“Gerçek hâlâ mutlaktır. Her ne kadar ayaz kadar keskin, tahmin ettiğinizden daha acı verici ve herhangi bir yalandan daha dayanılmaz olsa da”
Herkesin hayatında korkuyla yüzleşmesi gereken dönüm noktası, bende sanırım kanserle oldu. Bu musibetle sınandığımda, okuduğum, bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyin bana yardımının dokunmadığı ve hatta yük olduğu yalnız ve çaresiz vakitler geçirdim.
İnsan olmamın, Allah'a yakınlığımın sınandığı gerçek dönüm noktası…
Bazen geçmişe dönüp o musibet gelmeden hiç olmazsa birkaç dakika öncesine dönebilme arzusunu duydum şiddetle… Bunun mümkün olamayacağını bilmek o vakitlerdeki çaresizliğimi bir kat daha artırdı. Var olmanın acısını bütün hücrelerimde hissettiğim o an çok önemliydi.
Adı anıldığında bile insanı irkilten kanserle başlayan ve aslında kâinatta yapayalnız olduğumu hatırlatan bir ahiret provasıydı belki bu ve dehşet acı veriyordu.
Tıpkı üzerime gelen kara bulutları önceden hissettiğim gibi tedirgin edici bir his ve o güne dek ağzımdan çıkan her kelimeyle imtihan edilme vaktiydi biraz da… Hep musibetlerle bir anılan imtihanın, aslında hayatın her diliminde, her bir dakikasında olduğunu hatırlama vakti…
Gerçeküstü bir şey yaşıyordum sanki ve gerçeküstü olmaktan çıkması epey zamanımı aldı.
Bu üç yıl içinde kimileri “ölümlülükten” kaçmak için beni ve acılarımı görmezden geldi, kimileri öleceğim gerçeği yüzünden aşırı bir acıma ile yaklaştı. İkisini de yaşadım ve ikisi de berbattı. “Merhamet” ve “Acıma” birbirinden fersah fersah uzak ve üzerinde çalışılması ve öğrenilmesi gereken kavramlardı oysa.
Acımak, şahit olunan acı her neyse, ondan bir an önce kaçıp uzaklaşma arzusu uyandırırken, merhamet, karşınıza çıkan acıyı ruhunuzun ta derinlerinde dolaysız hissedip onu iyi bir şeye dönüştürebilme çabasının adıydı. Son derece kolay hissedilebilen sığ bir acıma hissinin karşısına konabilecek asil bir histi merhamet ve ne yazık ki herkeste yoktu.
Bir keşif hali sunmuştu Allah bana biraz da; olanı ve olmakta olanı keşfetme hali ya da Mücella’nın deyimiyle “farkındalık” geliştirme durumu… Mesela gerçek dostluğun mihenk taşı gibi gözüken “kötü günde yanında olma” halinin aslında tam olarak öyle olmadığını keşfediyordum, bunu fark ediyordum… Dostluk, kötü günlerin olduğu kadar iyi günlerin de paylaşılmasıydı ve bu sizden esirgendiğinde bir şey ama önemli bir şey muhakkak noksan kalıyordu. Bu da merhametsizlik cümlesinden bir şeydi işte… Bunları yaşıyor ve anlamaya çalışıyordum…
Sonraları, hemencecik bir şeye, sağlam bir şeye tutunma ihtiyacı ile etrafıma bakındığımı hatırlıyorum. Bir rüyanın, bir hayalin ve yaşadığım bütün tecrübelerin ötesinde, yeni bir tecrübenin eşiğinde o sağlam damarı bulabilme fırsatı da karşıma tam o sıralarda çıktı galiba.
Amerikalı şair Edward Estlin Cummings şöyle der: “Dur durak bilmeden, seni kendinden başka her şey yapmaya gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek için elinden gelen en büyük mücadeleyi göstermen ve mücadeleyi asla bırakmaman gerekir. Bu savaş başladığında bir daha asla bitmez.”
Evet, şimdi ya o güne dek fark etmeden biriktirdiğim bütün korkularla cesurca yüzleşecek ve Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilerek yoluma devam edecek ya da üzerime çökmeye başlayan karanlığa boyun eğecektim. Şimdi, ya olduğum insan gibi kalacak ya da olmayı istediğim insana uzaktan hasretle bakacaktım. e. e Cummings’in bahsettiği mücadele hayatımda zaten hep vardı ve bundan sonra da olacaktı. Fakat bu, berbat bir klişe olan “kanserle mücadele” ile ilgili bir şey değil, bizatihi insan olmakla ilgili bir şeydi ve bunun fırsatını Allah bir şekilde bana veriyordu.
Kâinatın her bir köşesindeki en ufak fısıltıyı bile Duyan Allah, benim de kalbimden geçenleri ve konuştuğum her kelimeyi muhakkak ki duyuyordu. Esma ül Hüsna’da “Müteal” Adıyla öğrendiğim bu muhteşem gücün karşısında boyun eğmek ve teslim olmaktan başka ve daha güzel bir seçenek yoktu şimdi. Seçenek belki de tam doğru kelime değil, çünkü bu ne mecburiyetten ne de çaresizlikten kaynaklanan bir şey değildi. Bana sunulmuştu yalnızca. Ve gönülden rıza gerekiyordu.
Kelimelerle ifade etmemin mümkün olmadığı ve ancak bunu tecrübe edenlerin anlayabileceği, O muhteşem gücün Varlığını ruhumda hissederek, korku ve endişe içinde çırpınan kalbimi bütün beklentilerden arındırıp özgürlüğü keşfetme haliydi yaşadığım… Gerçek özgürlük…
“Nasılsın, hayat nasıl gidiyor” dediklerinde; “Hastaneye sezonluk bilet aldık, gidip geliyoruz…” diye kendimce durumu hafifletmeye çalışıyordum… Çünkü oldukça zor şeyler yaşıyor, geçmişe baktığımda, hayatımda kanserin karanlığından başka hiçbir şey hatırlamıyordum. “Güzel günler” hatıralarımda yoktu, onlara hatırlama çabası bile ruhuma eziyet veren ağır bir şeydi. Fiziki ve ruhî acı hayatımın bir parçasıydı artık ve bu bundan sonra da değişmeyecekti sanki…
Gelin görün ki, tıpkı kederlerin değişik yollardan karşınıza çıkması gibi mutluluk da bambaşka yollardan gelip buluveriyordu insanı.
Yeni bir umut, yeni bir yol, yeni bir hayat… Hepsi bana bahşedilen ve kederlerin ardından hayatımı ışıklandıran ilahi bir armağan. Korkmamak da o armağanın kıymetini bilebilmenin ilk adımıydı…
Hayatım keskin bir makasla yön değiştirmiş, karanlık en kesif haliyle üzerime çökmüş ve aniden sendeleyip düşmüştüm. Ama bu hayatta yalnız değildim; düştüğüm yerden ayağa kalkmam için uzanan o kadar çok el vardı ki… Ama tutamıyordum işte, bana uzanan elleri tutmam hiçbir şeyi çözmediği gibi kanseri de yok etmiyordu. Sanki karanlık bir tünelde sonsuza kadar tıkılıp kalacaktım ve bu durumu değiştirmek kimsenin kudretinde değildi. Uzanan elleri tutmam da hiçbir şeyi değiştirmeyecekti.
Ve herkesin cevabını bildiği o soru, aydınlığa çıkışımın ilk basamağı oldu: benim ya da başka birinin problemini çözmek Allah için çok mu zordu?
Cevabını her zaman bildiğim bu soruyu asıl şimdi idrak ediyordum. Hiçbir problemi çözmek Allah için zor değildi, evet, hiçbir problemi.
Karşımıza çıkan her musibette O, yalnızca bizim biraz daha “insan” olmamızı murad ediyordu o kadar.
Yalnızca bizim sınandığımızı sandığımız musibetler hem bizim hem de ilişkide olduğumuz herkesin sınanmasıydı aynı zamanda bunu da idrak ediyordum.
Hastalığımdan haberdar olduğundan beri sade ve hakiki kardeşliğini benden esirgemeyen Senai Demirci, çok bunaldığım bir gün bana Secde Suresi 17. Âyet-i Kerime’yi okumuştu mesela: “Yaptıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse bilmez.”
Kalbimi ferahlatmıştı bununla.
Yeni dostlar, dostluklar ve kardeşlikler bahşediyordu Allah tek bir musibetle…
Ve tek bir musibetle, benimle birlikte birçok insana yol gösteriyordu Allah; tahminlerimin ötesinde, beklentilerimin dışında bambaşka araçlarla yol gösteriyordu. Daha önceleri bildiğimi sandığım bu yalın hakikati keşfetmek de o yolda sunulan bir armağandı işte…
Gelin görün ki, bazen de bütün o zor yolları birlikte yürüdüğünüz dostlarınızla aranıza mesafeler de girebiliyordu. Evet, olabiliyordu böyle…
Hanry David Thoreau “Walden” da diyor ki: “Dostlarınızla ritim tutturamıyorsanız, muhtemelen yanlış bir enstrüman kullanıyorsunuzdur. Bırakın onlar duydukları müziğe göre hareket etsinler. Ama siz de onların ritmini duymalısınız. Kendi müziğinizi hissetmek için biraz zamana ihtiyacınız var.”
Aramıza mesafelerin girdiğine inandığımız dostlarımızla yaşadığımız meselelerden biri de bu galiba; kimi zaman karşılıklı ritim tutturamamak.
Sevdiklerimizle aramıza mesafelerin girmesi, görüşemememiz, şu ya da bu sebeple görüşmek istemememiz, hatta onların da aynı şeyleri farklı zaman dilimlerinde tercih etmesi her zaman muhtemel.
Fakat bu, asla sizin onları sevmekten vazgeçmeniz manasına gelmez.
Sevdiklerinizle birlikte oluşturduğunuz müşterek tarih buna izin vermez zaten. En savrulmuş anınızda bile gelip sizi yakalayan hatıralarınız buna izin vermez.
Bu durumlarda yapılacak şeyse son derece basittir; gelebileceğini öngördüğünüz kötülüklerden gücünüz yettiği kadar ve sessiz sedasız onları kollamak ve onlar için her zaman dua etmek. Bunu yapmak derin bir huzur verir ve ne araya giren zaman, ne de yaşadığınız “ritim bozukluğu” dostlarınızın kıymetinden hiçbir şey eksiltmez.
Yalnızca, onların kendi müziklerine göre hareket etmelerini izlemek ve kendi müziğimizi duymak için biraz zaman gerekir.
“Yanlış enstrüman” a gelince, kim bilir belki de onlar yanlış bir enstrüman kullanıyordur... Ve düşünmek, tefekkür etmek ve hayır dualarda bulunmak yürüdüğüm hakikaten zorlu yolda sabırla kullandığım enstrümanımdır belki de kim bilir…
Şimdilerde bana olan da bu işte.
***
Kontrollerimde çok şükür tümör belirteçlerim yine “temiz” çıktı. Kanser tedavisi kanserden daha yıpratıcı hale geldiğinden kendi isteği ile tedaviyi bırakan bir insan için bu iyi bir şey. Ve şu meşhur “buruk bir sevinç” böyle durumlar için uygun bir tanımlama galiba. Çünkü bana sonuçlarımın iyi olduğu söylendiğinde, başka bir yerde, başka birilerine de kötü olduğu söylendi…Bir gün benim de onlardan biri olabileceğim ihtimali ise hiç aklımdan çıkmıyor. Fakat bunun da hakikati hiç unutmamam için bana bahşedilen bir armağan olduğunu unutmuyorum asla…
Seyrettiğim bir filmden şu notu almışım defterime: “Gerçek hâlâ mutlaktır. Her ne kadar ayaz kadar keskin, tahmin ettiğinizden daha acı verici ve herhangi bir yalandan daha dayanılmaz olsa da”
Evet, gerçek hâlâ mutlak, gerçek hâlâ ayaz kadar keskin, gerçek hâlâ tahmin ettiğimden daha acı verici ve gerçek hâlâ herhangi bir yalandan daha dayanılmaz…
Fakat bütün bu "gerçek"lere karşı, bu dünyada uykuda olduğumuzu söylüyor Mübarek Kur’an; o halde yaşadıklarımızın hepsi rüya ve ben şimdi Allah'a güzel bir rüya anlatmak için çabalıyorum…
Hepsi bu.
Neşe Kutlutaş, 12.11.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 07.01.2014)