zamirde gizli olan benim.
Her nağmede işitilen ve işiten benim.
Lezzeti büyük vâhid fert benim.
Vasfeden ve vasfedilen tarikat şeyhi benim.
Ben sözü kendiliğimden söylemedim izinle söyledim.
Benim hakikatim bilinsin diye söyledim.
Bana, söyle korkma, zira.
Makam velayette evliyamsın denilinceye kadar söyledim
20. Peygamberimiz'in Kabrinde Abdulkadir Geylani’ye Elini Öptürmesi, Allah’a ve Resulune İftirası
Gavsü'l-azam Abdülkâdîr Geylânî, ol Heykeli Samedânî öyle nakil buyururlar ki:
"Bir gün Medine-i Münevvere'ye giderek yüce Nebi’mizin Türbe-i saadetlerini ziyaret etmişlerdi. Yüce veli huzur-u Nebevî'de, kırk gün ayaküstünde iki cihan serverini ziyaretle şu anlama gelen bir şiir okumuşlardır:
«Ya Resûlullah! Günahlarım, şu uçsuz, bucaksız deryaların sonsuz dalgaları kadardır. Belki, onlardan da çoktur. Âdeta, en azametli dağlar yüceliğindedir. Bütün niyazım mübarek elini öpmektir.»
Âlemlere rahmet olan Levlâk sultanı, manevî oğlu Gavsü'l-âzâm'ın bu ricasını kabul buyurarak, mübarek kabirlerinden elini çıkartıp, yüce veli’nin öpmesi imkânını lütuf ve bahşeylemiştir. Yüce veli de, üstün saygı ile Resûlüllah'ın elini öperek başına koymuştur. Hemen ilâve edelim ki; Gavsü'l-âzâm'ın ceddi pâki (temiz soyu) iki cihan serveri (s.a.v.) ile görüşmesi bundan ibaret değildir.
Puran Tilmiz, 01.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
[1] Ariflerin Menkıbeleri Cilt 3 - Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi, İst. 1977
[2] Ariflerin Menkıbleri II - Ahmet Eflaki, M.E.B. Şark İslam Klasikleri, İstanbul 1989