“Ruhumuzdaki
mezarların dolmasını umuyoruz evet; bir an önce dolsun ve kapansın istiyoruz
ömrümüzün sonuna dek peşimizi bırakmayan dürtülerden bıkıp…”
Dudaklarımda
kıvrık bir tebessümle hatırlıyorum o günleri. Muhtemelen bu hususta ilk
hatırladıklarım bunlar, eğer karşı cinsin -ablamların arasında bir prens
olduğum için farkı anlamadığımı anlıyorum- başka bir varlık olduğunu
hissettiğim ilkokul dördüncü sınıfı saymazsak.
Dallas’taki Pamela’ya benziyordu şimdi adını bile hatırlayamadığım müdür
yardımcımız kadın. Beşinci sınıfta iken Sınıf Başkanı’na “Ben sınıf defterini
alırım” diyerek en küçük fırsatta odasına gidip yüzüne bakmak isterdim. Küçücük
kafamda, “Acaba benimle evlenir mi?” sorusu gezinir dururdu, evlenmek ne demekse
idi artık.
Sonra Nevin…
çilleriyle sarı Nevin. Komşusu Murat samimi arkadaşımdı, hani kollarımızı
birbirimizin omuzlarına atarak gezdiğimiz arkadaşlardan. “O benim ona göre?!”
diyerek tehdit yollu söylendiğimde tatlı tatlı gülümsemiş ve “Tamam!” demişti.
Zaman zaman
insan yollu düşüncelerimin bu ‘Aptal Aşk Temâsı’na takılması elimde değil;
gerçekten bu hastalıklı duygunun insana bulaştırılma biçimlerini sorgulamak
gerek. Masallar falan o masum çocuk ruhunda bir mezar kazıyor önce, sonra
çevreden gerekli ölüler alınıp hayat boyu o mezara gömülüyor, ne ilginçtir ki
bu mezar hiç dolmuyor ve insan yaşadıkça -yaşı kaç olursa olsun- kendisini
prens ya da şehzâde, tüm güzelleri önce prenses ya da sultan daha sonra sıradan
harem nesneleri sayıyor ve buna da kendisine öğretildiği biçimde ‘Aşk’ diyor.
Aksi halde yaşlı bir adamın ya da yaşlı bir kadının çektiği ahları başka türlü
açıklayabilir miyiz?
Masalları,
olağanüstü güçlü prensleri, şehzâdeleri ve mükemmel güzellikteki prensesleri
bize unutturan zamane cadıları televizyonlar ve sinemalar her şeyi inceden
inceye gösteriyorlar; çocuklarımıza gerçekten acıyorum. Masallardaki en güzel
kız bizim prensesimiz olurken ve ondan daha güzel kızlar yokken dünyada, şimdi
dünyanın bütün güzel kızları, ayak bileğini bile görme şansımız olmayan masal
zamanlarından uzakta cömertçe tüm sırlarını çocuklarımızın gözlerine ve bizim gözlerimize ikram
ediyorlar. İşin câzibe kısmı giysilerin arkasında değil ve artık sonu gelmiş
bir teşhircilikle çocuklarımızın ruhunda derin kazılmış Aşk Mezarları’na her an
onlarca ölü dolduruluyor.
İlkokul
Beş’teki Sarı Nevin’in hiç haberi olmamıştı benden, hatta onunla konuştuğumuzu
da hatırlamıyorum, ama eve dönüş yolumun üzerindeki evlerine onun arkasından yürüyerek
gitmek için çok çabalardım. Çocukluk bitip gençliğe yürüdüğüm ve Nevin’den ayrı
okullara gittiğimiz zamanlarda bile o sokağın hizasına geldiğimde başımı çevirip
evlerine bakma alışkanlığım sürüyordu. Ne sâdık bir temâ, ne doyumsuz
hatırâlar.
Çok zaman
sonra unuttuğum Nevin’i gördüğümde yirmili yaşlarda idim sanırım; tombul bir
teyze kadar kilolu ve çilleri kocaman olmuş itici bir sarışındı artık. İtiraf
edeyim üzüldüm, biraz da sevindim; demek evlenseydik erkenden çirkinleşecekti
Nevin… “İyi ki evlenmemişiz” diyerek teselli etmiştim kendimi…
Evlenmek,
işte kaybedilen ya da kaybedilmek üzere olan en değerli hayâl… Avrupa ve
Amerika’ya baktığımda Türkiye’de tedavülden kalkmamış sosyolojik ve psikolojik
bir realite henüz. Eğer internet bu hızla her yeri kurutmaya devam ederse,
yakında bizde de hayâl olmaktan çıkacak. Evliliklerin kısa ömürlü olduğunu
gördüğüm her an, hayâllerin veba gibi yayılan teşhirciliğe kurban verildiğini
düşünüyorum. Küçük masum ruhumuzun sahiplenme ve yuva kurma duygusuyla ilk anda
canlandırdığı temâ evlilikti, ama artık bu daha hayvanî bir tatmin arayışına
dönüştü.
Ben bu
arayışı ‘Aptal Aşk Temâsı’ diyecek kadar değerli bile bulmadığımı söylemeliyim.
Bu başka bir şey, bir köşede şehvet hırlayan hayvanların birbirlerinin
kokularından etkilendikleri gibi, ‘Aşk’ öykünen, ‘Aşk’ soluyan, insansı
canlının tek kastı var; cinsel birleşme.
Kıskanmayan,
başka bir köşe artığı insanı kendi bedeniyle, vahşi bir hâz istenci ile geçici
olarak birleştiren kadınların ve erkeklerin kendi çocuklarına bulaştırdıkları
bir veba bu. Duygusuz, saygısız, midesiz bir kötülük bu. Masallardan bize
aktarılan o hastalıklı ‘Aptal Aşk Temâsı’na bile rahmet okutan aşağılık bir
sefilleşme bu.
İnsan
neslinin geleceğine dair bu somut verilerin her an her yere yayılan kiri, ister
istemez duygularımızı eskitiyor ve belki de bizi, yanlış olana karşı uyarıyor
duygularımız; eksilerek, eksildikleri için hayvansı dürtülerimizi öne çıkararak
bağırıyor duygularımız. Ruhumuzdaki mezarların dolmasını umuyoruz evet; bir an
önce dolsun ve kapansın istiyoruz ömrümüzün sonuna dek peşimizi bırakmayan
dürtülerden bıkıp…
Çocuklarımın
yerinde olmak istemezdim, o kadar duygusuz bir dünyada büyüyorlar ki… Bizim
hayâllerimizde bile ulaşamadığımız prensesler onlar için sıradan birer varlık.
Bir anne, çocuk
kızının başka bir çocuk erkeğe olan aşkını kızıyla beraber ağlayarak çocuk
erkeğin annesine anlatabiliyor artık.
Dudaklarımdaki
kıvrık tebessüm yeniden canlanıyor ben tam umutsuzlaşırken… Çocuklar diyorum,
onların duygularına kimse zarar veremez. Her nesil kendi masumiyetini koruyarak
doğuyor ve yavaş yavaş dönüşüyor insanlık.
Dönüşüyor
biliyorum, yüzlerce yıl evvel pazarda satılırken kadın, bugün de
satılıyor; yüzlerce yıl önce ‘Aptal Aşk
Temâsı’ bir sürü masum için şiirlere ilham olurken, yine oluyor; yine olacak.
Görüyor ve
düşünüyorum. Allah kadını ve erkeği birbirlerinin etrafında dönüp dolansınlar
diye yaratmış. Bazen günah işleyerek dolanıyorlar çocukluktan başlayıp, bazen
de sevap… Bu bir seçim işlemi deyip gülümsüyorum. Allah kadını ve erkeği böyle
yaratarak heyecan katmış hayata; kirleten insan utansın.
Doğa Toprak, 13.11.2015, Sonsuz Ark , Kırlangıç Zamanları,